Sartre’nin Felsefesinde İnsan Sorumluluğu

Sayı 54- Nisan 2017

Hasan Hüseyin KARGIN[1]

SÜREKLİ BİR OLUŞ HALİNDE OLAN VARLIK: İNSAN

Sartre’a göre her nesnenin bir özü, bir de varlığı vardır. Öz, sürekli nitelikler topluluğu demektir. Varlık (ya da varoluş) ise dünyada etkin olarak bulunuş demektir. Çoğu kimseler özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanırlar. Örneğin, bezelyeler bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşırlar. Bu düşünüş köklerini dinden alır. Bir ev kurmak isteyen kimsenin, ne biçim bir nesne yaratmak istediğini iyice bilmesi gerekir: Burada öz, varoluştan önce gelir. İnsanları Tanrının yarattığına inanan kimseler ise şöyle düşünürler: Tanrı, insanları kendindeki insan düşüncesine göre var eder. Öte yandan, inançsız kimseler de şu geleneksel görüşe bağlanırlar: Nesne, ancak özüne uyduğu zaman varolur.[2]

Bütün insanlara özgü (has) ortak bir öz vardır; bu değişmez özün adı insan doğasıdır. Varoluşçuluk ise tam tersini öne sürer bunun: İnsanda -ama yalnız insanda -varoluş özden önce gelir. Bu demektir ki, insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Burada öncelikle varoluşun bir durum değil, bir edim olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Çünkü varoluşun diğer bir anlamı, olabilirden gerçeğe geçişi içermesidir.[3]

Sartre, Husserl’in[4] fenomenolojik metodunu uygulayarak varlık problemini araştırmış ve kendi varoluşçuluğunun temellerini ortaya atmıştır. Sartre’ın çıkış noktalarından biri, insan varlığı ile öteki nesnelerin varlığı arasındaki farkın incelenmesidir. Filozofa göre, insan, tanrı tarafından önce özü (mahiyeti) düşünülmüş sonra bu öze göre yaratılmış değildir. İnsanın kendisinden önce gelen ve onu belirleyen bir özü yoktur. Herhangi bir alet yapacak olsak, önce bu aletin nasıl olacağını tasarlarız. Yani bu alet hakkında zihnimizde bir taslak, bir tasavvur vardır; aletin özü önceden belirlenmiştir ve varoluşu ise buna uygun olarak ortaya konur, gerçekleştirilir. Ama insanda durum böyle değildir; yani insanda, öz varoluştan önce gelmez, ‘’varoluş özden önce gelir’’[5]  insan sadece vardır, kendinden önceki bir modele, taslağa, öze göre belli bir amaç göz önünde tutularak yaratılmamıştır. İnsan kendisini ‘ne’ yaparsa ‘o’ olacaktır. Sartre’a göre, insan özünü kendi yaratır, özünü kendi yaratan tek nesne insandır. İnsandan başka her nesnede yapış varoluştan önce gelir. Önce varolup sonra kendini yaratan sadece insandır. Yalnız insandır ki önce varlaşır, sonra özünü yaratır; nasıl olacağını, neye yarayacağını kendisi çizer. İnsan varolmadan önce tanımlanamaz, çünkü varolmadan önce hiçbir şey değildir. Ancak varolduktan sonra bir şey olacaktır, hem de kendisini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Yani insan insanlığını kendi yapar. Bu gerçek, insanın bir aracıya başvurmaksızın kendini anlaması, özünü bilmesi gerçeğidir. İnsan, bu gerçekle, kendinden başkalarına da varmaktadır. İnsan, kendi gerçeklerine varabilmek için başkalarının içinden geçecektir. Başkaları, insanın hem varolması, hem de kendini bilmesi için gereklidir. Oysa yine de kendini yapan sadece insanın kendisidir. Başkalarının içinden geçmesi yaptığını değerlendirmek içindir. Sartre’a göre, yapılmış bir nesneyi, sözgelişi bir kitabı ya da bir kâğıt keseceğini ele alalım. Bu nesneyi bir kavramdan esinlenen (ilham alan) bir zanaatçı yapmıştır.[6]

Zanaatçı onu yaparken bir yandan kâğıt keseceği kavramına, öbür yandan da bu kavramla birleşen bir üretim tekniğine, bir yapış reçetesine başvurur. Böylece, kâğıt keseceği hem belli bir biçimde yapılmış bir nesne, hem de belli bir işe yarayan bir eşya olur. Neye yaradığını bilmeden kâğıt keseceği yapmaya kalkan bir kimse tasarlanamaz. Bu demektir ki, kâğıt keseceğinin özü (yani onu yapmayı ve tanımlamayı sağlayan reçetelerin, tekniklerin, niteliklerin hepsi) onun varlaşmasından önce gelir. Karşımda şöyle bir kitabın ya da böyle bir kâğıt keseceğinin bulunuşu önceden belirlenmiştir. Burada dünyanın teknik görümü ile karşılaşıyoruz. Bu görüme bakarak, yapış, varoluştan önce gelir diyebiliriz. O halde, “varoluş özden önce gelir”[7]  cümlesinden şu anlamı çıkarabiliriz: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, varolur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır. Sartre’a göre insan daha önce tanımlanamaz, belirlenemez; hiçbir şey değildir o zaman. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak, tasarlayacak bir Tanrı olmayınca, insan doğası diye bir şey de olmaz bu durumda. İnsan yalnızca kendini anladığı gibi değil, olmak istediği gibidir de. İnsan, varolduktan sonra kendini kavradığı gibidir, varlaşmaya doğru yaptığı bu atılımdan (hamleden) sonra olmak istediği gibidir. Kendini nasıl yaparsa öyledir yani. Sartre’a göre, eğer Tanrı yoksa hiç değilse bir varlık vardır, o varlıkta varoluştur. Ve özden önce gelir, dolayısıyla bu varlık herhangi bir kavramla belirlenmeden önce varolmuştur.  İşte bu varlık insan veya Heidegger’in belirttiği gibi insan gerçekliğidir. Varoluşun özden önce gelmesi demek, insan önce varolur, kendisiyle karşılaşır, dünyada ortaya çıkar ondan sonra kendi kendini tanımlar, özünü ortaya koyar. Sartre’a göre insanı tasarlayacak bir Tanrı bulunmadığına göre, insan doğası da yoktur. İnsan kendini nasıl anlıyorsa öyledir. Hatta yalnız öyle değil, nasıl olmak istiyorsa, varoluştan sonra kendini nasıl görüyorsa öyledir.  Sartre’a göre “insan önceden tanımlanamaz. Çünkü o, başlangıçta hiçbir şey değildir. İnsan sonradan yani kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Onu tasarlayacak bir Tanrı olmadığına göre insanın doğası yoktur. İnsan kendini nasıl anlıyorsa öyle olmak zorundadır.[8] Hatta öyle değil, nasıl olmak istiyorsa, varoluştan sonra kendini nasıl görüyorsa bu varoluşa doğru atılışın sonraki kişiliğinin nasıl olmasını istiyorsa öyledir.”[9] Sartre’a göre, insanın taştan veya masadan başka büyük bir önem, bir onur taşıdığından başka bir şey olmayışıdır. O şunu vurgular; İnsan önce varolur yani geleceğe doğru atılan, gelecekte plan kuran bilinçli bir varlık olarak ortaya çıkar. Diğer yandan Jean-Paul Sartre’a göre “insan, ilk olarak öznel olarak yaşayan bir taslaktır. Bu taslağı hazırlayan hiç kimse yoktur, gök boştur, insan nasıl olmayı tasarladıysa ilkin odur, yoksa olmak isteyeceği değildir. Çünkü istemek kavramından anladığımız bilinçli karar vermedir ve çoğumuz için, ancak kendimizden, kendimizi ne yapmışsak ondan sonra söz konusu olabilir.”[10] Ben bir kitap yazmayı, ticaret yapmayı veya akademisyen olmayı isteyebilirim. Bütün bunlar irade denilen daha köklü, daha kendiliğinden yani kendiliğinden bir seçimin işidir. Sartre’a göre “Tanrı, yokluğu yaratmaz. Çünkü insanın bir özü ve doğal insanlığı vardır. İnsanın yaptığı serbest seçimdir. Varoluş bizim özgürlüğümüzden başka bir şey değildir.[11]

Sartre’a göre, değişmeyen yalnız dünyada bulunma zorunluluğudur. Bu ise dünyada çalışmak, başkalarıyla birlikte bulunmak ve ölümlü olmaktır. Bu bağlamda sınırlar ne tamamen öznel, ne tamamen nesneldir. Onların hem öznel hem de nesnel yanları vardır. Nesnel oluşları her şeyde rastlanıp tanınabilir olmaları, öznel oluşları ise yaşanır olmalarıdır. Diğer bir anlatımla insanın, onları yaşamadıkça hiçbir şey olmayacağıdır. İnsan tasarıları ne kadar çeşitli olursa olsun, hiçbiri insana tamamen yabancı olamaz. Dolayısıyla onlardan her biri bu sınırları bir aşma bir geri itme, bir yok kabul etme ya da onlara uyma denemesinden daha ileri gidemez. Sartre’a göre, insan kendini bulmalı, özünü elde etmeli ve şuna da inanmalıdır: Hiçbir şey, -Tanrının varlığını gösteren en değerli kanıt (delil) dahi-, kişioğlunu kendinden benliğinden kurtaramaz. Varoluşçuluk bir çeşit iyimserliktir bu anlamda, bir çeşit eylem, çalışma öğretisidir. İnsan, her şeyden önce, şu andaki varlıktır. Doğal gerekirciliğin dışında bir varlık. Kişioğlu özünü önceden belirleyemez, onu bireysel yaşama işlevi içinde kazanır. Bunun üstünde bir insan doğası yoktur, ancak belli bir anda verilmiş özgür bir varoluş vardır.[12] 

