Bir ev taşlardan yapıldığı gibi, bilim de olgulardan inşa edilir. Ama nasıl bir yığın taşa ev denilemezse,
olgular koleksiyona da bilim denemez.
Henri Poincare (1854 – 1912 )
Bizim amacımız fizik (bazen genel olarak temel bilimler) eğitiminde-biliminde ki ve bunlara bağlı olan teknolojide ki kusurları sadece kesin şekilde belirlemek değil. Amacımız bu kusurların Türkiye’deki kaynaklarını belirlemeye çalışmak ve düzeltmenin yollarını araştırmaktır. Bunları araştırmak ve aydınlatmak için bazen eski komşumuz olan Sovyetler Birliğindeki eğitim ve bilimin gelişme ortamını hatırlatarak anlatmak fikrindeyiz. Çünkü orada bize yakın toplumlar ve bizlerin soydaşları yaşamışlardır. Aynı zamanda o ortamı çok iyi bildiğim için o bilgileri kullanarak Türkiye’de ki durumu araştırmak daha güvenlidir. Türkiye’de, Sovyetler Birliğindeki eğitim, yeni bilim ve teknolojiler üretimi ile ilgili bilgiler hemen hemen hiç yoktur ve olanlarda çoğu zaman gerçekten uzaktır.
Yanlış sonuçlara vararak okurlara doğru olmayan bilgi vermemek için fizik bilimini temel alarak eğitimin ve bilimin gelişmesini açıklamak bizim amacımızdır. Bu nedenle de biz insanların ve toplumların bilgi ve düşünce kapasitesini çok boyutlu uzaydaki belirli bileşenlerini burada inceliyoruz. Hemen hatırlatalım ki, Osmanlı İmparatorluğunun son yılları dışında geçerli ve gerekli olan sloganın: “En büyük Türkiye başka büyük yok” şimdi de geniş şekilde kullanılmakta olduğunu görüyoruz. Ama bu sloganın bizim eğitim, yeni bilim ve teknolojiler üretimi için geçerli olmadığını büyük çoğunluk bilse de eğitim ve bilim alanlarında çalışanlarımız, bu slogan geçerliymiş gibi davranmaktalar. Bu da çok boyutlu uzayda bu konulara bağlı bileşenler yönündeki özeleştiriyi tamamen ortadan kaldırmış ve ülkemizin eğitimsizlik yönünde hızla gerilemesine neden olmuştur. Sovyetlerde, ideolojide dahil olmak üzere, devlet ve hükümetin başında olanlar dışında, herkes ve her şey eleştirilebilirdi. Üst yüzey yöneticiler ve parti kurumları bu eleştirilere duyarlı olmak ve kusurları ortadan kaldırmak zorundaydılar. Ama bu duyarlılık 80’li yıllarda çok zayıflamıştı.
Bizim toplumumuzda, doğa ile ilgili bilimlerle ilgilenen çok az sayıda insan olduğu gibi, bilim de yalnız bazı bilim adamlarını ilgilendirir. Bu nedenle bilimin nasıl bir şey olduğunu ve neden çok gerekli olduğunu insanlara basit bir dille anlatmak gerekir. Bilim emeğin uzmanlık alanlarına bölünmesinin sonucunda ortaya çıkmaya başlamıştır. Bilim bunun ve özellikle insanların doğaya olan ilgisinin ürünüdür. İlk önceleri insanların hepsi aynı işleri yapmak zorundaydılar. Sonraları erkek ve kadınların yaptıkları işler ayrılmaya başladı. Zamanla asker ve işçi (köle) işleri ayrıldı (karınca toplumlarındakine benzer). Sonradan gördüler ki bir grup insan bir tür işleri ve diğerleri, başka tür işleri daha iyi ve çabuk yapıyorlar ve toplum bundan kazançlı çıkıyor. Örneğin terzi, ayakkabıcı, demirci ve diğer ihtisaslar ve uzmanlar oluştular. İnşaat ve fabrika işleri bu çalışma alanlarını daha da fazla belirginleştirdi ve yüksek uzmanlık dalları insan hayatının vazgeçilmezi haline geldi, özellikle de gelişmiş ülkelerde.
