Başlığı gördükten sonra bu yazıyı okumayanları kınayamam.
Hatta “sana ne” diyen, akıllarını gündem mühendislerinin kullanımına sunmamış
olanlara saygı ve hayranlığımı peşinen belirtirim.
Yanlış, hatta saçma gibi görünse de bilgi toplumuna ilişkin kavram ve sorunların tartışılması gereken ülkemizin gündemindeki en can alıcı sorulardan biri ne yazık ki bu, hem de yıllardır!.. “Kadınlar nasıl giyinsin?”
Tarihimiz boyunca sık sık yaşanan ancak küllenmiş bir konu olan “kadınların ne giyebileceği” konusu son yıllarda yeniden gündemin başına yerleştirilmiş bulunmaktadır. Bu konu kadınlara ve onların özgür iradesine bırakılması gerekirken, son yıllarda özellikle propaganda aracı yapılmış, oy getiren bir araç olabildiği ve toplumsal tahribata yol açtığı görüldükten sonra da bir kısım iç ve dış çevrelerce sürekli bir soruna dönüştürülmüştür.
Bu konuda özgürlükleri savunması gerekenler, yasakları savunur duruma düşmüş, gerçekte yasakçı olanlar ise, kadın giyiminde özgürlüğün savunuculuğunu yapar olmuşlardır.
Beslendikleri düşünsel kaynakları totaliter bir eğilim taşıyan siyasal düşünce ve yaşam biçimleri, uygun ortamları bulduklarında ve eleştirdikleri yönetimlere karşı belli kazanımlar elde ettiklerinde, gerçek yüzlerini göstermeye başlarlar. Bazılarınca yıllarca “başörtüsü zulmü” söylemi dilden düşmemiş, ancak bu konuda belli mevziler kazanınca kendi standartlarına uygun giyinmeyen kadınlara karşı “zulüm” yapmaya başlamışlardır. Meşhur 28 Şubat’a kadar üniversite öğrencileri ve memur kadınlar saçlarını örtüyorlardı ve yadırganmayı saymazsak, bir baskı görmüyorlardı. Fakat âdeta bir kampanya biçiminde birçok şehrimizde başı açık kadınlar saldırıya, tacize, aşağılamanın binbir biçimine maruz kaldılar. Bunu yapanlar kadınların başörtüsü takmasını isteyen erkeklerdi. Her türlü medya kullanılarak, sanki ülkenin tek sahibi kendilermiş gibi, sanki tek doğru kendilerininmiş gibi ülkeyi terörize ettiler, başka kadınlara giyim biçimi dayattılar. O kafayla ülkede yönetimi ele geçirselerdi ülke nüfusunun yarısını keseceklermiş gibiydiler. Taşrada saçını örtmeyen kadınlara ve onları savunan erkeklere yoğun bir baskı yaşattılar. Bu durumu Cezayir, İran ve Afganistan örneklerinin yanı sıra ülkemizin bazı bölgelerinde de gördük, yaşadık. Bu baskı ve zulüm, zamana yayılmış bile olsa o kadar şiddetliydi ki, kadınlar istemeye istemeye saçlarını örttüler ama yaşama biçimlerinden ötürü bu baskının durdurulması için şikayetlerini de devlet katından esirgemediler. Ardından yasak geldi, zoraki örtünenler rahatladı ama kendi kararıyla örtünenler bu kez üzüldü, kırıldı, döküldü.
* * *
Başörtüsü Türkiye’nin kronik sorunu haline getirilmiştir. Oysa başörtüsü Türkiye’de yaşayan kadınların çok küçük bir bölümünü, devlette memur olarak çalışan kadınları ilgilendiren bir konuydu. Ülkemizde istihdam edilen memur kadınların ise çok küçük bir bölümü başını örtme talebinde bulunmuştu. Oysa sorun tüm Türk kadınının sorunu olarak sunuldu ve yanıltmaca yaratıldı.
Aslında Türklerde giyim konusundaki tartışmalar, İslam’ın kabulüyle, yeni bir kültüre girilmesiyle başlamıştır. Arap kültürüne ne kadar yaklaşılırsa, Arap gelenekleri ne kadar uygulanabilirse o kadar iyi Müslüman olunabileceği görüşü topluma işlenmiştir. Bunda “sünnet” de etkili olmuştur. Ziya Gökalp’ın dediği gibi, İslamiyet aracılığıyla Arap kültürüne boyun eğilmiştir. Bunun sonucu olarak Osmanlı Devleti, başta dili olmak üzere kendinden çok şey kaybetmiş, kendi halkına yabancılaşmıştır.
Osmanlı, özellikle son dönemlerinde kadın giyimi ile oldukça sık uğraşır hale gelmiştir. Cumhuriyetle birlikte bu konu gündemden çıkmış ancak yakın zamanlarda yükselmek isteyen siyasal İslamcılar tarafından kadınlara özellikle (çoğu yoruma açık) dinsel kaynaklar gösterilerek kapanmaları (saçlarını örtmeleri, pardösü ya da çarşaf giymeleri), kamusal mekanlara çıkmamaları telkin edilmiş ve edilmektedir.
Bir kez kapanan ya da kapanmaya zorlanan kadınlar ise adeta “kulaklarını da” kapatabilmekte ve onlara ulaşılamamaktadır. Bunu telkin eden ya/ya da yüngül (hafif) şiddetle zorlayan toplum kesimi, onlardan giydikleri kıyafete uygun bir davranışlar demeti beklemekte ve kadınlar buna zorlanmaktadırlar. Bu beklenen davranışlar, kadını adeta toplumsal yaşamdan silen, dünyadan, yaşamdan elini çekmiş varlıklar durumuna düşürmektedir. Kendilerinden (son tahlilde) sadece çocuk doğurma ve onları toplum için yetiştirme, ev işlerine bakma vb görev ve sorumluluklar beklenmektedir. Bu ise kadın kimliğini yok etmek ve tarım toplumundaki (ortaçağdaki) konumuna itmek anlamına gelmektedir.
Öte yandan, saçı açık olan kadınların bir kısmı ise bunun kişisel bir konu olduğu ve kişisel özgürlüklerini ilgilendirdiğini, giyimin bir zevk işi olduğunu savunmakla beraber, yeterli bilgi birikimine sahip olmadıkları da görülmektedir. Peki, dileyenin hangi gerekçeyle olursun olsun örtünmesine bazıları neden karşı çıkmaktadır? İlk izlenim edinmiş oldukları korku veya kaygıdır. Bu kaygılar örtünmeyenlere yönelik örtünmeyi destekleyenlerin dışlayıcı ve aşağılayıcı tutum ve davranışlarından kaynaklanmaktadır gibi görünüyor.
Gelinen noktada toplum artık bu tartışmadan bıkmış, daha öncelikli ve milletin kaderiyle ilgili sorunlar varken bu konuya odaklanmanın garipliğiyle, “ne olacaksa olsun” çizgisine ulaşmıştır. Toplum aslında konunun gündemden çıkmasını istemektedir. Saçını örtmeyen birçok kadın ve aileleri de bunlar arasında sayılabilir. Oysa her iki cephede de “bu işten ekmek yiyen” epeyce çok muhterem zat bulunmaktadır. Konunun sürekli gündemde tutulması onların ekmeğine bal olmaktadır.
Bu konuda ilginç bir anekdotu da paylaşmak gereklidir sanırım. Değişik sağ hükümetlerle iyi ilişkiler içinde olan Prof. Nevzat Yalçıntaş, önemli bir ayrıntıdan söz ediyor. Başörtüsü tartışmalarında göz önünde bulundurulması gerekir kanısındayım. Bu şekliyle (tek tip) türbanın ABD’nin yeşil kuşak projesinin bir ayağı olarak fitne için sokulduğunu dile getiriyor.
Bu konunun araştırılması, güncel bazı sorunlara çözüm getirecek niteliktedir.
GİYİM
İnsanlar çeşitli nedenlerden dolayı giyinirler. Bu nedenler; korunma, doğal koşullara uyum sağlama, dinsel ya da felsefi inançlar, yapılan işe uygunluk sağlama, yönetimler tarafından belirlenen kıyafetleri giyme, psikolojik eğilimler ve moda gibi nedenlerdir. Cinsiyet, toplumsal kültür, iklim, ekonomik ve sosyal koşullara göre insanlar birbirlerinden oldukça farklı giyinirler. Bunları biraz açacak olursak:
Korunma içgüdüsü; insanoğlunun giyinme gereksinimi, vücudunu ya da vücudunun duyarlı yerlerini korumak, saklamak içgüdüsü ve isteğiyle başlamıştır.
Doğal koşullara uyma; doğa içinde, onun bir parçası olarak yaşayan insan, giyinirken onun koşullarına uymak zorunda kalmıştır. İnsanın yaşadığı yerin yüksekliği (ova, yayla), çöl olup olmadığı, mevsimler arası sıcaklık ve soğukluk etkileri, yağışlar vb etkenler hep giyimin türünü ve biçimini belirlemiştir. Sıcak bölgelerde vücudun önemli yerleri dışarıda bırakan giysiler giyilirken, çöllerde kum fırtınalarına karşı vücudun her tarafı kapatılmıştır. Kutuplara yakın bölgelerde ise yine kapalı ve kalın giysiler giyilmiştir.