ÖZGÜRLÜĞE MAHKÛM OLMA

Sartre’a göre, varoluş özden önce gelince, verilmiş ve donmuş bir insandan söz edilemez.  Önceden belirlenmiş, donmuş bir doğa açıklanamaz çünkü. Başka bir deyişle, gerekircilik kadercilik yoktur burada, kişioğlu özgürdür, insan özgürlüktür. Tanrı olmazsa, gidişimizi haklı gösterecek değerler, buyuruklar da olmaz karşımızda. Ne önümüzde, ne de ardımızda -değerlerin ışıklı alanında– bizi haklı, suçsuz kılacak şeyler vardır. Yalnız ve özürsüz çünkü mazeretsiz kalmışızdır. Bu durumu, “İnsan özgür olmaya mahkûmdur, zorunludur, sözüyle anlatıyorum. Zorunludur, çünkü yaratılmamıştır. Özgürdür, çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur.”[13] Sartre’a göre, dünyaya insan varoluşuyla birlikte giren hiçlik, başka bir isimle daha tanınmaktadır: ‘O özgürlüktür.’ Kendi başına alındığında, ‘Varlığın yalnızca varlığı yaratabildiği’ yerde, insanın özgürlük imkânı, varlık döngüsünden -yani, şeyler dünyasının determinizminden- kurtulabilme olanağı, bilinç ve olumsuzlamayla söz konusu olur. Bilincin olumsuzluğu, Sartre için, insanın özgürlük imkânının vazgeçilmez temelini meydana getirir. Sadece alternatif gelecekler imgeleyebildiğimiz, son çözümlemede gerçekleştirebileceğimiz ya da gerçekleştiremeyeceğimiz ihtimaller tasarlayıp, bu ihtimalleri dünyaya yansıtabildiğimiz içindir ki, insan gerçekliği bu dünyadan ayrı tutulabilir ve biz insanlar özgür olabiliriz.[14] Gerçekten de, özgürlük bilince eşit olup, insanın özünü tanımlar: ‘Özgürlük adını verdiğimiz şeyi, ‘insan gerçekliği’nin varlığından ayırmak mümkün değildir. İnsan önce varolup, daha sonra özgür olmaz; insanın varlığı ile onun özgür-olması arasında hiçbir fark yoktur. Daha doğrusu, insan varlıkları için varoluşun özden önce geldiğini ortaya koyan temel varoluşçu ilke, bireylerin önceden verilmiş bir özden mutlak bağımsızlıklarını ve dolayısıyla da, onların kendi varoluşlarından kesinlikle sorumlu olmalarını gerektirir. Varoluşumuz, kendi hayatlarımızı ve değerlerimizi yaratmada özgür olmamız anlamında, özümüzü belirler.[15]

Kişinin kendisinin gelenek, insan doğasıyla ilgili düşünceler ya da tanrısal irade veya insanın özüne ilişkin bir görüş tarafından sınırlanmasına izin vermesi, onun özgürlüğünü yadsıması ve otantik olmayan bir tarzda veya `kötü niyet’ içinde yaşaması anlamına gelir. Sartre’a göre, ‘kendinde-varlık’ın ‘dışında’ olmak, varlıktan ‘yalıtılmış’ olmak, varlıktan kaçmak, dünyanın nedensel düzeninin dışında kalmak, bilincin kendini geçmişinden kopararak sürekli olarak geleceğine doğru yönelmesi, olanaklarının ardında koşması, işte bütün bunlar özgür olmak anlamına geliyor. Aslında özgürlük belli bir tanıma sığmaz, sadece tasvir edilebilir. Çünkü bilincin bir özü, içeriği olmadığı gibi özgürlüğün de belli bir özü yoktur. Özgürlük, insanın, kendi olanaklarına doğru sürekli kaçışıdır. Dolayısıyla, tasarı sahibi bir varlık olarak insan gerçekliği bu özgürlüğün ta kendisidir. Sartre’ın ünlü deyişiyle söylersek, “İnsan özgürlüğüne mahkûmdur.”[16]

Sartre’a göre, insan özgürdür. Hem sadece özgür de değildir, özgür olmak zorundadır. Çünkü yaratılmamıştır, kendi kendisini yaratmıştır. Çünkü bütün yaptıklarından, tutkularından bile sorumludur. Tutkular kötü edimler için bir özür değildir. Çünkü yeryüzünde insana yol gösterecek kendisinden başka hiçbir şey yoktur. Çünkü her insan kendisinden öncekileri istediği gibi yorumlayabilir. İnsan yardımsızdır, desteksizdir, bir başınadır, bırakılmışlık içindedir. İnsanın yapacağı el değmemiş bir gelecek vardır, insan insanın geleceğidir. Bunun içindir ki, insan insanı bulur. İnsan değerlerini kendi yaratır. İnsan yaşamaya başlamadan önce hayat yoktur, hayata anlam veren yaşayan insandır. Değer denilen şey insanın seçtiği bu anlamdan başka bir şey değildir. Yorumlar farklı olduğu için genel bir ahlâk yoktur, zira anlamı seçen sonuçta gene bizleriz. Çünkü öğüt alacağı kimseyi seçmekle insan kendini seçer. Yapacağınız şeye sonuçta ancak kendiniz karar verirsiniz. “İnsan özgür olmaya mahkûmdur”[17] çünkü özgürlük Sartre’da ontik bir boyuttur, normatif değil. Yani daha açıkçası Sartre’ın özgürlüğü, Kant’ın olması gereken şey anlamında bir özgürlük değildir. Kant, Pratik Aklın Eleştirisi adlı kitabında; özgürlüğün Ahlak yasasının koşulu olduğunu, onun varlık nedeni olduğunu ama Ahlak yasasının da özgürlük olgusunun deneyimine vardığımız özel bir durum, onun bilme nedeni olduğunu söylüyordu. Kant için özgürlük, normatif bir nitelik içeren Ahlak yasasından ayrı düşünülemez.[18]

Oysa Sartre için özgürlüğün deneyimine varmak için zorunlu olarak bir Ahlak yasasıyla karşı karşıya gelmek zorunda değildir, çünkü insan bu özgürlüğü her an omuzlarında bir yük gibi taşımaktadır.  Özgürlüğü omuzlarında bir kaya gibi taşıyıp duran ve yürüdüğü yer yokuş da olsa düzlük de olsa özgürlük denilen bu ağır bu kayayı taşımaya sürekli mahkûm olan bir varlıktır. Dolayısıyla insan, eylemleriyle, seçişleriyle, kararlarıyla bu özgürlüğün getirdiği sorumluluğu her an hissetmektedir. Özgürlük bu anlamda görece değil, mutlaktır. Filozofa göre, gerçekte insan kendi hayatından başka hiçbir şey değildir. İnsan erdemlerini kendi yaratır. Korkak ya da kahraman olmak insanın kendi elindedir. İnsan ancak elinden geleni yapabilir ama yapmayı tasarladığı her şey de elinden gelir. Her şey bir seçiş meselesidir ve her seçişin bir sebebi vardır. Sartre’a göre bilinçle özdeş bir kavram olan özgürlük, kendi içinde hiçbir şey taşımadığı için insan özgürlüğünü dışarıdan gelen hiçbir şey etkileyemez ya da belirleyemez. Bilinç ve özgürlük her türlü determinizmin dışında kalır ve mutlak bir özerkliğe sahiptir. Sartre’a göre özgürlük, insanlık varoluşunun temel verisidir. Sartre, “biz özgürüz fakat özgür olmayı seçemiyoruz, biz özgürlüğe atıldık,”[19] der. O burada Martin Heidegger tarafından tanımlanan özgürlük görüşünü benimser. Özgürlük, neredeyse insanlık varoluşunun zorunluluğu olmaktadır. Dolayısıyla Sartre’ın açıklamak istediği özgürlük, ne içte ne dışta ne de karşıdadır. O mutlak ve sınırsızdır. Her şeyi seçen bu özgürlük aynı varoluştur. İnsanın özgür olması gerekiyorsa ona da özgürlük dışında bir uzantının olmaması gerekir. Özgürlük vardır veya yoktur. Zira insanlık gerçeği için varolmak, seçmektir. Özgürlük varoluşla aynı anlamdadır, insan özgürlüğü gerçekleştirir. “Belirlenimcilik ve özgürlük insanda bir aradadır. Sartre her ikiciliği insan varlığından çıkarmıştır. Bu bağlamda O, ben doğmuş olmaktan utanıyorum, şaşırıyorum ve bu kötü hayatı kabul ettiğimi ve yaşadığımı kabul ediyorum. Bu benin doğmuş olmakla seçtiğim bazı duygularımdan biridir,”[20]der. Sartre bu seçimin tasarıları içinde varlığının seçimi olduğunu belirtiyor. Yine o bu konuda açıklamalarına şöyle devam etmektedir: “Biz kendi sorumluluğumuzu göz önünde bulundurmuyoruz. Benim niçin doğduğumu öğrenmek için doğduğum günü görmem gerekir. Ben doğmak istemedim. Benim doğmamdan sorumlu olan başka düşünceler yoktur. Orada benden ve benim tasarılarımdan başka bir şey yoktur. Kendimi bırakılmış hissediyorum. Kendimden sorumlu olmaya mecburum. Bizim yaşadığımız ve bulunduğumuz yer konusunda başka hiç kimse karar veremez. Dünyada benimle beni seçen hiçbir şey yoktur. Ben, kendimi ve sorumluluğumu taşıyorum. Mutlak özgürlük, mutlak sorumluluğu gerektirir.[21]