Bu tür gelişmenin yanında, insanı hayvandan en fazla ayıran özelliklerin, insanların beyinlerinin de birbirlerine göre farklı şekilde çalışması ile üretimdeki stereotipleri (klişeleri) değişen unsurların kalıcı ve gelişen şekle gelmesi idi. Her bir ürünün hazırlanması farklı kısımlara bölünürdü ve farklı tür işçiler tarafından yapılırdı. Bu da ürünün kalitesini arttırır ve maliyetinin azalmasına neden olurdu. Ürünün parçaları farklı makineler de hazırlanırdı. Doğal olarak bu yeni üretim sürecine geçişte yanlışlıklar ve şans eseri yenilikler de ortaya çıkmaktaydı. Bu tür üretim ticareti zorunlu bir duruma getirmişti ve durmadan genişlenmeğini saklıyordu. Önemli olan kalıplaşmalardan daha hızla kurtulmayı başarmak idi. Böyle beceriklilik, toplumun geleneklerine, doğaya ilgisine onu öğrenmek isteğine bağlıdır.
Tarihleri çok kısa olmalarına rağmen Avrupalıların (özellikle de kuzeydekilerin) çok hızla gelişmesine onların yukarıda değinilen özellikleri neden oldu. Bizim aydınlarımız içinde de kısıtlı düşünceye sahip olanları diyorlar ki: “Batılılar Rönesans devrine 400–500 yıl bundan önce girmişler, biz ise yeni giriyoruz. Bundan 200–300 yıl sonra bizde onlar gibi gelişmiş olacağız.” Bu düşünce hem yanlıştır, hem de ütopiktir. Kuzey Avrupalılar 2000 yıl önce barbarlık çağında idiler, Rusların tarihi daha da kısadır. Bağdat’ta ise 4000 yıl önce nehirlerin altında tünel bulunmaktaydı. Mısır’da, daha önceleri piramitler kurulmuştu. Nasıl olur da bizler 5-6 bin yılda Kuzey Avrupalıların 2000 yıldaki ve Rusların 1000 yıldaki gelişmesi kadar yol alamadık. Bu geri kalmayı, dini tutkunluğumuzla ilgilendirenler yanlış yapıyorlar. Birincisi, dinimizin yaşı yaklaşık 1400 yıldır. İkincisi, bizler gibi ve daha az gelişmiş ülkelerin (dinlerden bağımsız olarak) tarihleri bizim tarihten kısa değil. Toplumda temel bilimleri geliştirmek isteği olmalı, insanların büyük kısmı çocuklar gibi bilgi toplamak ve anlamak açlığı ortamında yaşamalılar. Tabii ki dininde büyük önemi vardır, ama din toplumun kültürünün bir parçasıdır ve toplumun düşünüş biçimine sıkı şekilde bağlıdır.
İnsanlar hayvanlardan farklı olarak üretim sırasında karlı olan ve ardı ardına gelmesi gereken işlemleri ve yöntemleri seçebilirler. Onlar elde edilen başarıyı değerlendirmeyi ve diğer insanları bilgilendirebilirler. Ama böyle özellikleri taşıyan insan sayısı azdır. Çoğumuz böyle yenilikleri üretmeyi bırakalım, bazen gerekli süreçleri bile gerekli şekilde öğrenerek kullanamıyoruz. Üretim sürecindeki işi kolaylaştırmak ve karlı yapmak yöntemlerini bulan insanları, toplum diğer insanlardan ayırarak, onları yalnızca böyle işleri yapmaya yöneltmişti. Üretim sürecinde yeni yöntemler ve işlerin yapılması için makineler (mekanizmalar) bulan insanlara teknisyenler ve mühendisler denilmişti. Büyük Arşimed’de (M.Ö. 287–212) bunların başında geliyor, çünkü o aynı zamanda en eski bilim adamı idi, şimdiki dilde matematikçi, fizikçi ve mühendis.
