Düşünmeden yaşamak her şeyi… Acaba daha mı güzel uykusuz gecelerden? Bir kurt gibi beynimizi kemiren düşlerden, sözlerden…
Sabahın erken saatinde bile gözlerinizi açar açmaz bir şimşek gibi beynimizde çakıveren kısır imgeler… Odalarda, koridorda amansızca gezdiren bulanık görüntüler, başı sonu bir türlü hatırlanmayan yarım yamalak sözler, bir gölge gibi peşimizden ayrılmayan, bir küfür gibi dilimize dolanan karanlık kuytu huzursuzluklar; nefes aldıkça içimize dolan, dolup dolup boşalan ve bir sığınak bulamayan yüreğimizin telaşlı kuşları…
Kimi bilir ömrümüzün kaç günü sıkıntıyla eriyip yok oldu ve hâlâ olmakta… Akreple yelkovanın kıyasıya yarıştığı zamanlarda bir arpa boyu bile yol gidememiş olmak… İşte ruhumuzun perişan ve karşı konulmaz tezatları.
Batıdan doğuya biteviye dönen dünya, gün doğusundan günbatısına bıkmadan döndüğünü sandığımız güneş, saniyede milyonlarca kilometre giden göktaşları ve evrenin onca hızı yetmiyor zihnimizdeki durağanlığı harekete geçirmeye…
Hiçbir tablet, hiçbir yazıt, hiçbir şiir dile getiremez başımızı ellerimizin alıp da duyumsadığımız fısıltıları. Ve hiçbir gece, hiçbir yastık, hiçbir kimse ortak olamaz içimizdeki kargaşaya, gürültüye. Hiçbir ressam yansıtamaz tuvaline ruhumuzun rengini, vicdanımızın ezilişini. Ve hiç kimse hiç bu kadar “hiç” olamaz günün ilk ışıklarını gördüğünde.
Kalabalıklar içinde bile bizi terk etmeyen, bizi hep kalabalığın kıyısına vurduran gaileler… İnsanlığı teğet geçen buruk yanlarımız, çoğul yalnızlığımız, çok sesli bir orkestranın solo enstrümanıyız.
Dünyanın ruhu duymadan dünyayı omzumuza yükleyen hoyrat düşünceler, umutlar, umutsuzluklar, peşin hükümler… Bunca insan acaba ne için yaşar? Onların da var mı kafalarında benimki gibi pürüzler?
Benimki akıntıya ters yönde kürek çekmek. “Düşünmeden yaşamak her şeyi…” derken bile düşünmek.