Daha önce de belirttiğimiz gibi Sartre’a göre insan, özgürlüğe mahkûmdur. Çünkü insan kendisini yaratmamıştır. Bununla birlikte özgürlük dünyaya bir kere gönderilmiştir. İnsan yaptığı her şeyden sorumludur. O kendi kendisini yaratmamıştır. Sartre, özgürlük kavramı konusunda, benim doğamın bir önceliği ve olağanüstü bir değeri değildir, o benim varlığımın doğrudan şaşırtıcılığıdır,[22] der. Daha sonra o özgürlüğün kişisel ve adlandırılmamış olduğunu açıklamaya devam eder. Ona göre, özgürlüğün özü yoktur. Özgürlük, bir varlığın reddedildiği ve tanıma kapalı bir varoluştur. Sartre’a göre özgürlük, varlık olayı demektir. Özgürlüğe mahkûm, insanın varolmasıdır. Bu, varlığın yokluğu demektir. Çünkü bilincin özü her zaman özgürlüğe taşınmıştır. Bilinç kendi özüyle ve özgürlüğüyle oluşmuştur. Burada her varlığın özü vardır. Bilinç aynı zamanda bütün özleri içine alan mutlaktır. Dolayısıyla bilinç, kendi özgürlüğüyle değerleri yaratmış olacaktır. Sonunda Sartre, “özgürlüğün mutlak olduğunu kabul eder.”[23] Ona göre gerçekten de ben, özgürlüğümden önce değilim. Hiç kimse ve hiçbir şey onu etkilemez. Diğer yandan Sartre’ın felsefesinde özgürlük, belirlenimciliğe yer bırakmaz. Özgürlük, mutlak olmak zorundadır. Her kararın onun dışında gerçekleşmiş olması gerekir. Hiçbir şey asıl varlığına dokunmak zorunda değildir. Özgürlüğü meydana getiren, her şeyden öncedir. Bu, varlığın şekli nesnelliğin özünü oluşturan kendi içindeki bir ayrıklık ve varoluştur. Çünkü insanlık gerçeği, her zaman varolan bir iç hiçlikle ve olması gereken özgürlükle sunulmuştur. Belirlenimciliğin dünyada özgür bir değeri vardır. O, özgür olmasını bilmeyen varlıktır. Bu ancak kendisidir ve başkası olamaz. Çünkü insan özgürdür. Çünkü o her zaman yeterli değildir ve varlığında ayrılıklar vardır. İnsanlık gerçeği konusunda Sartre, varlığın seçmek olduğunu söylüyor. Hiçbir şey ne dışarıdan gelir ne de içeriden gelir. O yeniden ele alabilir veya kabul edebilir. O bir ayrıntı olarak adlandırılmıştır. Gerekircilik içinde varolan hiçbir şey yoktur. Sartre, insanın dolu bir varlık olduğunu kabul ederiz,[24]der. Sartre’a göre, özgürlüğümüz dünyadaki ilişkilerimizle bağıntılıdır. “Burada varolmayı belirtebilirim. Fakat özgürlüğümü kendi özgürlüğümle bozamam. Çünkü benim özgürlüğümün varolabilmesi buna bağlıdır. Özgürlüğün görünen bütün olumsuzlukları, belirlenimcilik, zıtlıklar benin özgürlüğümü tutamazlar. Bu özgürlüğü değiştiremem. Bununla birlikte bu, dünyada bana mutlak sorumluluğu ve beni bana verir. Demek ki yaşamın en iyisi benimkidir. Yaptığım şey kendim olmaktır. Çünkü biz özgür olmaya mahkûmuz, bundan kendimizi hiçbir zaman uzak tutamayız. Ben hiçbir zaman özgürlüğümü sınırlandıramam. Bununla birlikte tasarı özgürlük olayıdır fakat aynı zamanda özgürlüğü belirtme olayıdır. Sartre’a göre özgürlük, “oluşturulan kararlılık içinde kalamaz. Özgürlük her tasarıya her görüşe göre değişebilir. Zamanı kabul etmek zorundadır. Özgürlük sınırlı kalamaz, çünkü o, kendi kendine bağlı kalmak zorundadır.”[25] Bu özgürlük Sartre’a göre, aynı zamanda olgusal bir zorunluluk[26] içerir. Diğer bir anlatımla, rastlantısal olan bu belirlenmemişliğe kişi katlanmak zorundadır. Yine kişi olanaklara doğru yönelmek ve kurduğu tasarıları gerçekleştirmek için eylemde bulunmak zorundadır. Bu durum iki anlam içerir: Bunlardan birincisi, insanın önce varolması, sonra da seçip yaptıklarıyla olduğu insan olması, özgür olması demektir. Sartre’ın, insanın varoluşu ne olduğundan önce gelir, düşüncesinin anlamı budur. İkincisi bir insanın olduğu insan olması, sürekli bir kendini meydana getirme,[27] kendini oluşturmasıdır. Yani kişi, belirli bir anda olduğunun ötesinde olmaya mahkûmdur. İnsan içinde bulunduğu durumdan değil, gerçekleştirmek üzere seçtiği amaçlar tarafından eylemi belirlenerek varolmaya ve özgür olmaya mahkûmdur. Ayrıca insan, hep olduğu şeyin ötesinde varolmaya, projeler kurarak, kendini koyduğu amaçları gerçekleştirmek üzere sürekli hep eylemde bulunmak zorundadır. Çünkü insan başka türlü varolmaz. Özgür olamamada özgür değiliz, sözü de bu anlama gelir. O, “özgürdür, çünkü bir kez yeryüzüne atılmış olarak yaptığı her şeyden sorumludur.”[28] Sartre mutlağı açıklamaktan çekinmemiştir. Zira özgürlük onda mutlaktır. O daha çok olağanüstüdür. Sartre’a göre, özgürlük hiçlikten önce ortaya çıkar ve bu insanlık gerçeği için varlığı seçmektir. Hiçbir şey ne içeriden ne de dışarıdan gelir. O gözönünde bulundurulabilir veya kabul edebilir. Bununla birlikte özgürlük, “bir varlık değil insanın varlığıdır.”[29]  

Bilindiği gibi insanlığın düşünce tarihinde hiçbir zaman aynı şeyler yoktur. Bu seçimdir. Çünkü seçim ve özgürlük, Sartre’a göre farklı kavramlardır. Sartre bu konuda düşüncelerini net olarak açıklamaktadır. Zira özgürlük, onun felsefesinde mutlaktır. O daha çok olağan üstüdür. Bir başka deyişle, insan özgür olmaya mahkûmdur. Çünkü Ona göre özgürlük, hiçlikten önce ortaya çıkar. Bu insanlık gerçeği için varlığı seçmektir. Hiçbir şey insanın ne içinden ne de dışından gelir. Bununla birlikte özgürlük, bir varlık değil, insanın bizzat kendisi ve kendi varlığıdır. Ben bununla hem iyiyi hem de kötüyü ortaya çıkarabilirim. Dolayısıyla özgürlüğü inceleyebilir ve ondan yararlanabilirim. İnsan yaptığı her şeyden sorumludur ve özgürlüğü tarif de edilemez. Sartre’a göre özgürlük, varlık olayıdır. Özgürlüğe mahkûm olmak demek, insanın varolması demektir. Bu da varlığın yokluğu anlamını içerir. Çünkü bilincin özü her zaman özgürlüğündedir. Bilinç, kendi özüyle ve özgürlüğüyle oluşur. Sartre’a göre özgürlük, gerekirciliğe yer bırakmaz ve mutlaktır.

Sartre’a göre, olgusalcılık önemli bir olanaktır. Bilinç ve dünyayı birbirlerinden ayrı, yalıtılmış birer varlık olarak görmek yerine, hedefe yönelik oluşun temel yapısı sayesinde, bilincin hâkimiyeti ve dünyanın gerçekçi ağırlığı, aynı anda korunabiliyordu.[30] Sartre bu bağlamda, ben kavramını bilincin maddi bir sakini olarak kabul eden, her görüşe karşı çıkar. Aynı zamanda bilincin kendisinde görülen, temel bir farklılığa işaret eder. Bu farklılık, düşünme edimiyle ortaya çıkmaz. Bilince en baştan itibaren damgasını vurur.[31] Tamamıyla kendisi tarafından aydınlatılmayan ve kendisiyle dolu olmayan, ayrıca düşünme ediminin nesnelleştirici mesafesini de içermeyen, hiçbir bilinç yoktur. Bilincin hedefe yönelik olan yapısından dolayı her bilinç, bir şeye yönelik olan bir bilinçtir. Ama aynı zamanda, kendisine yönelik bir bilinçtir de. Bilincin hedefe yönelik yapısından hareket eden Sartre’a göre, hayal gücü göz önünde bulundurulduğunda, bilincin hiçliğe yönelik bağı saptanmış olur. Sartre’a göre, ontolojik bakımdan bilinç ve bilinçle karşılaşılan olgu birbiriyle ilişki içinde olsalar da, sonuçta iki ayrı varoluş şeklidir. Sartre bu bağlamda bilinci, her türlü geleneksel tanımlamanın ötesine taşımış olur. Bilincin hedefe yönelik yapısı, varlığa yönelik bir ilişkidir ki bu ilişki dâhilinde bilincin bilinç olarak yapılandırılması mümkün olur. Bir şeye yönelik olan bir bilinç özelliğiyle, o an orada olmayan bir şeyin bilincidir. Kendisi olmayan bir şeyi içine almalıdır.[32] Böylece hep kendisinin dışındadır. Buradan çıkardığımız sonuç şudur; Hiçlik, yapılandırıcı bir biçimde ‘kendisi-için-varlık’ şeklindeki varoluş tarzını doldurmaktadır. Sartre’ın net olarak ifade ettiği üzere, “bilinç öyle bir varlıktır ki, bu bilincin varoluşu, şu veya bu şekilde varolmayı belirler.”[33]  Sartre’a göre insanı tanımlayan durum şudur: Varoluşunda, varolmayan bir varoluş var olmalıdır. İnsan hiçbir zaman kendi başına bir kimlik teşkil etmez. Her zaman bu hiçlik aracılığıyla kendisinden ayrıdır ya da Sartre’ın oldukça kesin ifadesi doğrultusunda varolmak zorundadır. Ancak bu şekilde tanımlanan varlık, Sartre’a göre özgür olabilir. Bu tür bir temel anlayış ya da temel yapı ile tanımlanan bir varlık, sadece özgür olabilme özelliğine sahip değildir, özgür olmak zorundadır. Sartre’ın 1943 tarihinde yayınlanan ve düşüncesinin ilk dönemine damgasını vuran ve çalışmanın ikinci bölümünün ana temasını oluşturan “Varlık ve Hiçlik” adlı yapıtında varoluş olgusundan başka olgu yoktur.[34]