Genelde mühendislerin üretim sürecinde yaptıkları yenilikler, prensip olarak yeni olan süreçler ve mekanizmalar değillerdir. Özellikle de yeni doğa kanunlarının bulunmasına yarayan ve onlara dayalı olan yenilikler hiç değildir. Bunları yapabilenler bilim insanlarıdır, yani daha da derin ve geniş düşünce sahipleri olanlar. Bilim adamlarının çalışması sonucu mühendislerin de çalışma seviyesi devamlı olarak artıyor, eğitim ve bilim toplumun önemli bir işi haline geliyor. Örneğin Newton’un (1643–1727) mekanik kanunları, Maxwell’in (1831–1879) ve Faraday’ın (1791–1867) elektrik ve manyetik olaylarına bağlı teorileri ve buluşları genel olarak şimdiki yaşam biçimimizi belirliyor ve her zaman da böyle olacak. Günümüzde bilim maddenin derinliklerine doğru o kadar çok ilerlemiştir ki, herkese yönelik bir makalede buluşların adlarını bile hatırlatmak isteği bizi amacımızdan uzaklaştırabilir.Örneğin fizikte kesirli kuantum Hall olayı gibileri.
Ama unutmamak gerekir ki, bilimin gelişimine bağlı olarak uygulanması ve beklenen sonuçların gerçekleşmesi için, bilim ile üretim arasında mühendislik işlerinin organize edilmesi gerekir. Sovyetler Birliğinde, yaklaşık 1970’li yıllardan sonra bilimle üretim arasında duran yeni teknolojiler üretimine yönelmiş çok sayıda proje mühendislik daireleri ve bunlara bağlı olan özel fabrikalar açıldı. Ama bunlar batı ülkeleri ve Japonya’daki gibi kaliteli olmadığından ülkenin göreli olan gerilemesini önleyemedi. Aynı zamanda bilinmesi gerekir ki, eğitimi ve temel bilimleri düşük seviyede olan ülkede, bu işlere ne kadar bütçe ayrılırsa ayrılsın, temel bilimler gelişmemiş ise, yeni teknoloji üretiminde yeteri kadar gelişme sağlanamaz. Daha ötesi eğitimi ve bilimi düşük seviyede olan ülkelerin bilime ve yeni teknolojiler üretimine ayırdığı paralar büyük ölçüde boşa gider.
Japonya’da temel bilimler ve yeni teknoloji üretimleri arasındaki oran 1960–1980 yılları arasında çok uyumsuz şekildeydi. Örneğin Amerika’da bunların gelişmesi ve oran ideal sayılabilir. Sovyetler Birliğinde temel bilimlerin gelişmesi yeni teknolojiler üretiminin (askeri hariç) çok önünde idi. Bizim ülkemiz gibi ülkelerde ne bilimin gelişmesinden, ne de teknoloji üretimindeki gelişmelerden konuşmaya pek değmez, eğer ki amacımız halkı kandırarak mutlu yapmak değilse. Japonlarda ise Sovyetler birliğinin tam tersi olan durum gözlenmekteydi. Onlar var güçleri ile yeni teknolojiler (özellikle mikro elektroniğe ve yeni tür malzemelere dayanan) üretiyorlardı. Kendilerinde eksik olan temel bilimler ile ilgili sonuçları yurt dışından transfer ediyorlardı. Ama bu alanlarda onlar tek başlarına, Latin Amerika, Afrika, Yakın ve Orta Asya (İsrail hariç) kadar bilim üretebiliyorlardı. Bu bile, Japonların teknolojilerini geliştirmelerinin temposunu arttıramıyordu. Böyle olduğundan Japonya kendi temel bilimler üretimini daha hızla geliştirmek zorunda kaldı ve bu zorluktan başarı ile çıkabildi.