Dinsel ya da felsefi inançlar; giyimi belirleyen önemli etkenlerdendir. Çeşitli inanç ve felsefe savunucuları birbirlerini tanımaları ve diğerlerinden ayırt etmeleri için benzer giyimler kullanmışlardır. Geçmişte büyücüler, daha sonraki dönemlerde ise din adamları ayrı giysiler giymişlerdir. Bu giysiler onlara hem bir ayrıcalık sağlamış, hem de derecelerini belirtmiştir. Dinler giysilerin niteliğini de etkileyebilmektedirler. Örneğin; budizmde deriden yapılan giysiler giyilmez. İslam toplumlarında da giyim konusunda çeşitli düzenlemeler bulunmaktadır. Dinsel ya da felsefi inançların giyim konusundaki etkileri temel inançlardan çok onun taraftarları arasında ün yapmış temsilcilerin, din bilginlerinin kişisel yorum ve görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Örneğin; 16. yüzyılda Şeyhülislam Ebussuud, devlet büyüklerinin ipek elbise giymelerini helâl bulmaz, Yahudilerin giydikleri şapkayı giymenin ise küfür olduğunu söyler.
Din adamları, yorumlarını dine dayandırdıkları için toplumları kolay etkilemektedirler. Yorumlar ise yorumcunun entelektüel çapının ötesine geçemez. Çağın değerleri ve kapsamlı bilgi ve felsefi disiplinden yoksun yorumcular insanın içinde hareket edemeyeceği kadar dar kalıplar içinde elbise giydirirler ve insanı boğarlar. Konu din olduğu için inananlar yanlış yapmamak adına fazlaca sorgulamaya cesaret edemezler.
Yapılan işe uygunluk sağlama; kişinin uğraştığı işe göre giyinmesidir. Bahçıvanın tulumu, hemşirenin, polisin, itfaiyecinin ya da askerin üniforması gibi. Yönetimler devlet görevlilerinin meslek gruplarına göre giyimleri için yasal düzenlemeler yapar. Bunun en kapsamlısı Osmanlı döneminde görülür. O dönemde ordu mensuplarının yanı sıra, saray görevlileri, bilginler vb için de başlıktan ayakkabıya varıncaya kadar her şey ayrıntıyla saptanmıştı. Kadınların etek boyları, giysinin rengi bile belirliydi.
Yönetimsel düzenlemeler ise; devlet yönetimlerinin zaman zaman politik, dinsel ya da ekonomik nedenlerle giyim kuşamla ilgili yasal ve bağlayıcı düzenlemeler yapmasıdır. Bu düzenlemeler devlet görevlilerinin tek tip giysi giyerek yurttaşın karşısına toplumdaki çeşitli kesimleri temsil eden kimseler olarak değil, devletin görüşünü temsil eden kimseler olarak çıkılmasını sağlar. Özellikle etnik, dinsel ya da siyasal açıdan yeterince kaynaşmamış toplumlarda kamu görevlilerinin üzerinde uzlaşılmış bulunan anayasa ve devleti temsil eder giysiler giymesi, yurttaşları rahatlatıcı, devletin tarafsızlığını yansıtıcı ve devlete bağlılığı artırıcı etki gösterir.
Tarihte de yönetimler çeşitli gerekçelerle farklı kıyafet düzenlemeleri yapmışlardır. Bunlar özellikle cizye gibi vergileri toplamada işlemleri kolaylaştırmaktadır. Hz. Ömer zamanında Müslüman olmayanların “ayırt edilmesi için” ayırt edici bir giysi giymeleri ya da belirli bir işaret takmaları zorunluluğu getirilmişti. Eski Türklerde böylesi bir uygulama olmasa bile Selçuklular ve Osmanlılarda da benzer uygulamalar olmuştur. XIV. yüzyılda Müslüman erkekler külahlarına beyaz tülbent sararken, Rumların mor ya da mavi, Yahudilerin ise sarı şerit takmaları zorunlu idi. Bununla insanlar kıyafetlerine bakarak tanınabiliyordu.
Giyimi belirleyen bir etken de ekonomik koşullardır. Giyim bireyin belli bir zaman, emek ve para harcayarak elde edebileceği bir şeydir. Bu nedenle ekonomik koşullar giyimin türünü, kalitesini etkiler. Bu bağlamda örtünme bazen dinsel olmaktan çok ekonomik koşullarca yönlendirilir. Birçok yoksul kadın bir pardösü ve eşarpla aslında yoksulluğunu örtmektedir. Aylarca, bazen yıllarca aynı giysiyi giyer. Giysisine bakarak siyasi değerlendirmeler yapmak yanıltıcıdır.
Psikolojik etkenler ve moda da giyimin türünü belirlemede önemli bir etkendir. Birey seçtiği renk, desen, model ve giysi türü ile kendi özünü dışa vurmak ister. Biçim özün yansımasıdır. Birey kendini ifade edebilecek, kendine güvenini sağlayacak giysileri tercih eder. Ya da birey güzel, ince, uzun, varlıklı, özenli bir kişi olduğu izlenimini doğurmak, etrafına korku salmak, güçlü görünmek gibi nedenlerle farklı giyinmek ister ve bu bireyin sağlıklı ve dengeli bir kişilik olmasını sağladığı için çok doğaldır. Son zamanlarda “tesettür” adı altında yaygınlaşan pardösülü başörtüsü ise tüm yurttaşları adeta tek tip giysi içine sokmaktadır. Giysinin estetiği bir yana, bu giysi ile psikolojik gereksinimlerin karşılanması zordur.
Görgü kuralları da giyimi etkiler. Gelenek ve görgü kuralları bayramlarda, törenlerde, plajda, spor yaparken, kamuya açık yerlerde yadırganmayacak giysilerin giyilmesi için bireyi etkiler. Ancak bu durum oldukça görelidir.
Çağımızda kitle iletişim araçlarının etkisiyle moda hızla yayılmakta ve insanları etkilemektedir. Bireyler özendikleri, beğendikleri insanların giydiği ve yakıştırdığı giysileri giyerek o kişilerle özdeşleşebilmekte ve özgüven kazanabilmektedir.
İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRKLERDE KADIN VE GİYİM
İslam öncesi Türklerde devleti hakan ile hatun birlikte temsil etmektedir. VIII. yüzyılda Orhun yazıtlarında Türk kadınından saygı ile bahsedilmektedir. Aileye bir kız evladın gelişi diğer kavimlerde olduğu gibi şerefsizlik sayılmaz, tersine bazı kadınlar kendilerine kız evlat vermesi için Tanrı’ya yalvarırlardı. Devlet geleneklerine göre sadece “han emreder” sözleri ile başlayan bir emirname çıkarılırsa geçerli sayılmaz, ancak “han ve hatun emreder” biçiminde başlarsa geçerli olur. Diplomatik kuryeler, han tek başına olursa huzura kabul edilmezler. Savaşta, siyasi toplantılarda, toplumsal ilişkilerde kadın her zaman eşinin yanında yer alırdı. Ailede çocuğun sorumluluğu eşlerin her ikisine de aitti. Kadınla erkek aynı sorumluluğu paylaşırlardı. Kızlar kendileriyle evlenmek isteyenlerle dövüşür ve yendikleriyle evlenmezlerdi. Bu gelenek kadınlarında erkekler gibi iyi kılıç, kalkan kullanmak üzere yetiştirildiklerini, yani her alanda erkeklerle denk olduklarını göstermektedir.
Kadın giysisi üç parçadan oluşmaktadır. Ayağa giyilen “şalvar”, vücuda giyilen “cepken” ve “üstlük”. Ayağa ayakkabı, başlara ise çok çeşitli ve süslü “başlık”lar giyilmekteydi. Kadınlar yüze ve saçların güzelliğine çok önem vermekteydiler. Başlangıçta deriye dayalı olan giyim, yerleşik yaşama geçildikten sonra ve özellikle budizmin kabul edilmesinden sonra dokumaya dayalı olmuştur. Bu dönemde erkek ve kadın giysileri birbirine benzerlik ya da yakınlık yönünden de dikkati çekmektedir. Farklar giyimden çok kuşamda olmaktadır.
İslam öncesi dönemde kadınlarda olduğu gibi erkeklerde de uzun saça önem verilmektedir. Erkeklerin başlarına bugün “fötr” diye bildiğimiz şapkadan giydiklerini de burada belirtmek gerekir. Bu şapka Atilla’nın ordularıyla birlikte Avrupa’ya yayılmış ve evrim geçirmiştir. Bugün Kırgız ve Kazaklarca özgün hali hâlâ kullanılmaktadır. Hacivat ve Karagöz’ün şapkalarının da bu olduğu söylenir.