Varlık’ı bu varoluş olgusunu oluşturur; bu varlık’a temel olan herhangi başka bir varlık’ın varolduğunu düşünemeyiz. Sartre’a göre olgu, varoluşsal gerçekliği içinde, zihinsel sezgiye açılan şeydir. Filozof, böylece, somutun alanını felsefi araştırmanın alanı olarak belirlemiş, dolayısıyla tam anlamında gerçekçi bir tutum almıştır. Onda bütün sorunlara işte bu temel anlayışa göre çözüm getirilir. Varoluşsal varlık her şeyi kucaklayacak biçimde her yerdedir. Tektir ve her şey kapsar. Bu varoluşsal varlık insana bulantı duygusu verir; bulantı duygusu, varlık’ı bir ‘kendinde-şey’ olarak sezmemizi sağlar. Böylece, varoluşsal varlık’ı bir ‘kendinde-şey’ olarak belirleyen Sartre, insan bilincini de bir ‘kendi-için-şey’ olarak belirler. Düşünen özne ya da bilinç, özünü, varlık’ın karşıtı olan hiçlik’le ortaya konur. Bilinçlenmek demek, tanımak demektir, bilen’i (özne) bilinen’den (nesne) ayırmak demektir. Bilinç, bir boşlukla ayrılır nesneden. Bu anlamda o, olmadığı şeydir, hiçlik’tir, kendi kendinin hiçlik’idir. Sartre, “Varlık ve Hiçlik”te “mutlak” bir özgürlük anlayışını savunmaktadır. Bir insanın ya tümüyle özgür olduğunu, ya da hiç olmadığını söyler.[35] İlk bakışta paradoksal görünen, ama kendi kavramlarıyla düşündüğümüzde son derece anlamlı olan ünlü deyişiyle “insan özgürlüğe mahkûmdur”. Çünkü özgürlük insanın bir özelliği değil onun ta kendisidir, bir başka deyişle onun ontik boyutudur. İnsan gerçekliğinin kavramsal ifadesinden başka bir şey olmayan ‘kendisi-için-varlık’ kipinin “değer” ardında koşarken kendini zorunlu olarak bulduğu durumdur.[36]

Özgürlük Sartre için sadece ontolojik boyutta uygun bir biçimde gösterilip, gerçekleştirilebilir konumdadır. Ontolojik anlamda idrak edilen bir özgürlük, Sartre’a göre insanın tanımı, herhangi bir nitelik, sosyal bir yeti konusu (örneğin irade) yerine geçemez. Sadece varoluş tarzının bizzat kendisini dile getirebilir. Sartre için özgürlük ve sosyal varoluş özdeştir. Zira “kendisi–için-varlık” olarak bilinen varoluşun zenginliğini ve kimliğini gören bir varlık kendisini bir noksanlık, bir yoksayış, bir farklılık olarak algılarsa özgür olmak dışında başka bir şey olamaz. “Kendisi–içinvarlık” daima aşkınlık içinde oluşu, benim taslaklarım, davranış hedeflerim ve amaçlarımda da ortaya çıkan hiçliğe dayanır ve özgür davranışı, karşılaştıklarımızla daimi bir kopukluk içindeymiş gibi gösterir. Sartre’a göre bu durum seçimin her ediminde gerçekleşir. İnsanın kendi varoluşunu seçmesi, bir tür varoluşun meydana getirilmesidir. Sartre’a göre özgürlük ve seçim ve kararla ilgili durum, bir tür karşılıklı koşullama ilişkisi içinde bulunurlar: “Özgürlük sadece durum içinde vardır ve durum yalnızca özgürlük sayesinde.”[37] İlk bakışta özgürlüğün kısıtlanışı gibi görünen her şey, sadece gerçeklik, yani özgürlüğün ön koşulu olarak karşımıza çıkar. Ne tarihsel konumum, ne ölümüm, ne geçmişim, ne de çevrem ya da diğer insanlar, hatta ölümüm bile özgürlüğümü kısıtlayamaz. Özgürlüğümün, gerçeklik olarak görünen bütün kısıtlamaları, ancak ve ancak özgürlüğüm sayesinde birer kısıtlama olarak ortaya çıkabilirler. Sartre’a göre her sınır özgür bir sınırdır. Başkaları tarafından belirlenen durumu ya da gerçekliği, kendi özgürlük taslağımın ışığı içinde devralmak durumundayım. Sartre’a göre, insan, bu dünyada, başkalarıyla, zor da olsa, ilişki içindedir. Her şeyden önce, bir bedenimizin olması, dış dünyayla ilişkimizi olanaklı kılar. Başkası’yla ilişki; en yetkin biçimde, “başkasının bakışı”yla, başkasının bakışının bize verdiği “utanma” duygusuyla kurulur. Tek başına olmak dingin durumda olmaktır. Başkasının varlığı, daha doğrusu başkasının bakışı bizi nesneye indirgemeye çalışır. Biz de başkasının bakışı karşısında nesneye indirgenmemeye bakarız.[38] Sartre bakışın analizini, bana bakan diğer insanın öncelliğinde başlatır ve bu doğrultuda bir yabancılaşma yapısını hareket noktası olarak kabul eder ki, bu noktanın ontolojik karakteri, neredeyse yok edilmesi imkânsız olduğu izlenimini verir. Özgürlüğümün, diğer insanların bakışları altında nesnel hale gelmesi, donup kalması ve yabancılaşması, tarafımdan yalnızca iki değişik şekilde önlenebilir: diğer insanların da benim tarafımdan nesnel hale getirilmesiyle ya da özgürlüğümün bir nevi diğer insanların özgürlüğüne eşitlenmesiyle. Sartre’a göre insanlar arası ilişkinin özelliği, çatışmadır. Sartre bu radikal özgürlük kuramından, aynı derecede radikal olan bir sorumluluk kuramı çıkarmaktadır. Sartre, insana “dünyanın bütün ağırlığını”[39]  yüklemiştir. Ona göre, bu sorumluluğu ortadan kaldırabilecek olan, hiçbir özrü, hiçbir gerçekliği, hiçbir mazereti kabul etmemektedir.[40]

SORUMLULUĞUN ÖN ŞARTI OLARAK: ÖZGÜR İRADE

Jean-Paul Sartre’nin sorumluluk anlayışında özgür irade merkezi bir konumdadır. Sartre’ye göre, seçimlerimizin belirlenmiş olması durumunda ahlaksal hayatımız tüm anlamını kaybeder. Sartre, Kant gibi özgürlük postülasını, ahlaksal yükümlülüğün imkânının koşulu olarak kabul eder. Sartre’ye göre, ahlaksal yükümlülüğü zorunlulukla karıştırmamak gerekir. Zorunluluk, – olmamazlık edemeyen şey – özgürlük ve sorumluluğu dışlar. Eğer özgür irade yükümlülüğün bir koşuluysa, bu koşulu sadece talep etmek yetmez, onun gerçekten varolduğunu ortaya koymak gerekir. Öte yandan iyiyle kötü arasında bir seçim, kesinlikle nedeni olmayan, olumsal bir seçim değildir.[41]

Ahlaksal davranışın nedenleri içine değerlerin çekiciliği de girer. Aynı şekilde yanlış bir davranış, nedeni olmayan bir seçimin ifadesi değildir. Onu belirleyen, bir hazzın, maddi bir çıkarın dayanılmaz çekiciliğidir. Böylece salt özgür bir iradenin, olumsal bir seçimin lehine yardıma çağrılan kanıtların hiçbiri bize kesin görünmemektedir. Söz konusu özgür iradeyi kabul etmek, insan davranışı içine olumsallığı, akıl-dışılığı sokmak demektir. Fakat öte yandan tersini, insan davranışının açıklanabilir olduğunu, bir nedeni olduğunu düşündüğümüzde de onu zorunluluğa tabi kılmış olmaktayız. Gerçekten insanı köleleştiren kadercilikle onu özgürlüğe kavuşturan belirlenimciliği birbirinden en büyük bir özenle ayırmamız gerekir. Kadercilik şöyle der: Korktuğunuz bu olay, kaçınılmazdır. Geçmişte ne olmuş olursa olsun, ondan kaçınmak için ne yaparsanız yapın, o mutlaka meydana gelecektir.[42]