Sovyetler Birliğinde bilim ve yeni teknolojiler üretim merkezi Bilimler Akademisi idi ve bütün ülkedeki bilim-teknoloji işleri yönetimi orada toplanmıştı. Akademinin Başkanı Parlamentoda eğitim, bilim ve yeni teknoloji üretimi (askeri dahil) grup başkanı olurdu ve Komünist Parti Merkezi Komitesi üyesi seçilirdi. Böyle bir görev en iyi bilim adamları arasından, fizikçilere, bazen da matematik-mekanikçi veya kimyacılara verilirdi. Hatırlatalım ki, hem Sovyet hem de Amerikan atom bombaları projelerinin başında Yahudi kökenli teorik fizikçiler bulunmaktaydı. Sovyetlerde Yuliy Hariton, Amerika’da ise Robert Oppenheimer.
Atom bombasının üretimi fizikten çok daha fazla yeni teknolojiler üretimi ve mühendislik işleri gerektirmekteydi. Bu nedenle de baştaki bilim adamlarından, oldukça geniş bakış açısı ve hızlı çalışan beyin istenmekteydi. Bizler ve bizlere benzer dünyadaki toplumların çoğu ise, işlerin başına arkadaşlarımızın arkadaşlarını getiririz, çünkü gerekli kriterlere gerek duymayız, yeter ki çok para harcansın ve ülke içinde reklam yapılsın. Unutmamak gerekir ki, ekonomik kalkınmanın yaklaşık %75’i temel bilimlerin ve yeni teknolojilerin üretimine bağlıdır, gürültü seviyesindeki makale sayısına ve reklama değil. Yeni teknoloji üretimi, fabrikalarımızdaki yeni TV, araba ve dr. üretimi değildir. Bunlar diğerlerinin buldukları teknolojilerdir. Yeni teknolojinin yurt dışında satılabilen patentleri olmalıdır, eğer bunlar gizli silah üretimine bağlı değilse.
Bilim üretimi de, bilime yenilik getirmektir, sadece deney ve gözlem yapmak, verileri indirgemek ve sonuçlarını grafikler şeklinde sunmak değil. Bunlar bilimdeki gürültüdür. Cihazlarda üretilen ve sinyalin kesin şeklini engelleyen gürültü gibi. Bizim içimizde böyle işleri çok yapanlar, büyük bilim adamları sayılabilirler, böyle çalışmalar yapanlar öğretim üyeleri olurlar ve TÜBİTAK projeleri yürütürler. Gürültü içeren ve bilimin gelişmesine yaklaşık olarak hiçbir katkıda bulunmayan makaleler ödüllendirilmeye neden olurlar. Ama mühendislik bürolarında çalışanları doçent ve profesör yapmıyoruz, çünkü onlar üniversitelerin diplomalar dağıtan bölümlerinde çalışmıyorlar.
Bazılarımız sanıyor ki, üniversite öğretim üyeleri örneğin fiziği, kolejlerin ve liselerin fizik öğretmenlerinden daha iyi bilirler ve fizik ile daha fazla ilgilenirler. Ama bu öğretim üyelerinin yaklaşık yarısı için geçerlidir. Keşke hepsi için geçerli olsaydı. Üniversiteleri böyle kalitesiz durumdan koruyan yasalar olmalıdır. Örneğin, sıradan bir yardımcı doçente yüksek lisans ve doktora öğrencileri verilmemelidir. Profesörler bile, makaleleri olmayan konularda doktora ve tez danışmanı ve doktora jüri üyesi olmamalılar. Doktora konusunda makale yayınlamamış bir öğrenci tez savunmasına alınmamalıdır. Tez savunmaları herkese açık ortamda olmalı ve tez ile ilgili yazılı fikirler de mutlaka değerlendirilmelidir. Ama işlerin kötü durumda olması YÖK’ü, TÜBİTAK’ı, TÜBA’yı ve diğer kurumları hiç rahatsız etmiyor desek çokta yanlış olmaz.