Eski Türk toplum anlayışı kadına da toplum içinde önemli bir yer tanıdığı için kadınlarla erkekler arasında “kaç-göç” denilen bir soyutlama yoktu. Böylece toplum kadın ve erkek diye ikiye ayrılmamış ve bütünleşmişti.
İSLAMİYET SONRASI TÜRKLERDE KADIN VE GİYİM
Arap kültürünün etkisi altında Türk kadınlarının toplumsal statüleri bozulmaya başlamıştır. Arap ülkelerindeki kadınların durumu Türk kadınlarından çok farklıdır. İdeali; yüksek ahlâk ve gerçek adalet getirmek olan İslam dininin, toplumun önemli bir yarısını hiçe saydığı düşünülemez. Ancak, İslamiyet Arap ülkelerinde doğmuştur ve uygulamalar (muamelat) bir dereceye kadar onların gelenek ve göreneklerinden (kısacası kültürlerinden) etkilenmiştir.
İslam, Arap kadınına önemli haklar getirmiştir. Ama Müslüman olmak, daha ileride olan Türk kadınını geriletmiştir. Kadın eve kapatılarak inzivaya çekilmeye zorlanmıştır. Bu durum kadınların psiko sosyal sağlığını bozmuş, yeterince eğitimden yararlanamamış ve erkeklerin malı muamelesi görmelerine neden olmuştur. Bugün Müslüman olan, ancak Arap kültürü etkisinden uzak kalabilmiş (örneğin Türkistan) Türk topluluklarında kadının toplumsal statüsünün daha yüksek olduğu görülmektedir.
Türklerin Müslümanlığı kabul etmeleriyle birlikte yurtları da değişmiş, değişik bir kültür ve iklim bölgesine göç etmişlerdir. Bu geçişler giysilerde değişimi de beraberinde getirmiştir. Bunlar:
Derinin yerini dokumaya bırakmıştır.
Örtünme (tesettür) denen yeni bir kavram ya da etken ortaya çıkmıştır.
İranlıların ve Arapların giysileri yaygınlık kazanmıştır.
Kent ve kırsaldaki giyimler farklılaşmıştır.
Güçlü merkezi örgütlenmelerin etkisiyle tek tip giysilerin (üniforma) oranı artmıştır.
Avrupa ile ilişkilerin artması sonucu da giysilerde Batı etkisi görülmeye başlamıştır.
Cumhuriyet Dönemi
Cumhuriyetin kurulduğu dönemde Türkiye’de yaşayan insanların birbirinden oldukça farklı kıyafetleri bulunmaktaydı. Birinin kıyafetine bakarak onun köylü, kentli, hangi meslek grubundan olduğu, Batı yanlısı olup olmadığı, ait olduğu etnik grup, hangi din, hangi mezhepten olduğu anlaşılabilirdi. Hatta aynı mezhebe sahip olanlar bile tarikatlarını belirtmek için kuşaklarında ya da sarıklarında bir işaret taşırlardı. Kadınlarda giyim ise kentlerde bazen çarşaf, peçe, köylerde ağırlıklı olarak entari ve şalvar giyme biçimindeydi. Başa leçek, yazma, şal ve tülbent gibi giysiler örtülürdü.
Çarşaf, Farsça’da gece örtüsü/elbisesi demek olan çadır-ı şeb’dir. İran giyiminden geçmiştir. Osmanlı döneminde de çarşaf, tesettür için zorunlu tutulmamıştır. Hatta İslamcı görüşün temsilcisi olduğu söylenen II. Abdülhamit, bazı kötülüklerin saklanmasına yardım ettiği için bir ara çarşaf giymeyi yasaklamıştır. 2 Nisan 1892 günlü yasak emrinde Abdülhamit şöyle diyordu: “İslam kadınlarının, cümle-i ev âmir-i ilahiyeden bulunan usul ve adabı mergube-i tesettür ve ihticaca dikkat ve itina etmeleri lüzumu vareste-i beyan ve ityan olarak, işbu çar-ı şebler ise İslam kadınlarınca emr-i tesettüre asla muvafık ve müsaid olmadığı gibi, li-kasdahi bir yerde fesad ve melanet olarak istimal edilmekte …” (… Çarşafın tesettür emri olmadığı, fesat ve melanet yaydığı…)
Cumhuriyet döneminde kıyafet düzenlemesi keyfi bir sebep ya da Batıya benzeme gibi taklitçi bir anlayışın değil bir zorunluluğun sonucudur. Padişahın kulu olmaktan yurttaşlığa geçen insanların kıyafetlerin birbirinden çok farklı olması ve insanların “kimliği”ni belirtmesi, tarihten kaynaklanan etnik (Arap, Kürt, Çerkes, Yörük) ve dinsel olumsuz önyargıları (örneğin Alevi-Sünni) sürekli gündemde tutuyor ve toplumun kaynaşmasını, ulusal birlik ve bütünlüğü önlüyordu. Bu ise yeni kurulan ve ulusal bütünlüğü sağlamayı ve uluslaşmayı amaçlayan devletin önünde ciddi bir sorundu. Bunu aşmak için “erkeklerin” kıyafeti değiştirildi ve giyimde ulusal bütünlük sağlanmaya çalışıldı. Kadınların kıyafetleriyle ilgili bir düzenleme yapılmadı. Kadın kıyafetleri dolaylı yoldan etkilendi. Bu ise, şer’i hukukun kaldırılmasıyla yani kadın giyimi üzerindeki yasakların kalkması biçimindedir. Yasaklar kalkınca, kadınlar özgürce giyinmeye başladılar.
F.R. Atay, Çankaya adlı kitabında son dönem Osmanlı kentli kadınının durumunu şöyle anlatmaktadır:
“Taassup için ahlak ırz, ırz da bilhassa kadın demektir. İstanbul’da kadınların ırzından yalnız kocaları, ana babaları sorumlu değildi. Bütün mahalle halkı aile hayatını kontrol ederdi. (…) Sokakta herkes kadın kıyafetlerine karışmak hakkını kendinde görürdü. Yüzler, eller, kollar ve bacaklar iyice kapanmalı, çarşaflar vücut biçimini hiç sezdirmemeli, peçeler bir süs değil, tam bir örtü olmalı idi. (…) Harp, pahalılık gibi hadiseler olduğu, veya idare aleyhine dedikodular arttığı vakit, hemen kadın kılığı günün meselesi haline gelirdi. Kadın erkekle bir arabaya binemezdi. Vapurlarda, tramvaylarda, muhallebici dükkanlarında kadın yerleri perde veya kafes ile erkek yerlerinden ayrılmıştı. (…) Mütareke gazeteleri okununca, Osmanlı Saltanatının sanki kadınlar yüzünden batmış olduğunu zannedersiniz. Mondros’da teslim olmuşuz, kadına hücum, Hazine dar, o ay maaş çıkmamış, kadına hücum. Gazetelerin birçoğunda İstanbul polis müdürlüğü kadın meselesi ile alakalanmadığı için tenkid edilmekte idi.”
Kadını sosyal yaşamın dışına itmek ve eve kapatmak, saçı, kolu vs açık diye ona baskı uygulamak, onu bir insan olarak değil, sadece erkeğin sahip olduğu cinsel bir araç olarak görmek anlamına gelir. Bu kadını alçaltır. Tevfik Fikret’in “Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer” demesi bundandır. Kadının aşağılanması erkeği de aşağılamaktadır. Bir insanın başka bir insanı aşağılaması ahlaksızca bir tutumdur. Bu İslâm’ın özüne de aykırıdır. Erkeğin her türlü özgürlüğe sahip olması sağlanırken kadını eve hapsederek, onun insan olarak haklarının elinden alınması, çocuk yapma ve ev işlerini idare etmekle görevlendirilmesi günümüz insan hakları anlayışına uymayacak bir durumdur. “Hayat arkadaşı”, “eş” olması gereken karı-koca ilişkisinin ortadan kalkarak onun yerini “efendi-köle” ilişkisinin alması kaçınılmaz olmaktadır. Bu cinsiyet ayrımcı ve eşitsizlikçi bir durumdur. Cumhuriyetin ilanından beri kadın hakları alanında istenilen yere gelinememişse de evlilikteki ilişki, “efendi-köle” ilişkisinden “hayat arkadaşı” ilişkisine gelmiştir. Bu bilinçte olan kadınların bu kazanımları terk etmesi beklenemez.
Kadını sadece gözleri dışarıda kalacak biçimde örtünmeye zorlama ve bunu erkeğin bakışlarından koruma adına yapma, erkekleri de aşağılayıcı bir anlayıştır. Erkeğin sanki bir sapıkmış gibi algılanmasıdır. Erkeği, bir tutam saç teli ya da bir dirhem kadın eti görünce saldırganlaşan bir yaratık olarak görmektir. Cüzi irade yoluyla külli iradeye karşı çıkmak demektir. Bu durum “nefsi tezkiye” ile açıklanamayacak kadar karmaşıktır.