 Sartre’a göre insanın varoluşu özünden önce gelir. İnsanın kişiliği önceden çizilen bir modele göre ve belli bir amaç için yapılmamıştır. Herhangi bir amaca hizmet etmeyi, herhangi bir eylemde bulunmayı seçen insanın kendisidir. İnsan özünü kendi yaratır, özünü kendi yaratan tek nesne insandır. İnsandan başka her nesnede yapış varoluştan önce gelir. Önce varolup sonra kendini yaratan sadece insandır. Yalnız insandır ki önce varlaşır, sonra özünü yaratır; nasıl olacağını, neye yarayacağını kendisi çizer. İnsan varolmadan önce tanımlanamaz, çünkü varolmadan önce hiçbir şey değildir. Ancak varolduktan sonra bir şey olacaktır, hem de kendisini nasıl yaparsa öyle olacaktır.[43] Yani insan insanlığını kendi yapar. Demek ki bu yapış keyfe bağlı bir yapıştır. Öyleyse bu keyifsel özgürlük de ölümün ötesindeki hiçlik karşısında boşuna bir çabalamadan ibarettir. Ama varoluşçular böyle demiyorlar elbet. Descartes’ın düşünüyorum, öyleyse varım denilen cogito’sundan yola çıktıklarını söylüyorlar. Onlara göre bilincin kendiliğinden ulaştığı mutlak gerçek sadece budur. Herhangi bir gerçeğin olabilmesi içinse ortada mutlak bir gerçeğin bulunması gerekir. Bu gerçek, insanın bir aracıya başvurmaksızın kendini anlaması, özünü bilmesi gerçeğidir. İnsan, bu gerçekle, kendinden başkalarına da varmaktadır. İnsan, kendi gerçeklerine varabilmek için başkalarının içinden geçecektir. Başkaları, insanın hem varolması, hem de kendini bilmesi için gereklidir. Oysa yine de kendini yapan sadece insanın kendisidir. Başkalarının içinden geçmesi yaptığını değerlendirmek içindir.[44] Spinoza, insanın bir imparatorluk içinde bir başka imparatorluk olmadığını, kendisini çevreleyen şey tarafından belirlenmiş olduğunu söylemekteydi. Bu dogmatik tezin karşısına Sartre bir diyalektiği koymaktadır. Gerçekten bir yandan Sartre, her insanın “bir durumda” olduğunu kabul etmektedir. Onun bir bedeni, dostları veya düşmanları, önünde bulunan engeller vb. vardır. Ama öte yandan duruma anlamını özgürce veren insandır. Örneğin, bir belirlenimci, ezilen insanların dayanılmaz bir durumda bulundukları için isyan ettiklerini ileri sürecektir.

Sartre bir durumun “kendinde” dayanılamaz bir durum olmadığına, ancak bir insan tasarısının ona bu anlamı kazandırdığına işaret eder. Bir başka tasarıyla söz konusu durumu Tanrı’nın bizi bir sınavdan geçirmesi olarak görebilirdik. Gelecekle ilgili niyetlerimi, tasarılarımı şimdiki duruma yansıtarak onu özgürce bir eylem motifi haline geçiren benim.[45] Sartre işte bu anlamda, “Biz hiçbir zaman Alman işgali altında olduğumuz zamanki kadar özgür olmadık” demekteydi.[46] Bu cümledeki paradoks ancak görünüştedir, çünkü bir durum ne kadar güç, trajik, zorlayıcı ise yapmamız gereken seçim o kadar acildir. O halde durumlara bir anlam kazandıran şey benim kararlarımdır.[47] Yani insan geleceğe doğru bir atılıştır, bir gelecek bilincine varıştır, kendini yaşayan bir tasarıdır. İnsan özünü kendi yaratır: dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak… İnsan sorumludur. Varlık özden önce geldiğine göre, insan ne olduğundan veya olmadığından sorumludur. Özünü kendisi tasarladığına göre sorumluluğunu da omuzlarına yüklenmesi gerekir. Hem, bu sorumluluğu sadece kendisine karşı değildir, bütün insanlara karşıdır. Çünkü insan kendisini seçerken bütün insanları da seçmiş olur, olmak istediğini yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlar. Yeşil güzeldir derken yeşilin bütün sorumluluğunu da yüklenir. İnsanın sorumluluğu bütün çağına yayılır, bütün evreni kucaklar. Bu sorumluluk korkunç bir sorumluluktur, uçsuz bucaksızdır. İnsan bu sorumluluğun bütün yükünü omuzlarında taşımakla insanlaşır. İnsan kendini seçerken bütün insanları seçtiği gibi, bütün insanları seçerken de kendini seçer, kendine karşı sorumlu olunca bütün insanlara karşı da sorumlu olur. Bunaltı sorumluluğunu duymaktır. Öyleyse insan bunaltıdır. Sorumluluklarını maskeleyen bu bunaltıyı azaltabilirler, yine de içleri rahat değildir. Çoğu kimseler yaptıklarının yalnız kendilerini bağladığına, yalnız kendilerini sorumlu kıldığına kendilerini inandırmaya çalışırlar, yine de bir türlü rahat edemezler. Çünkü sorumluluk da, bunaltı da insanın insanlığından gelmektedir, edimlerinin sonucudur. Bunaltı insanı eylemden ayırmaz, tersine eyleme götürür, eyleme zorlar. İnsan özgürdür.[48] Hem sadece özgür de değildir, özgür olmak zorundadır. Çünkü yaratılmamıştır, kendi kendisini yaratmıştır. Çünkü bütün yaptıklarından, tutkularından bile sorumludur.[49] Tutkular kötü edimler için bir özür değildir. Çünkü yeryüzünde insana yol gösterecek kendisinden başka hiçbir şey yoktur. Çünkü her insan kendisinden öncekileri istediği gibi yorumlayabilir. İnsan yardımsızdır, desteksizdir, bir başınadır, bırakılmışlık içindedir.[50]

İnsanın yapacağı el değmemiş bir gelecek vardır, insan insanın geleceğidir. Bunun içindir ki, insan insanı bulur. İnsan değerlerini kendi yaratır. İnsan yaşamaya başlamadan önce hayat yoktur, hayata anlam veren yaşayan insandır. Değer denilen şey insanın seçtiği bu anlamdan başka bir şey değildir. Yorumlar farklı olduğu için genel bir ahlâk yoktur, zira anlamı seçen sonuçta gene bizleriz. Çünkü öğüt alacağı kimseyi seçmekle insan kendini seçer.[51] Yapacağınız şeye sonuçta ancak kendiniz karar verirsiniz. Gerçekte insan kendi hayatından başka hiçbir şey değildir. İnsan erdemlerini kendi yaratır. Korkak ya da kahraman olmak insanın kendi elindedir. İnsan ancak elinden geleni yapabilir ama yapmayı tasarladığı her şey de elinden gelir. Her şey bir seçiş meselesidir ve her seçişin bir sebebi vardır. Peki, bu sebep duygularımızdan mı doğmaktadır? “Hayır” diyor varoluşçular. Zira harekete geçmemiş duygu hiçbir şey değildir. Duygu insana doğru yolu göstermez. Varoluşçuluk özgürsünüz, yolunuzu kendiniz seçin demektedir. Bir insan için toplumda değişmeyen bir zorunluluk varsa o da şudur: Dünyada yaşamak, bir iş görmek, başkaları arasından bulunmak, ölümlü olmak.”[52]

İnsanın özgürlük problemi için Sartre’ın yaklaşımının temel prensibi “Varlık ve Hiçlik” adlı çalışmasında geliştirdiği “olumsuzlama”nın diyalektikleri teorisiyle belirlenmiş ve temellendirilmiştir.[53] Ontolojik düalizmden doğan bireyin mutlak özgürlük kavramı: “diyalektik insan”- “diyalektik olmayan insan”. İnsan bilinci insani olmayan her şeye karşı çıkar ve böylece kendisini tek olarak, bir değer olarak ve böylece gerçek insan varlığı olarak kurar. Zamanın en temel problemi olarak, yeni bir kimliği ortaya çıkarma gereksinimidir. Kimliğimiz dışsal dünyada varlık-olmayanla ilişkilidir, o bizim acımasız özgürlüğümüzdür. Görebiliriz, fakat eyleyemeyiz; hiçlikten dolayı özgürüz. Eylem bu anlayışa uyan “Öteki İçin Varlık”ın analizleri ve kendisini kaybetme anlamına gelir: ‘Öteki’nin etkisinden kendimi bağımsız kılmaya çalıştığım kadar, Öteki kendisini benden bağımsız kılmaya çalışır; Öteki’yi köleleştirmeyi istediğim kadar, Öteki beni köleleştirmeyi ister”[54]  “Öteki için varlığın gerçek algısı” çatışmadan dolayı hiçlik olabilir. Tüm ilişkileri Sartre sadizm ve mazoşizmi karakterize ederek tanımlamıştır: Herkes “Öteki’nin” özgürlüğünü “istimlâk etme”ye çalışır ya da onun kendi özgürlüğünü ona verir.[55]  Aynı zamanda, Öteki’ni anlamak mümkün değildir: onu aradığımda uzağa kaçar ve ondan kaçmak istediğimde beni idare eder.[56] Böylece, sadomazoşim dengenin doyumu mümkün değildir; ilişki başarısızlığa mahkûmdur. İnsan Öteki’ne “sahip olmak” “asimle etmek” ister ya da onun tarafında “sahip olunmuş” “asimle edilmiş” kişi ötekine bağlıdır çünkü sadece ilişki Öteki için bir kavrama sağlayabilir, fakat bu nedenden dolayı insan kalıcı bir tehlikeyi ortaya çıkarır ve böylece güvensizdir.[57]  