İnsanın kadın türü erkekten daha alımlı-gösterişlidir. Kadının yaratılışı ya da doğası gereği bu böyledir. Kadın olduğundan daha güzel görünmek için süslenmek ister. Onun elinden bu özelliğinin alınması, engellenmeye çalışılması, yaradılışa (fıtrata) ters düşen bir durumdur. Böyle olduğu içindir ki tarihte en yoğun teokratik yönetimlerde, erkek egemen toplumlarda dahi kadın tam olarak erkeklerin istedikleri biçimde örtünmemiş, sınırları hep zorlamıştır. Kadınlar üzerindeki erkek egemenliğinin ve ideolojik baskının kalkması durumunda kadınların zevksiz giysileri kullanmayacakları ortadadır. Nitekim konu gündemin gerisine itildiğinde ya da sebestlik arttıkça kadınlar tektip giysiden uzaklaşmaktadırlar. Sonuçta kadın giyimde son kararı kendisi verememekte, babası, abisi ya da kocasının dayatmalarına uymaktadır.
“Kapatılan” kadının kişilik hakları da gasp edilmiştir. Çünkü kişilik ve kimlik belirtmenin en basit yolu istediği gibi giyinmektir. Örneğin saç modeli, insanın kendisini nasıl gördüğünün ve göstermek istediğinin bir simgesidir. Bireysel kimliğin yok edildiği hapishane ve kışlalarda ilk yapılan eylem saçların kesilmesidir. Bu davranış, bireylerin üzerinde egemen bir irade olduğunu ve kişiliklerinin artık katıldıkları topluluğun kolektif kişiliğinin dışında hiçbir anlam taşımadığını vurgulamak içindir. Saçın sıfırlanması, zorla örtülmesi ya da “zamana yayılmış şiddet” (alıştıra alıştıra) nedeniyle kişinin kendiliğinden kapanmaya zorlanması, kişinin dışavurum özgürlüğünü sınırlamak yanında, bağımsız kişiliğini yok saymak demektir.
Kadını toplumsal yaşamın dışına atmak, ulusu erkekler ve kadınlar diye ikiye bölmek demektir. Oysa bir ulus kadın ve erkeğin toplamıdır. Atatürk’ün deyişiyle “Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kaabil midir ki bir kütlenin bir parçasını ilerletelim, diğerine müsamaha edelim de kütlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin? Mümkün müdür ki, bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok yükselme adımları, dediğim gibi, iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenilik alanında birlikte yol alınmak gerekir.” Kısaca, her iki cins birbirini tamamlar. Bu yaşamın her alanında geçerlidir.
Cumhuriyete kadar kentli kadınlar kafes gerisine kapatılmış, çarşafla örtülmüş ve sokağa çıkması kısıtlanmıştır. Ancak bu durum kırsal alanlardaki kadına daha az yansımıştır. Kırsaldaki kadın çarşafa girmediği gibi, eşiyle birlikte tarlada bahçede çalışmış, gerektiğinde cepheye cephane taşımış, hatta çarpışmıştır. (Yandaki karikatür, Orhan Seyfi Orhon’un Yeni Kalem Dergisinin 5 Nisan 1928 tarihli sayısının kapağında yer almış. Atatürk, Türk kadınını bağlayan zincirleri kırarak esaretten kurtaran bir kahraman olarak çizilmiş.)
Eyüboğlu diyor ki, Osmanlı döneminde de olmayan – bilinmeyen ve eski Zerdüşt inanışlarına göre üçgen biçiminde bağlanan türbanın, dinle İslamla ilgisi yoktur. Bu başlık ülkemize 1960’lı yılların ardından girmiştir. Türban, kadın başörtüsü değil, bir “tarikat” simgesidir. Kur’an’ın hiçbir yerinde “türban”ı anımsatan veya gösteren hiçbir sözcük yoktur. Örtünmeyle ilgili sözlerde de, tüm kadınların benimsemeleri gereken kesin bir biçim, bir “üniforma” niteliği yoktur (Eyüboğlu 1998).
Türban, bir “İslam örtüsü” anlamında da yorumlanamaz; sözgelimi günümüz Arabistan’ında bu biçimde bir örtü kullanılmaz. Arapçada “p” ve “ç” sesleri olmadığından, “peçe” de ve “çarşaf” da yoktur; Farsça’dan alınmıştır; Araplar bu örtüleri bilmez ve adlarını bile söyleyemez. Peçe ve çarşaf İran kökenlidir. Bugün, ülkemizde tartışma konusu yapılan, öyle sürdürülen, sürdürülmesinde yarar görülen bu örtünün İslamî olmakla bir ilgisi yoktur. Bir şekilde ortaya çıkmış bir örtünme biçimidir.
Laiklik
Bir ulusun kadınlarının düzeyi ne ise, ulusun düzeyi de odur.
Gerek İslam dünyasında, gerekse Avrupa’da totaliter rejimlerin egemen olduğu, ataerkil yapının binlerce yıllık etkisinin her alanda duyulduğu bir dönemde, Kemal Atatürk ve arkadaşları görkemli bir devrim gerçekleştirmişlerdir. Aydınlanmacı ve halkçı bir tutumla herkesin rahatlıkla okuyup yazabileceği bir eğitim ortamı yaratılarak cinsiyet ayrımcı kültürel kalıplar kırılmaya çalışılmıştır.
Laiklik; dinsel etkinliklerin, devlet, düşünce ve ekonomik yaşamdan ayrı olarak ele alınmasını, devletin dinsel esaslara ve güce dayanmamasını, gücünü doğrudan doğruya ulustan almasını öngören bir kavramdır. Laiklik dünyayla ilgili işleri ve otoriteyi dinsel işlerden ve otoriteden ayırmaktır. Devlet gücünü ulustan aldığından, en büyük dünyevi otoritedir. Bu yönden laiklik, dinin diğer dünyayla ilgili kurumları kontrol etmemesi ve dinin yalnız dünyayla ilgili etkinliklerin ötesindeki, gerçek dinsel hususlarla ilgilenmesini sağlayan, dinin hakkını dine, devletin hakkını devlete veren bir kavramdır. Teosantrik yaşamı kamusal alanın dışında tuttuğu için din, mezhep ya da değişik inanç türleri arasında çatışma yaşanmaz.
Laiklik; bir insanın başkasının giyimine, başkalarını ilgilendirmeyen davranışlarına, uyumculuğa zorlamamasını yasal olarak garantiye alınmasının öteki adıdır. Ancak laik devlet inançlar karşısında tarafsız kalan devlettir. Devlet, iş ve işlemlerini memurları aracılığıyla yürütür. Memurlar eğer herhangi bir düşünce ya da inancı temsil eden bir “alâmeti farika”, simge ile “devlet adına” hizmet sunduğu yurttaşın karşısına çıkarsa, devletin tarafsızlığına gölge düşürür. Bu nedenle laik devlet buna izin veremez ve kendisi adına iş yapan memurun kıyafetini düzenler. Bu durum demokratik değerlerle çelişmek bir yana, demokrasinin bir gereğidir. Çünkü devlet, (sadece memurunun değil) hizmet sunduğu insanların haklarını korumak zorundadır.
Kamusal alanlarda inanç ve ideolojisini giyimiyle, rozetiyle, vb. sergileyen bir güvenlik görevlisine, bir yargıç, savcı ya da avukata, bir sağlık görevlisine, bir öğretmene … o inanç ya da ideolojiye katılmayan yurttaşların güven duymasına olanak bulunmayacağı, bu durumda kamu hizmeti sunulan alanların da dayanışma değil, çekişme yerine döneceği açıktır.
Savaş cepheleri önce insanların kafa ve yüreklerinde açılmaktadır. İnsanları, hele gençleri düşman kamplara bölmede en etkili yol, onların birbirleriyle konuşma, yani iletişim kurma olanaklarını yok etmektir. “Benim senden öğreneceğim bir şey yoktur. Tersine benim gibi inanmayanı ‘zararlı’ görüş sahibi sayıyorum” diyen ve bu tutumunu simgelerle açıkça sergileyenlerin barışa değil kavgaya yöneltir. Atatürk’ün belirttiği gibi bu konuda tüm öğretim kurumlarında kavratılması gerekli ölçü şudur: “Hoşgörüsüz kişi kendisi gibi düşünüp inanmayanları dilediği gibi ezemediği sürece kendisini cenderedeymiş gibi hisseder! O nedenle hoşgörüsüzlüğe gösterilecek hoşgörüyü, elleri kolları bağlı kurbanlık koyun durumuna razı olma ölçüsüne vardırmamak gerekir.”
DİNSEL AÇIDAN ÖRTÜNME
Din âlimi olmadığım halde, ilahiyatçılardan yararlanarak bu alana da girmesem yazının açıklayıcı bütünlüğü olmaz. Laik bir devlet düzeninde konunun dinsel yönünün incelenmesine gerek olmadığı söylenebilirse de, dinin önemli bir sosyolojik olgu olması ve okurları bazı görüşlerden en azından haberdar etmek için bu yöne de bakmakta yarar bulunmaktadır.
Eğitimli olup da örtünen kadınlar neden örtünmektedirler? “Bin bir sebeple” diye cevaplamak yanıltıcı olmaz. Çoğu içtenlikle bunun dini inançlarının bir sonucu olduğunu düşünüyor ve örtünüyor. Kimisi aslında eşarp ve estetik fukarası soluk bir pardösü ile yoksulluğunu örtüyor. Kimisi, maganda tacizlerinden kurtuluyor, dokunulmaz oluyor. Kimisi babası, abisi ya da kocasının “ricası” üzerine örtünüyor. Bir kişi ya da kurumdan burs alabilmek ya da bunu sürdürmek için de olabiliyor. Kimisi de açıklık ile saçıklığı birbirine karıştıranlardan olmadığını göstermek için örtünüyor. Bir gruba ait olma ihtiyacıyla, yalnız kalmamak için arkadaşlarını örnek alanlar da var. Başka sebepler de söylenebilir ve bunlar da doğrudur.
İslam dünyasında Hz. Muhammed’den sonra en çok işlenen konulardan biri kadınlarla ilgili dinsel kurallardır. Din adamları Hz. Muhammed’in ölümünden yaklaşık yüz-iki yüzyıl sonra derlenen hadis ve sünnete ve Arap kültürüne dayanarak, genellikle kadınların aleyhine kurallar koymaya ve yorumlamaya çalıştılar. Sonuçta kadınlar kara çarşafın içine ve eve hapsedildiler.
Edip Yüksel’e göre Kur’an’daki ilgili sure (24: 31) bile yanlış yorumlandı. Kur’an meallerinde 24:31 ayetinde geçen “humür=örtüler” kelimesine “başörtüleri” anlamı verildi. Sonradan gelenler de pek incelemeden aynen taklit ederek bunu sonraki kuşaklara aktardılar. Yüksel’e göre ayetin meali şöyledir: “Mümin kadınlara de ki ölçülü baksınlar, iffetlerini korusunlar. Görünen kısımları hariç ziynetlerini açmasınlar ve örtülerini göğüslerinin üzerine kapasınlar…”. “Humür” kelimesi, örtmek anlamına gelen “hamara” kökünden türeyen çoğul bir isimdir. Bunun tekil hali olan “hamr=örtü” kelimesi aklı örten alkollü ve uyuşturucu maddeler için de kullanılır. 24: 31 ayetinde; Allah, kadınlara iffetli olmalarını ve erkekleri tahrik etmemek için örtüleriyle göğüslerini kapatmalarını emreder. Yüksel’e göre, Kur’an, kadınların başlarını veya yüzlerini değil, göğüs yırtmaçlarını örtmelerini öğütler.
Yaşar Nuri Öztürk ise, “Kur’an’daki İslam” adlı kitabında “h,m,r” kökünden türeyen “ihtimar”ın başörtüsü kullanmak, başa örtü takmak anlamına geldiğini belirtmektedir. Oysa Kur’an’da geçen kelime “humür”dür.
Dinsel kaynaklarda önemle belirtilen konunun, iffet ve saygınlığın korunmasının kadın ve erkeğin her ikisine birden emredilmiş olmasına karşın, din adamları bu emri sanki sadece kadınlara verilmiş bir görevmiş gibi algılamışlar ya da öyle anlaşılmıştır. Bu konudaki ayetler şöyle demektedir (24: 30-31). Herkes kendi gözüne, ırzına ve beline sahip olacaktır: “Mümin erkeklere söyle: Bakışlarını kontrol altında tutsunlar. Irzlarını ve bellerini korusunlar… Mümin kadınlara da söyle: Gözlerine sahip olsunlar, ırzlarını ve eteklerini korusunlar…”
Bu ayetlere rağmen örtünme (tesettür) denilince bazılarının aklına sadece kadınlar gelmektedir. Türkiye’de tesettürü savunan erkeklerin neredeyse tamamı Batılı giyimi tercih ederken ve kendileri tesettüre uymazken, kadınlara akıl vermekten geri kalmamaları dikkat çekicidir. Cepheye kadınları sürüp kendileri kadınların arkasına saklanmaktadırlar.
Öte yandan kadın, erkeği günaha iten adeta bir “şeytan” gibi gösterilmekte, saçı ya da makul sayılabilecek kadar açık olan kadınları kendilerini tahrik eden yaratıklar olarak görebilmektedir. Ancak “kendi gözüne, ırzına ve beline hakim olmayı” nedense düşünmemektedirler. Her şeyi kadından beklemektedirler. Kadın için örtünmemek günahsa, erkek için de gözünü sakınmamak, kadına arzuyla bakmak günah olmalıdır.
Sözü yine Y. N. Öztürk’e bırakacak olursak: “İslam ihmal ve günahı olanları ne din dışında ne de Allah’ın kulluğunun dışında göstermez. Esasen her birimizin Allah’ın emirlerinden birini veya birkaçını ihmal ettiği muhakkaktır… Günahların açıkça izlenebilenlerini, fotoğrafları çekilebilenlerini dile dolayıp da içten ve örtülü olanlarını görmezlikten gelmekse tam bir gaflet ve çarpıklıktır. İki-üç ayetle ortaya konan emirleri savsaklayanlar günahkâr olur da, otuz kırk ayetle ortaya konan emirleri savsaklayanlar olmaz mı? Kur’an; gıybet etmeyi, yalan söylemeyi, insanları alaya almayı, haram lokma yemeyi, sayısı 100’ü aşan ayetle yasaklamıştır… İstisnasız hepimiz bu yasaklardan birini veya birkaçını her gün, şöyle veya öyle çiğnemekteyiz.”
Necip Bilge ise konuyla ilgili olarak şu değerlendirmeleri yapmaktadır:
“Kur’anı Kerim’in Nur başlığını taşıyan 24. suresi ile Ahzab adını taşıyan 33. suresinde örtünmeyle ilgili hükümler bulunmaktadır: Nur suresinin 30. ayeti inanan erkeklerin gözlerini (haramdan) sakınmalarını ve ırzlarını korumalarından söz ettikten sonra bunun kendileri için daha nezih ve temiz bir davranış olduğunu belirtmekte ve 31. ayeti de kadınlar bakımından şöyle demektedir: “İnanan kadınlara da de ki gözlerini (haramdan) sakınsınlar, iffetlerini korusunlar; kendiliğinden görünenler ayrık olmak üzere süslerini (ve/veya süs yerlerini) göstermesinler. Başörtülerini yakalarına koysunlar.” Ayetteki “yakalarına koysunlar” diyerek belirtilen kısım, bazı çevirilerde “göğüs yırtmacına kadar” veya “aşağı doğru” yahut da “ayaklarına kadar” sarkıtsınlar biçiminde ifade edilmektedir. Bu ifade değişikliği, örtülecek yerlerin sınırı bakımından santimlerle ölçülecek bir kesinlik taşımadığı gibi, “kendiliğinden görünen şey veya yer” açısından da bir kesin sınır bulunmadığını göstermektedir. Demek ki örtünme yeri sınırlarının tayini zaman ve mekân açısından geleneklere ve yoruma bağlı gözükmektedir.
Ayrıca bu ayete aykırı hareketin, yani belirtildiği biçimde “örtünmemenin yaptırımı” bakımından bir açıklık yoktur. Başka deyişle aykırı hareketin günah olduğu söylenmemiştir. Bir “öğüt” niteliğindedir. Halbuki erkeklere ilişkin olan bir önceki 30. ayette, gözlerini sakınsınlar, iffetlerini korusunlar denildikten sonra, “Bu durum onlar için daha nezih ve temiz” olduğu belirtilmek suretiyle durumun nezaket ve ruh temizliğiyle ilgili olduğu belirtilmek istenmiştir. Kadınların örtünmesiyle ilişkili ayette bir yaptırım bulunmadığına göre, erkekler hakkındaki ayette olan nezaket ve ruh temizliği kavramının kadınlar hakkında da haydi haydi ve ancak kıyas yoluyla uygulanacağı söylenebilir.
Ahzab suresinin 59. ayeti ise şöyle demektedir: “Ey peygamber, eşlerine, kızlarına ve inanan kadınlara de ki, dışarı çıkarken örtülerini örtsünler. Böylesi onların tanınmaları ve incitilmemeleri için daha iyidir” Din bilginleri bu ayetin iniş nedenini şöyle açıklarlar: İslâm’dan önce Araplar Kâbe’yi ve diğer ibadet yerlerini yarı çıplak olarak ziyaret ederlerdi. Bu durum İslâm’daki ibadetin önemine ve kutsallığına uygun düşmüyordu. Öte yandan o zaman evlerinin içinde veya bahçelerinde tuvalet bulunmadığı için kadınların da doğal ihtiyaçlarını gidermek üzere gündüz veya gece evlerden çıkıp sokaklara veya boş araziye giderken bazı erkeklerin sarkıntılıklarına uğradıkları görülüyordu. O zamanın koşullarına göre cariyelere (kadın kölelere) sarkıntılık yapmak ayıp ve kınanacak bir hareket sayılmasa da (çünkü onlara mal gözüyle bakılıyordu), hür kadınların sarkıntılığa uğramaları ayıp olmakla kalmıyor, suç oluşturuyordu. Ancak hür ve köle kadınların giysileri arasında bir ayrıklık bulunmadığı için, suçlu taraf sarkıntılığa uğrayan kadını cariye sandığını söyleyerek ithamdan kurtulmak istiyordu. İşte bunu önlemek için hür kadınların dışarı çıkarken örtü almaları ve böylece hür kadın olduklarının anlaşılması isteniyordu. Hatta cariyelerin sarkıntılıktan kurtulmak için başlarını örttükleri ancak hür kadınlar gibi giyinen cariyelerin cezalandırıldıklarına dair bilgiler bulunmaktadır.