VAROLUŞSAL BİR GEREKLİLİK OLARAK:  ÖZGÜRLÜK

Varoluşu özünden önce gelen insanın, hiçbir mazereti yoktur. İnsanın varoluşu dışında yalnızca hiçliğin bulunduğunu söyleyen Sartre, mevcut olanın doğasını varolan olarak açımladığını, mevcut olmayanın hiçbir şekilde varolmadığını ileri sürer. Şeyler insana göründükleri gibidirler ve onların dışında hiçlikten başka bir şey yoktur. Varolan birey dışında hiçbir şeyin olmadığını, hiçliğin varolduğunu söylemek Sartre için hiç kuşku yok ki Tanrının olmaması, nesnel bir değerler sisteminin bulunmaması, önceden tasarlanıp belirlenmiş bir özün olmaması ve çok daha önemlisi, determinizmin olmaması anlamına gelir. Bireyin özgür, kişinin özgürlük olduğunu söyleyen Sartre, insanların özgürlüğe mahkûm olduklarını iddia eder. Mahkûmdurlar, çünkü dünyaya atılmış veya bırakılmışlardır; buna rağmen özgürdürler, zira kendilerinin bilincine varır varmaz her şeyden sorumlu hale gelirler. Sartre’ın özgürlük anlayışı, ona “bizim karşı karşıya kaldığımız durumlara, içinde bulunduğumuz koşullara tabi olmadığımızı, koşullar tarafından belirlenip belirlenmemeye karar veren biz olduğumuz için bu koşulların bizim kararlarımıza bağlı olduğunu” söyleme imkânı verecek kadar radikal olan bir özgürlük anlayışı olmak durumundadır. Onda özgürlük doğrudan doğruya bilinçten çıkar. Çok kabaca ifade edildiğinde, Sartre bizim hem dünyadaki nesnelerin ve hem de özneler olarak kendimizin bilincinde olduğumuzu ve söz konusu ben bilincinin özgürlüğün kaynağı olduğunu söyler. Kendi kendilerinin bilincinde olan varlıklar kendilerini daha güçlü, daha akıllı, daha zengin, daha mutlu, daha ünlü vs. olarak tahayyül edebilir, kendilerini bu şekilde görmek isteyebilirler. Yani, onlar yoksunluklarının farkında, eksikliğini duydukları şeyin bilincindedirler ve dolayısıyla, bu boşlukları kapatmayı özgürce isteyebilirler. Dolayısıyla, özgürlük imkânların, özellikle de şimdi olabildiğimizden daha fazla olabilme imkânının bilincinde olmanın bir sonucu olmak durumundadır. Biraz daha farklı ve teknik bir dille ifade edildiğinde, Sartre insan ile dünya arasındaki ilişkinin hiçlik kavramı kullanılmadan açıklanamayacağını düşünür. Hiçlik, bilinçli ya da kendisi-için-varlığa özsel olan, onun ayrılmaz bir parçasını meydana getiren, bilinçli varlığın bizatihi kendisinde olan bir şey olmak durumundadır. Onun eylemleriyle, algı ve düşünceleriyle doldurmaya çalıştığı şey, işte içindeki bu boşluktur. Başka bir deyişle, bir kendisi-için-varlığın dünyayı hem algılamasını ve hem de bu dünyada, eylem tarzını tasarlanan bir geleceğe göre belirleyerek, eylemde bulunmasını mümkün kılan şey, onun bizzat kendi içinde böyle bir boşluğa sahip olmasıdır.

Bu nedenle, onda özgürlük işte bu çerçeve içinde, kendisi-için-varlığın kendine özgü potansiyeliyle tanımlanır. Heidegger için olduğu gibi Sartre için de bir insan, varlığı gerçekleşmemiş bir potansiyeldir; oysa kendinde-varlık, katı, masif ve bütünüyle gerçekleşmiş bir şeydir. Kendinde-varlığın geleceği yoktur veya daha doğrusu o, diyelim bir masa, bir kitap, bir ayakkabı olması olgusuyla belirlenmiştir. Başka bir deyişle, insan söz konusu olduğunda, varoluş özden önce gelir; yani bir insan varlığının özü yoktur, o belirlenmemiş olup, doğasındaki yarığı, kendisindeki boşluğu tercih ettiği şekillerde, seçtiği tarzlarda doldurmak bakımından tamamen özgürdür. İnsan varlıklarının belki de en önemli boyutunu meydana getiren bu hiçlik, sonsuz sayıda imkânı ihtiva eder.[58] Sabit ve belirli bir insan doğası, bilinçli varlığın değişmez özü diye bir şey bulunmadığına göre, insanın kendisini başka bir doğrultu yerine, belli bir doğrultuda belirlemesi için hiçbir neden, kendisini şu şekilde değil de bu şekilde yönlendirilmesi açısından hiçbir zorunluluk yoktur. Onun imkânları, sadece ne yapmak, nasıl davranmak gerektiğiyle değil, fakat neyi düşüneceği veya dünyada algıladıklarını nasıl betimleyip kategorileştireceğiyle ilgili her öneriye hayır deme imkânını kapsayacak kadar zengindir. Bir insan kendisindeki bu zenginliğin farkına vardığı, kendi içinde böyle bir hiçliğin bulunduğunu fark ettiği yani istediği her şeyi düşünmek, istediği her şeyi yapmak bakımından mutlak bir özgürlüğe sahip olduğunu ilk kez anladığı zaman, bundan sadece tasa duyar, büyük bir endişe içine düşer, derin bir bunaltıya sürüklenir. Başka bir deyişle, o sınırsız özgürlük düşüncesini taşıyabilecek, mutlak özgürlüğün ağırlığını kaldıracak durumda değildir ve bu bunaltı, tasa ya da endişeden kurtulabilmek için özgürlüğünü inkâr etmeye kalkışır.

Sartre’a göre, insanın en başat özelliği, onun özgür olmasıdır. Ona göre, özgürlüğü incelemek, doğrudan doğruya kendini yani ‘kendisi-için-varlık’ı incelemek demektir. Özgürlük, insanlık varoluşunun temel verisidir. Sartre, biz özgürüz fakat özgür olmayı seçemiyoruz, özgürlüğe bağlıyız ve dünyaya atıldık, der. Sartre felsefesinde özgürlük, ‘kendisi-için-varlık’ın yalnız ne içinde, ne dışında, ne de karşısındadır, o tamamındadır. O mutlak ve sınırsızdır. Her şeyi seçen bu özgürlüktür. İnsanın özgür olması gerekiyorsa bunun engellenmemesi ve varolması için de seçmesi gerekir. Özgürlük varoluşla aynı anlamdadır ve insan, özgürlüğünü bununla gerçekleştirir. Sartre’a göre, olay özelliği sayesinde ‘kendisi-için-varlık’, kendini bir eksiklik veya varlığın baskısından kurtuluş olarak tanır. O kendi kendisinin temeli değildir. Varlığın ortasında hiçlik sahasına girmiştir ve sebepsiz yere bir dünyaya bırakılmıştır. Sartre’a göre, gerçek dünyayı ve ‘kendisi-için-varolan’ dünyayı yaratan insandır. Fakat her birimizin yaratmış olduğu dünyada ön gördüklerimiz, amaçlarımıza göre değişir. Olay özelliği de Sartre’ın felsefesinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu özellik olmasaydı bilinç, dünyayla olan ilgisini kopuk bir özgürlükle kurmak zorunda kalırdı. Bununla birlikte ‘kendisi-için-varlık’ın denetlediği özgürlük, içinde bulunduğu durumla daralmıştır. Buna rağmen onun özgürlüğü gerçek bir özgürlüktür ve olay özelliğinde bile o kendi özgürlüğüne bağlıdır. Bundan dolayı insan tüm eylemlerini ortaya koyar ve ‘kendisi-için-varlık’, yaptıklarının tümünden sorumlu olur. Sartre’ın varoluş felsefesinde özgürlük ve seçim, sorumluluk üzerine kurulmaktadır.[59] Sartre’a göre her insanda evrensel bir öz bulmak olanaklı değildir. Toplumlar ve insan grupları arasında değişik koşullar bulunmaktadır. Tarih ve kültür insanın içinde bulunduğu koşulları değiştirme olanağı sağlar.[60] Örneğin liberal ve kapitalist toplumlarda fakir ve zengin sınıflar vardır.