Y. Nuri Öztürk “Allah ile Aldatmak” adlı kitabında da şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Geleneksel fıkha göre kadınlar hür ve cariye olarak iki kısma ayrılır. Cariyelerin örtünmesi tıpkı erkeklerinki gibidir… Allah, kullarından her sınıf için ayrı bir din göndermemiştir. Örtünme, kadınların bir sınıfı için bir türlü, ötekisi için başka türlü oluyorsa bu din emri olmaktan çıkar, sosyolojik bir sınıf göstergesi olur.” Öztürk devamla; “Müslüman kadın, başı, yüzü, dirseklere kadar kolları, bileklere kadar ayakları dışındaki vücut bölgelerini zamanı-zemini, iş şartlarını, iklim ve coğrafyanın özelliklerini dikkate alarak kapatır. Nur 31, ‘kapatılacak bölgelerde de açık kalabilecek yerler müstesna’ kaydıyla değişik zemin, zaman ve şartlara, kısacası örfe pay bırakmıştır. Müslüman kadın, yaşadığı yerin örfünü de dikkate alarak elbette ki o paydan da yararlanır” demektedir.
Felsefeci Şahin Filiz de şu değerlendirmeyi yapıyor: Baş örtmeye Nur Suresi’nin 30. ve 31. ayetleriyle Ahzab Suresi’nin 59. ayeti sürekli kanıt olarak gösteriliyor. Ancak bunlar kesinlikle başörtüsüyle ilgili değildir. Çünkü bu ayetlerde baş ve saç sözcükleri geçmez. Bu kadar önemli, bu kadar vurgulanan bir emir olsaydı saç ve baş sözcüklerinin geçmesi gerekirdi. Oysa böyle bir şey yok. Kur’an’a göre asıl örtülmesi gereken göğüs kısmı ve cinsel organlardır. O dönem giyim kuşam kültürü yeni yeni yerleşen Araplara bu da normal bir tavsiyedir. Öbür yanda Araf Suresi 20, 22. ayetlerde Âdem ve Havva’dan söz eder. “Yasak ağaca yaklaştıklarında utandılar ve hemen ayıp yerlerini örtmeye başladılar”, diyor. Bu Tevrat ve İncil’de de vardır. Ama o surelerde, “Bu arada Havva başını da örttü” diye bir ifade yok. Demek ki kadının başını örtmesi konusu kesinlikle kullanılan ve siyasallaştırılan bir simgedir. Bir dinin Türkiye’de nasıl siyasete alet edildiğini görüyoruz. Arkasından, dini alet eden siyasetin bugünkü aşamada nasıl din haline geldiğini görüyoruz. Bugün ortada İslam dini yoktur, siyaset dini vardır. O siyaset ne söylerse halk onu İslam dininin bir emri gibi görmeye başladı. Asıl tehlike buradadır. Bu siyaset iktidarları yaratıyor; iktidardan düşürüyor; ülkenin kaderiyle oynayabiliyor; Atatürk Cumhuriyeti’ni tartışılır hale getiriyor (27.01.2008 Cumhuriyet Gazetesi). Şahin Filiz başörtüsünün Yahudi geleneğinde çok önemli olduğunu Yahudilerin Talmud ve Torah gibi kaynaklarında başörtüsüne “namus ve iffet” anlamlarının yüklendiğini, bu anlayışın Müslümanları etkilediğini belirtmektedir.
Y. Nuri Öztürk de bu konuya dikkat çekmektedir: “Halkımızın ‘sıkma baş’ diye tanıttığı bu ‘kapatma’, İslam ile değil, Talmut Museviliği ve Pavlus Hıristiyanlığı ile izah edilebilecek bir tavırdır” demektedir (Allah ile Aldatmak, s. 194).
Evden dışarı çıkarken uygulanacak örtünme kuralına aykırı davranışın günah olduğu hakkında Kur’an ayetinde bir işaret bulunmadığı gibi, hukuksal yaptırımdan da söz edilmemektedir. Nur suresindeki ayette “iffetin korunması” ve Ahzab suresinde de hür kadınların “tanınmasından ve sarkıntıya uğramasından” söz edildiğine göre bu hükümlerin teknik anlamdaki inanç ve ibadeti değil, sosyal davranışları düzenlemeye yönelik olduğu ve böylece zamana-mekâna göre değişebilen görgü ve saygı kuralları çerçevesinde değerlendirilmelerinin uygun olacağı söylenebilir.
Sonuç olarak denilebilir ki, örtünme ile ilgili kurallar, daha çok zamanın koşullarına uygun görgü ve nezaket kuralları niteliğindedir. Zaten Kur’an’da buna benzer görgü kuralları eksik değildir. Örneğin evlere arka taraftan değil, ön kapıdan girilmesi (2 Bakara, 189), Peygamberin yanında yüksek sesle konuşulmamasına (49 Hucurat, 2), yemekten önce ve sonra peygamberin yanında fazla oturulmamasına (33 Ahzab 53) vb ilişkin olan ayetler burada sayılabilir. Bunlar dinsel ibadet ve inançla ilgili olmayan, insanlar arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen görgü ve nezaket kurallarıdır. Zamana ve mekana göre değişebilir.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki her ecelin (devrin) kitabının başka olduğuna ilişkin Kur’an ı Kerim hükmünden (13 Ra’d, 38), dinin inanç ve ibadet dışında kalan ve dünya işleriyle ilgili olan hükümlerinin zaman içinde değişeceği sonucuna varılmaktadır. Mecelle’deki (Osmanlı Anayasası) “zamanların değişmesiyle hükümlerinde değişeceği inkar olunamaz” hükmü de anılan ayetten esinlenmiştir. Peygamberler dönemi sona erdiğine göre zaman içinde değişen koşullara uygun yeni düzenlemeleri yapmak da doğal olarak topluma düşmektedir. Zaten Hz. Peygamber de “Hurma hadisi” diye bilinen hadisinde özetle “din işlerinde bana uyunuz, dünya işlerini siz benden daha iyi bilirsiniz; onları bildiğiniz gibi yapın” demiştir. Laikliğin temeli de din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması değil midir?
İslâm’da “kendiliğinden görünen yer” kavramının niteliği ve sınırları mezheplere ve geleneklere göre farklılık göstermektedir. O halde gelenek ve göreneklere göre biçimlenen görgü ve nezaket kurallarında bu gibi farklılıkların olacağı ve bunun hoşgörü ile karşılanacağı söylenebilir. Buna karşılık hukuk düzeninde birlik esas olup mezhep ve tarikatlara göre ayrı ayrı düzenleme ve uygulama söz konusu olmaz. Toplum içindeki bireylerin din ve mezhep ayrılıklarından ötürü hukuksal düzenlemede ayrılık yapılması, yöneticilerin din sömürüsü yapmalarına yol açtıktan başka, toplum içinde ayrılıklar doğmasına ve ulusal birliğin bozulmasına da neden olabilir.
Mustafa Sağ’ın Bu ayetlerle ilgili olarak kitabının (Evrensel Çağrı, Kur’an Meali) 373. sayfasında yer alan açıklayıcı 417 nolu dipnotu şöyle: “24:31 Bu surenin 11. ayetinde açıklanan, Peygamberimizin eşine iğrenç iftirayı yapan çetenin uzantılarının uydurdukları, çelişkili rivayetlerden hareketle, Kur’an öncesi cahiliye Arap toplumunun kadına bakış açısını, Kur’an’daki örtünme ile ilgili ayetlere de yansıtmışlar ve o bakış açısı doğrultusunda ve erkekler lehine yorumlamışlardır. Kur’an’ın mantığı ve bu surenin bütünlüğü içinde baktığımızda, kadınlarla erkeklerin toplum yaşamında yan yana olmak zorunda olduklarını, böyle bir çalışma ortamında, birbirlerine karşı davranışlarında olsun, giyimlerinde olsun ölçülü olmaları, dostane olmaları, aşırıya kaçmamaları öğütleniyor. Zaten, aile ve akrabalar arasında bir kısıtlamanın olmayıp, özgürce hareket edebileceklerini aynı ayetin devamı açıklıyor. Kaldı ki Kur’an ayetinde “baş örtüsü” diye bir kelime geçmemektedir. Buna rağmen, tüm Kur’an tefsirlerinde ve çevirilerinde Kur’an ayeti “baş örtüsü” olarak çevrilmiştir. Halbuki ayette geçen “HIMAR” kelimesi “baş örtmek” anlamına değil, sadece “örtmek” anlamına gelmektedir. Eğer herhangi bir şey örtülecek ise, o şeyin vurgulanması gerekir. Örneğin masa örtüsü derken, örtmek kelimesinin yanına masa kelimesinin gelmesi gibi, baş örtüsü dendiği zaman da “örtmek” “hımar” kelimesinin yanına “baş” “re’s” kelimesinin “hımarü-re’s” şeklinde gelmesi gerekir. Ayetteki “hımar” “örtü” kelimesinin yanında geçen ve vurgulayan kelime “cuyub” kelimesidir ki “yaka” veya “göğüs” anlamına gelir. Çünkü, aynı kelime “cuyub ” bir başka ayette (28/32) Hz. Musa’nın “göğsüne / koynuna elini soktuğu” şeklinde geçer. Yani “cuyub” kelimesi, “hımar” örtmek kelimesi ile kullanıldığı zaman”, bihumûrihinne ala cuyubihinne” başını örtmek değil, “göğsünün üzerini örtmek” anlamına gelmektedir. Geleneksel tüm yorumcular, Kur’an ayetini bilimsel bir bakışla değil de, birbirlerini taklit edip, “Baş örtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler” diyerek, “felyedribne” fiillini de “örtsünler” diye tercüme etmişlerdir. Bu geleneksel yorumcular “DaReBe” kökünden gelen bu kelimeyi burada “Baş örtülerini …. örtsünler” derken bir başka yerde aynı “DaRaBe” kelimesini “Kadınları DÖVÜN” (Bak.4 /34) diye çevirmişlerdir. Özetle, Kur’an’ın orijinal ayeti tüm açıklığı ile ortadayken, elverişli bir siyasal kullanım malzemesi olarak, sürekli gündemde tutulan baş örtüsü, Kur’an’ın değil, geleneklerin, kişisel görüşlerin dinleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.”
İlahiyatçımız Prof. Hüseyin Atay da başörtüsü konusundaki kendi düşüncesini şöyle özetlemiştir: Kadınların başlarını örtmeleri; 1) Kur’an’da bir emir değildir. 2) Kur’an’da yasak değildir. 3) Kur’an’a göre caizdir (mubahtır). Kur’an’da yalnız göğsü örtme emri vardır. Caiz; yapılmasında, işlenmesinde övme olmayan, yapılmamasında da yerme ve kınama olmaya durumdur.
Başörtüsünden kaynaklanan konunun başka boyutları da vardır: İslami yorumlara göre, kadınlara bazı dinsel ve toplumsal kurumlarda yer verilmemiştir. İslam uygulamalarına göre kadın müftü olamaz, imamlık edemez, minareye çıkıp ezan okuyamaz, kaymakam, vali, bakan, kamu kurumlarında görevli olamaz. Kadının başlıca görevi, evinin içindedir, eşine bağlılıktır. “Ben, inancım gereği başörtüsü takıyorum” diyenlere sormalı: Bu kadar ince ayar sofu olarak toplumsal kurumlarda, erkekler arasında görev almanız bir çelişki değil midir? Tek cinsiyetli çalışanların olduğu işyerlerini sonradan mı isteyeceksiniz? Bunun sonu nereye varır? Örtünme sorunu büyük ölçüde tarım toplumunda, o toplumun düzeni için yorumlanmış Kur’an’ın modern toplum için yeniden yorumlanmamasından, geleneğe tutucu biçimde bağlı olmaktan kaynaklanmaktadır.
Sorarlar; başörtüsünü temel bir inanç simgesi sayacak kadar ince ayar sofu kızların yükseköğretim kurumlarında, imam-hatip okullarında ne işleri var? İslam dininin, Kur’an’ın kendilerine vermediği bu yetkileri, nereden, kimden alıyorlar? İslamın kaynağı olan Kur’an’da böyle bir yetki bulunmazken, Tanrı, böyle bir bildiri, buyruk vermemişken, Tanrı’nın yapmadığını, yine Tanrı adına yapmaya kalkışmak dinle bağdaşır mı? İslam dinine göre Allah’ın buyurmadığını, Allah buyurmuş gibi göstererek, Allah’a bir başka nitelik yüklemek günah değil mi?
Özel yaşamlarında ve kamusal görevleri dışında istedikleri gibi giyinme ve örtünme özgürlüğüne sahip olan memur kadınların, kamusal yaşamlarında ve görevleri sırasında devletin koyduğu düzene uymaları gerekmez mi?.
Küreselleşme Paradigması ve Dayatma
Küreselleşmenin ortaya koyduğu ve Türkiye gibi (Yugoslavya, İran, Irak..) ülkelere adeta dayatılmak istenen “yeni demokrasi” anlayışı, ciddi tehditler içermektedir. Çünkü bu demokrasi anlayışı modern anlamdaki ulusu (özellikle uluslaşma sürecindekileri) parçalayıcı nitelikler taşımakta, yerel ya da alt kültürleri / kimlikleri öne çıkarmaktadır. Bunu “doğrudan demokrasi” adına yapmaktadır. Böylesi bir yaklaşım, “uluslaşma sürecini” geçen yüzyılda tamamlayan ülkeler açısından sorun yaratmazken, Türkiye için yıkıcı etkileri olabilir, oluyor da.
Dinsel inançları gereği kamu hizmeti sunarken kapanmak isteyenler inançlarının diğer gereklerini de isteyeceklerdir. Modernleşmenin getirdiği medeni hukuktan ulusal birliğe varıncaya kadar bu ülkeyi bir arada tutan değerler parçalanacaktır. Başka inanç sahipleri de kendi inançlarının gereklerini talep edeceklerdir. Ülkeyi bir arada tutan üst kimliktir. Yurttaşların üst kimlikle değil alt kimlikleriyle ilgilenişi parçalayıcı etki yaratır.
Küreselleşmenin dayattığı alt kimliklerin ön plana çıkarılmasından anlaşılması gereken, özellikle “etnik” ve “dinsel” kimliklerin ön plana çıkarılması ve bu kimlik çerçevesinde demokrasinin yaşamasıdır. Ancak etnik bakımdan karmaşık, dinsel bakımdan da en azından “mezhep” düzeyinde bölünmüş ülkelerde bu anlayış kaçınılmaz olarak, ülke düzeyinde olmasa bile, toplumsal “parçalanmaya” yol açar.
Uluslaşma sürecini tamamlamış olanlar bir yandan “birlikler” kurarken, öte yandan “ikinci sınıf” ülkelerin uluslaşması engellenmek istenmektedir. Parçalanarak atomize olmuş toplumları yönetmek (ya da sömürmek), daha kolay olmaktadır.
“Demokrasi ve insan haklarının bir gereği olarak” örtünme istemlerini, küreselleşme bağlamında düşündüğümüzde, bir alt kimliğin ulus devlete (üst kimliğe) başkaldırısı olarak görmek de mümkündür. Bu anlamıyla da bölücü bir dayatma olarak da nitelenebilir.
Sonuç
Bugünkü toplumda kadın erkek bütün insanlar özgür olduklarına ve köle-cariye gibi kesimler bulunmadığına göre giysi bakımından bir ayrılık yaratmak gereksizdir. Dindar ve iffetli olmama ölçüsünü şekilden ibaret olan başörtüsüne bağlamak da mantıkla bağdaşmaz.
Bugün Türkiye’de modernite ve kentlileşmeyi kavramakta gecikmiş olanlar, İslam’ın özünü değil, şekilciliğin ezberletildiği ilmihali öğrenenler kafa karıştırma çabası içindedirler. Halkı devlete karşı kışkırtmanın en etkin yöntemi ise, başörtüsü, mesai saatlerinin namaz vakitlerine göre düzenlenmesi, dinsel eğitim gibi tüm toplumu ilgilendiren konulardır. Devlet ve moderniteyi savunanların kadının ahlakına, onuruna ve dinine göz diken bir konuma getirilmek istenmektedir. Bu istemlerin kabul edilmesi sorunun ortadan kalkmasını sağlayacak mıdır? 1980 ve 90’lı yıllarda, görmezden gelerek de olsa, kıyafet serbestisi vardı ama sorun çözülmemişti. Niyet başka olunca başörtüsü gibi yapay tartışmalar anlamsızdır. “İslam budur ve sen böyle değilsen müslüman değilsin bu yüzden sana gayri müslim hukuku uygularım” diyen bir anlayış sorun çözmez.