Sartre’a göre öznel ve nesnel sınırlar vardır. Nesnel sınırlar her yerde görülür. Bu kendi varlığını başkalarına göstermek demek değildir. Bu özgürlük demektir. Çünkü bütün insanlar kendi farklı tasarıları ve çalışmaları konusunda özgürdürler. Her defasında bunlar ve bu farklılıklar sınırlıdır. Bu da insanlık durumunu oluşturur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi hiçlik dünyaya insanla gelmektedir. İnsanın varlığı ile yokluğu meydana getiren şey nedir? Bu sorunun yanıtı şüphesiz özgürlük olmaktadır. Burada söz konusu olan insan doğasının bizzat kendisidir. Sartre, insanın varlığı ile özgürlüğü arasında hiçbir ayrılık olmadığını, insanın özgür olmaya mahkûm olduğunu belirtir. Özgürlüğün bilincine ise anxiété yani sıkıntıyla ulaşılır. Bununla özgürlük kendini açığa çıkarır. Dolayısıyla Sartre’a göre hiçlik, özgürlük ve sıkıntı arasında sıkı bir bağıntı bulunur. Bunlar ‘kendisi-için-varlık’ın en belirgin özellikleri arasında yer almaktadır. Sartre “Varlık ve Hiçlik”  de özgürlüğü ayrıntılı olarak ortaya koymakta ve bu özgürlük, insanın varoluşundaki hiçlik gibi görünmektedir.[61] Ona göre nesneler, varoluşun özünü oluşturur. Özgürlük bir varlık gibi değildir. O insandır ve varlığın yokluğu demektir. Özgürlük, insanda hiçlikle oluşur. Bir başka deyişle özgürlük, hiçliğin olabilirliği demektir. Hiçlik konusunda insanın özgürlüğünde bir sorun vardır. Varlıkla hiçlik bizim özümüzdeki ayrıntılardır. Sartre’a göre özgürlük, insanda varolmuş bir varolmayandır yani bir hiçtir.[62] Bu varolmayan yani gerçekleştirmek istediği şey, insanı, kendi kendini oluşturmaya, kendi kendini meydana getirmeye zorlar. Dolayısıyla kişi, kendi kendini seçer, o, seçtiği insan olur. Nasıl bir insan olacağını kişi kendisi belirler. Bu belirleme süreklidir. Özgür olmak, kişi olarak varolmakla aynı şeydir. Sartre’a göre özgürlük, insanın bir yapı özelliğidir. Diğer bir anlatımla özgürlük, insanın varoluşunun belirlenmemiş olduğunun bilinci ya da bilgisidir, denilebilir. Bu da aynı zamanda, insanın özgür olduğunu bilen kişi özgürdür, demektir. Sartre’a göre, özgürlüğe giden yolları bulmak için bu zorunsuzluğu görmek, bu saptamadan doğan bulantıyı aşmak yeterlidir. İnsanın bir nedeni, bir temeli yoksa bu, kendi kendinin nedeni, kendi kendinin temeli olmasındandır: Eğer dıştan hiçbir şey ona bir değer vermiyorsa bu, kendi kendinin değeri olmasındandır. Nitekim hareketlerini ne tanrısal bir buyuruğa, ne de eşyada yahut kendinde bulunan ussal bir ilkeye göre yapar. Gerçi özgürlüğünün açtığı uçurum önünde bunaltılı bir baş dönmesi duyar; ama hayatının anlamı da bu özgürlükten gelir. Yaşaması ancak bu özgürlükle bir anlam kazanır. “Özgürlük verimli ve uyarıcı bir sözcüktür. Bir şeye karşı koyuyorsak onun verdiği coşkuyla koyuyoruz.[63] Öyleyse, kâğıtları açalım artık: Hayat umutsuzluğun öbür yanında başlar.”[64]

Herkes kendi özgürlüğünü yaşar. Her kahraman bir çeşit kayma, kendinden korkma içinde, önceden kestirilemeyen bir geleceğe doğru gider. Hiçbir şey Sartre’ın kişiliğini zorlamaz, şöyle ya da böyle olmaları için sıkıştırmaz: Ne Tanrı’nın buyurukları, ne ahlakın kuralları, ne geçmişleri, ne tutkuları, ne düşünceleri, ne de toplumsal durumları onları şu ya da bu biçim bir kişi olmaya iter. Gerçi havada yüzen, soyut birer varlık değildirler; belli bir gerçeklik içinde, belli bir tarihsel, toplumsal, düşünsel, ruhsal gerçeklik içinde, bulunurlar; ama bu durum sıkı bir gerekirciliğe (determinizme’e) yol açmaz hiçbir zaman, özgür bir seçmeye yol açar, o kadar. Nitekim kişiler her an seçmek zorunda kalırlar. Bu yüzden de kendilerinden sorumludurlar. Mathieu acaba Marcelle’i seviyor mu, Marcelle çocuğunu düşürecek mi, Daniel Tanrıya inanıyor mu, Mathieu komünist olacak mı? Bilemeyiz. Çünkü hepsi de özgürdür, başıboş ve desteksizdir. Zaten onları birbirinden ayıran da bu değişmez özellikleridir. Bu bakımdan ilerde ne yapacakları kestirilemez.[65] Bakarsınız, Brunet komünizme bağlanır da Mathieu bağlanmaz. Oysa ikisi de aynı ölçüde özgürdür, yaşarlar. Bağlanmak gibi bağlanmamak da bir seçmedir aslınsa. Bağlanmamak her an yeniden kendi seçmesini yapmak demektir.[66] Özgürlük yolları’nın son cildinde, Ruhtaki Ölüm’den bir sahne Mathieu’nün savaşarak daha yüksek sandığı bir özgürlüğe ulaştığını gösterir.[67] Güzel ama özgürlükte de bir sınırlanış, bir yükseklik alçaklık var mı acaba? Gerçekte kararsızlık ve bağlanma da birer özgürlüktür. Çünkü Sartre’a göre özgürlük, kişioğlunun her an bir seçme yapmaya iten dış yöneltinin, bir dış gereksinmenin yokluğundan gelir. Doğrusu aranırsa, özgürlük bu yöneltinin, bu gerekirliğin, bu belirlemenin bulunmayışından başka bir şey değildir. Bundan ötürü bağlanma kadar kararsızlık da özgürlüktür. Özgürlük belli bir edim biçimine tutsak değildir: Özgürlük, varoluşun ördüğü kaçınılmaz, değişmez, ortaklaşa bir kumaştır. İnsan, kendisine sürekli bir varoluş özgürlüğü verilmiş bir varlıktır, özü olmayan bir varlık. Bu durumdan ötürü seçiş, tasarı ve sorumluluk ona hayatın gerçek, benliğine uygun değerleri olarak görünürler. “Siz yaşamazdan önce hayat bir şey değildir; ona bir anlam kazandırmak ancak size vergidir. Onu anlamlı kılan sizsiniz. Doğrusunu isterseniz, değer denilen şey de, seçtiğiniz bu anlamdan başka bir şey değildir. Öyleyse, siz de görüyorsunuz ki, bir insanlık topluluğu, bir kamu yaratabilir pekâlâ…”[68] Sartre’a göre, insan kendi dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur. Yani, ancak dışa atılarak, dışta kendini yitirerek varlaşır; aşkın (transcendant) amaçları kovalayarak varolabilir. Bu yönden alınırsa, insan ilerleyiştir, aşıştır, oluştur; ilerlemenin, aşmanın göbeğindedir. Nesneleri dahi bu ilerleyişe, bu aşışa, bu oluşa göre yakalar. Yani insancıl bir evrenden, insancıl öznellik evreninden başka evren yoktur. Ona göre, kişioğlu, bu tek başına bırakılmışlık içinde, kararını ancak kendisi verecektir. Çünkü insan bununla, kendi içine kapanarak ve başkalarından koparak değil; ancak dışında bir amaca yönelerek varlığını gerçekleştireceğini göstermiş olunur. Sartre, “Ancak şu kurtuluş ya da bu iş için çalışmakla, yani eylem kendini insancıl bir varlık olarak kuracaktır.”[69]  Sartre’a göre, insan geleceğe doğru bir atılıştır, bir gelecek bilincine varıştır, kendini yaşayan bir tasarıdır. İnsan özünü kendi yaratır: dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak… Varlık özden önce geldiğine göre, insan ne olduğundan veya olmadığından sorumludur. Özünü kendisi tasarladığına göre sorumluluğunu da omuzlarına yüklenmesi gerekir. Hem, bu sorumluluğu sadece kendisine karşı değildir, bütün insanlara karşıdır. Çünkü insan kendisini seçerken bütün insanları da seçmiş olur, olmak istediğini yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlar.[70]

Yeşil güzeldir derken yeşilin bütün sorumluluğunu da yüklenir. İnsanın sorumluluğu bütün çağına yayılır, bütün evreni kucaklar. Sartre için, güdüler ve amaçlar gibi, irade ve tutkular da aklın verili halleri değildir. Ama ‘kendisi-için-varlık’ın kendisi gibi, olan şeyden ayrılmak yoluyla ve henüz varolmayan şeye atılmak yoluyla teşkil edilirler: Bunlar insanın özgürlüğünü ifade eden ve donatan unsurlardır; öznesi olduğu bir şeyin belirleyici etkenleri değillerdir. İrade, tutkulardan daha özgür değildir, çünkü o, kendisini mevcut varoluşun ardındaki bir amaca doğru fırlatan öz yapılanmasıyla kendi içinde ‘kendisi-için varlık’dır; irade ya da müzakere bu öz yapılanma üzerine düşünmekle ortaya çıkan bir arıtmadır; kendini belirlemekten çok bir kendini sınamadır, çünkü “müzakere ettiğinde, zar atılır.”[71] Eğer müzakere edersen, bunun nedeni, eylemde bulunmadan önce kendime eylemime dair rasyonel bir hesap verme tasarımın bir parçasıdır. Kendi mükemmelliği içinde iradenin tatmin edilmesi (“yapmayı istediğim şeyi yaptım”), daha derin bir seviyede birincil bir eğilime duyulan bağımlılığı ortaya çıkartır, bir ‘Kendinde-kendisiiçin-varlık’ olma tasarısını ki bu da gerçekleştirilmeye çalışılan şeyin bir şeklidir. Sartre’a göre varoluş; ‘kendisi-için-varlık’ olduğu durumda, bütün başka şeyler ve fenomenler kendisinde yani ‘kendinde-varlık’tır.[72] Kendisinde olan şeyler değişmezler. Diğer bir anlatımla onların tek özleri vardır. Varoluş ise her an hiçlikten varlığa çıkıştır. Bundan dolayı onun özü yoktur. O kendini, geçmiş ve geleceğe, aksettirmek üzere özleri sonradan koyar. Yani Sartre’a göre varoluş, özden önce gelir.[73]