Türk halkı bölünmek istenmektedir. Gençlik birbirine yabancılaşmaktadır. Toplum ikili bir yapıya bürünmektedir. Taraflar artık sadece kıyafetlerine bakarak birbirlerini ayırdetmeye, kendinden olanla olmayanı teşhis etmeye başlamıştır. Başörtüsü ile başlayan ayırım sarığa, sakala ve diğer dinsel addedilen giyim, kuşam ve davranışlara yansımıştır. Bu nereye kadar masum ve demokratik bir talep muamelesi görecektir? Bu dinsel-kültürel bölünmeyi ne kadar taşıyabiliriz?
Örtünme konusunu incelemeye başladığımızda konu ister istemez kadının toplumsal statüsüne gelmektedir. Buradan çeşitli söylemlerin kadın hakkındaki görüşleri ortaya çıkmaktadır. Kadın nasıl “birinci sınıf” insan olur? Araştırmalar, kadın ve erkek arasındaki farklı davranışların, bu iki cinsiyetin arasındaki biyolojik farklardan çok, eğitimle giydirilen toplumsal cinsiyetten, yani geleneklerden kaynaklandığını göstermektedir.
Atatürk diyor ki;
“Seyahatim esnasında köylerde değil, bilhassa kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok yoğun ve itina ile kapatmakta olduklarını gördüm. Erkek arkadaşlar, bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir. Çok iffetli ve dikkatli olduğumuzun gereğidir. Fakat muhterem arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi kavrayışlı ve düşünür insanlardır. Onlara ahlaka ait kutsal kavramları telkin etmek, milli ahlakımızı anlatmak ve onların dimağını nur ile, temizlikle donatmak esası üzerinde durulduktan sonra fazla bencilliğe lüzum kalmaz. Onlar yüzlerini cihana göstersinler ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur.”
“Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başlarına bir bez veya bir peştamal veya buna benzer birşeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın anlamı nedir? Efendiler, medeni bir milletin anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal çok gülünç gösteren bir manzaradır.”
“Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, erkek ve kadının beraber olarak ilim ve bilgiyi kazanmasıdır. Kadın ve erkek bu ilim ve bilgiyi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmak mecburiyetindedir. İslam ve Türk tarihi tetkik edilirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kayıtlarla bağlı zannettiğimiz şeyler yoktur.”
“Hiçbir mantıki kanıta dayanmayan bir takım geleneklerin, göreneklerin korunmasında israr eden ulusların ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede, kayıt ve koşulları aşamayan uluslar hayatı makul ve ameli göremez. Hayat felsefesini geniş gören ulusların egemenliği ve esareti altına girmeye mahkumdurlar.”
“Müslüman kadın=başörtüsü” formülü, ciddi bir toplumsal çözülmeye yol açmaktadır. Çünkü aydınların ve devletin buna karşı çıkışı dindar kitlelerin dışlanmasına yol açacağı gibi bir kısım insanların da dinden uzaklaşmalarına neden olacaktır. Her iki sonuç da toplumsal yapıyı tahrip eder, din kurumunun işlevlerini sınırlandırır. Oysa din kurumunun görev başında olması ve bütün yurttaşları kazanması gerekir.
“Bugün” dünün devamıdır. “Yarın” da bugünün devamı olacaktır. Bugün kadın eğer geçmiş dönemlere oranla önemli haklar elde etmişse, bazı özgürlüklerine kavuşabilmiş ve erkekle eşit haklara sahip hale gelmişse, bu Atatürkçü düşünce sisteminin sağladığı demokratik ortamda, dünkü mücadelelerin bir sonucudur. Bu hak ve kazanımları, gelecekte daha da geliştirmek, en azından kaybetmemek, çağdaş kadınların bugün verecekleri mücadeledeki kararlılıklarına bağlı olacaktır. İnsan olarak bu özgürlük mücadelesine erkeklerin de katılmaları, insan olmanın verdiği bir sorumluluktur.
Batının şamar oğlanına döndürülmüş siyasi çevreler topluma güven vermemektedir. Toplum Batı tarafından tehdit edilmektedir. Milletimiz içeriden ve dışarıdan sürekli ve kontrollü bir saldırı altında tutulduğunun farkındadır. Böylesi durumlarda toplumların güvenilir bir liman olarak dine yönelmeleri doğal ve dramatik bir tepkidir. Doğaldır, kendini koruması gerek. Dramatiktir çünkü sığınılacak liman, peşine düşülecek dünyevi ve ayakları bu kültüre dokunan önder bulamamaktadır. Başörtüsüne sığınanların bir kısmını bu açıklamayla yorumlamak gerekmektedir.
Toplumlar sürekli hareket halindedir. Umulur ki bu da geçmişte yaşananlar gibi bir akımdır, gerginlik biçiminde bile olsa yaşanır ve bizi geliştirir. Hem dinimize hem de birbirimizle dayanışmaya acilen ihtiyacımız var. Başörtülü kadınlar da ötekiler kadar bu ülkenin değerli yurttaşlarıdır. Onları üzmeye ve dışlamaya da kimsenin hakkı olmamalıdır. Saçını örtmeyenler de bu ülkenin değerli ve onurlu yurttaşlarıdır. Hiç kimse saçını örttüğü ya da açtığı için daha değerli ya da değersiz olarak nitelenemez. Ancak bu sorun, sorumlu yönetici ve kanaat önderlerinin çabalarıyla, şöyle ya da böyle, ülkenin gündeminden çıkarılmalıdır. Ülkemiz ciddi tehlikelerle karşı karşıyadır. Başörtüsü tartışması, bu tehlikeleri de görünmez hale getirmektedir.
Türkiye, emperyal hedefleri olan, olması gereken bir ülkedir. Böylesi büyük idealleri olan toplumlar cazibe merkezi olmak için yurttaşlarına olabildiğince geniş özgürlük alanları tanıması gerekir. Bunun önündeki engel kavimcilik (ırkçılık) ve dinciliktir (dindarlık değil). Türkiye’nin kendi kimliğini kaybetmeden, ırkçılık ve dincilikten uzak ama herkesi kucaklayan bir yapılanmaya ihtiyacı vardır. Diğerlerini saymıyorum, samimi İslamcı ve Ulusçuların görevi bunu sağlamaktır.
Sonucun sonucu olarak denilebilir ki, bu tartışma komik olmaya başlamıştır. Ancak sahnedekiler bu komediyi düşmanca ifadelerle oynuyorlar. Bu hem lüzumsuz hem de tehlikeli. Dahası, çocukça. En azından dışarıdan bakınca öyle görünüyor. Geçmişin en eski toplumlarından birinin bu çocukça hallerini tarih ibretle kaydedecek ve torunlarımız bizi ilginç ifadelerle değerlendirecektir.
Sorun yakın zamanda çözülebilecek gibi görünmüyor. Her çözüm yeni sorunlar yaratıyor ve yaratacaktır. Kanımca çözüm insanların birbirini koşulsuz kabulüyle olacaktır, yasalar belki işi kolaylaştırır. Sorunu zamana bırakmak da bir çözüm olabilir. Ama konuyu gündemimizin çok gerilerine çekmek zorundayız. Öncelikle kendimize gelelim! Neyi savunursak savunalım, “önce Türkiye” düşüncesi aklımızdan çıkmamalıdır.
Aklıselim lütfen!
KAYNAKLAR
Emel Doğramacı, Türkiye’de Kadının Dünü ve Bugünü. 1989.
Burhan Göksel. Çağlar Boyunca Türk Kadını ve Atatürk. 1993.
Edip Yüksel. Türkçe Kur’an Çevirilerindeki Hatalar. 1992.
Nur Serter. Dinde Siyasal İslam Tekeli. İstanbul, 1997.
Yaşar Nuri Öztürk. Kur’an’daki İslam.
Yaşar Nuri Öztürk. Allah İle Aldatmak.
İkram Çınar. Mankurtlaştırma Süreci. 2006.
İsmet Zeki Eyuboğlu. İrticanın Ayak Sesleri, Cumhuriyet Kitapları, 1998, İstanbul
Leyla Tavşanoğlu. “Türkiye’de Tarikatlar Oligarşisi” Şahin Filiz’le Söyleşi. 27.1.2008. Cumhuriyet Gazetesi.
Şahin Filiz. “Başörtüsü Yahudi Geleneğidir.” http://www.tumgazeteler.com/?a=1569865
NOT
Aşağıda internetten derlenmiş, çeşitli yörelerden geleneksel giysiler içindeki kadınlar görünmektedir. Geleneksel kadın kıyafetlerinde güzellik ve zenginlik kendini gösterirken, pardösü-başörtüsüne indirgenip tek tipleşen günümüzün din hassasiyetli kadınlarında ise estetik yoksulluğu ve zevksizlik dikkati çekmektedir. Sebebi ne olursa olsun sonucun giysi kültürü ve estetik anlayışımızın yozlaşması olduğu söylenebilir. Bunun yansımalarının neleri de yozlaştıracağını zaman gösterecek.
Ahıskalı bir kadın
Azeri oyunu oynayan bir genç kız
Minyatürler
Sivas
Kütahya
Bursa
Beyşehir
Kırşehir
Türkmen kızı
Damal-Ardahan
Altay
Kırgız
Tatar kızları
Halifenin çocukları