Sartre için her birimiz solurken, yerken, uyurken, şu ya da bu biçimde davranırken mutlak olanı yaparız. Özgürce varolmak ile mutlak varolmak arasında hiçbir ayrım yoktur. Üstelik zaman içine yerleşmiş yani tarih içinde yer almış bir mutlak olmak ile evrenselce anlaşılabilir olmak arasında da hiçbir ayrım yoktur. “Bir Avrupalı her tasarıyı: bir Çinlinin, bir Hintlinin hatta bir zencinin tasarısını dahi anlayabilir. Bu demektir ki, 1945’te yaşayan bir Avrupalı, durumunu kavradıktan sonra, kendi sınırlarına doğru atılabilir; giderek, adı geçen Çinlinin, Hintlinin, Afrikalının tasarısını yeniden kurabilir. Öyleyse, her tasarı herkesçe anlaşılabilir. Anlaşıldığına göre de her tasarının bir evrenselliği vardır. Ama bunun anlamı, Bu tasarı insanı sonsuza değin belirler, demek değildir; İnsan yeniden bulunabilir, demektir. Bir aptalı, bir çocuğu, bir yabaniyi ya da yabancıyı anlamanın her zaman bir yolu yordamı vardır; elverir ki onlar üzerinde kişioğlunun yeterli bilgileri olsun. Ona göre, bu anlamda insanın bir evrenselliği olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, önceden (doğarken) verilmez bu evrensellik; her gün kurula kurula oluşur. Sözgelimi ben, kendimi seçerek bu evrenseli kurarım. Hangi çağda yaşarsa yaşasın, her insanın tasarısını anlayarak yeniden kurarım onu. Ama bu seçişteki mutlaklık hiçbir çağın göreceliğini ortadan kaldırmaz.”[74] Sartre’a göre, bir durum karşısında (sözgelişi, başka cinsten bir varlıkla cinsel ilişkileri olabilen, çoluk çocukları olabilen bir varlık oluşumunun getirdiği durum karşısında da) doğru ise bu, o zaman bir davranışı seçmem gerekiyor, demektir. Sartre, “beni bağlamakla bütün insanlığı da bağlayacak bir seçişin sorumluluğunu yükleniyorum. Öyle ki, seçimimi hiçbir önsel değer belirlememiş de olsa, durum değişmez. Çünkü seçişin kaprisle bir ilişiği yoktur. İnsan kurulu bir durum içinde bulunur” demektedir.[75]

Sartre’a göre, insan bu durum içinde hem kendisi bağlanır, hem de seçimiyle bütün insanlığı bağlar. Üstelik seçmekten de kaçınmaz bir türlü. Ya hiç evlenmeyecektir; ya evlenecek, çocukları olmayacaktır; ya da hem evlenecek, hem de çocukları olacaktır. Kısacası, her ne yaparsa yapsın, bu sorun karşısında tümel bir sorumluluk yüklenmeden edemeyecektir.[76] Gerçi, yerleşmiş değerlere başvurmadan seçecektir, ama böyle yapıyor diye kaprislilikle suçlamak haksızlık olur. O halde, insan kendi kendini kurar. Önceden kurulmuş, tamamlanmış, sona ermiş değildir. Ahlakını seçerken kendi kendini de kurmuş olur. Üstelik bir ahlak seçmeden de edemez. Koşulların ağır baskısı, ister istemez, bir ahlak seçmek zorunda bırakır onu. Sartre ancak bir bağlanmaya göre tanımlıyor insanı. Bu yönden düşünülürse, bizi seçişin gereksizliği, nedensizliği ile suçlamak saçmadır. İnsan ise, değişen bir durum önünde hep aynı insandır. Seçme ise bir durum içinde seçmedir hep. Sartre’a göre insanın durumu özür ve yardıma yer vermeyen özgür bir seçiştir. İnsanı böyle tanımlayınca, edimlerinin sorumunu tutkularına (ihtiraslarına) yükleyen, tutkusal bir gerekircilik uydurarak işin içinden sıyrılmaya çalışan kimse bal gibi düzenbazlıkla, kötü niyetlilikle suçlanabilir. Sartre’ın, varoluşun özü oluşturduğu iddiasında olması, insanın olayları kendisinin yarattığı, özün sorumluluk olduğu ve insanın seçimini özgürce yaptığı sonucunu ortaya çıkarır.[77] İnsan toplumsal bir varlıktır. Dolayısıyla toplumsallık, insanlar arasında kurulmuş bir ortak yapıyı gerektirir. Bütün işler paylaşılmıştır. Böyle bir yapı içinde hiçbir şey ve hiç kimse diğerleri olmadan gerçek olamaz. Sorumluluk alan yaşamaya devam eder.[78]

 İNSANIN SORUMLULUĞU

Sartre’ın insan varlığında varoluşun özden önce geldiğini söylemesinin sonucu, sadece insanların kendilerini veya özlerini yarattıkları anlamına değil, fakat her insanın varoluşunun sorumluluğunun onun kendi üzerinde olduğu anlamına gelir. Bir taş veya ağacı, herhangi bir şeyden sorumlu tutmaktan söz edemeyiz. Buna göre, insanların da kendinde-varlıklar gibi, önceden belirlenmiş sabit ve değişmez doğaları olsaydı eğer, onları oldukları varlıktan, yarattıkları kimlikten, hayata geçirdikleri davranışlardan sorumlu tutamazdık. Sartre’ın söz konusu özgürlük, sorumluluk veya sahicilik etiğinde, insanlar, tam tamına kendilerinden yarattıkları şey oldukları için oldukları şeyden kendileri dışında hiç kimseyi sorumlu tutamazlar. Dahası onlar, kendilerini yaratma veya şekillendirme sürecinde, seçtikleri şey ya da eylem tarzını, sadece kendileri için değil, fakat tüm insanlar veya bütün insanlık için seçerler. Bu yüzden onlar, Sartre’a göre, sadece kendilerinden, kendi bireyselliklerinden değil, fakat bütün insanlardan sorumlu olurlar. Satre, burada Kant’ın koşulsuz buyruğunu andırır şekilde, bir insanın belli bir eylem tarzını seçerken, kendisine herkesin aynı şekilde eylemesi durumunda ne olacağını sorması ve dolayısıyla, bir anlamda kendi eylem tarzını tek tek her insan için uygun ve doğru bir davranış haline getirecek evrensel bir insan özünün varoluşunu varsayması gerektiğini ima eder. Başka bir deyişle, biz her ne kadar kendi değerlerimizi ve böylelikle de kendimizi yaratsak bile, aynı zamanda aslında herkes tarafından hayata geçirilmesi gerektiğine inandığımız kendi beşeri doğamızın imgesini yaratırız.[79] Buna göre, şu ya da bu şekilde eylemde bulunmayı seçerken, seçmiş olduğumuz eylemin değerini olumlamamız gerekir ve bizler için hiçbir şey, başkaları için de iyi olmadığı sürece, asla iyi olamaz. Kant’ın ödev ahlakına çok benzeyen bu yaklaşımı büyük ölçüde devam ettiren Sartre, yine de bütün insanları bağlayan evrensel bir ahlak yasasının olamayacağını ileri sürer.  O, burada sadece beşeri deneyimin en açık olgularından birine başvurup, insanların seçimde bulunmaları, kararlar almaları gerektiğine işaret eder. İnsanlara yol gösterecek, rehberlik edecek genel geçer yasalar olmasa bile, yine de seçimde bulunmaları ve bunu yaparken de başkalarının da aynı şekilde eylemeyi seçmek isteyip istemeyeceklerini kendilerine sormaları gerekir. Sartre, insanların zaman zaman başkalarının kendileri gibi eylemde bulunmayı istemeyecekleri rahatsız edici düşüncesine kapılabileceklerini söyler. Bununla birlikte, başkalarının aynı şekilde eylemde bulunmayacaklarını söylemek, ona göre, kendini aldatmanın tipik bir örneğini meydana getirir. Seçme edimi bütün insanların bir iç daralmasıyla, tasa ve endişeyle de olsa gerçekleştirmeleri gereken bir edim olmak durumundadır. Çünkü söz konusu seçme ediminde, insanlar sadece kendilerinden değil, fakat başkalarından da sorumlu olurlar. Söz konusu sorumluluktan kendini aldatma yoluyla kaçınan insanlar, vicdanlarında hiçbir zaman rahat olamazlar.

Özgürlük ve seçim, sorumluluk üzerine kurulmuştur. Tarih ve kültür, insanın içinde bulunduğu koşulları değiştirme olanağı sunar. Örneğin sermayeci toplumlarda yoksul ve zengin sınıflar vardır. İnsan dünyada çalışır ve zamanı gelince ölür. Sartre’a göre öznel ve nesnel sınırlar vardır. Nesnel sınırlar her yerde görülür. Bu kendi varlığını başkalarına göstermek demek değildir. Bu özgürlük demektir. Çünkü bütün insanlar kendi değişik tasarıları ve çalışmaları konusunda özgürdür.[80] Her defasında bu bölümler ve bu farklılıklar sınırlıdır. Bu da insanlık durumu demektir. Bundan dolayı Sartre’ın dediği gibi her tasarının evrensel bir değeri vardır. Sartre’a göre, ben kendim seçerek evrenselliği oluştururum. Sartre’ın burada belirtmek istediği şey, özgürlük ve hiçlik arasındaki ilgidir. Her insan bir insanlık biçimini gerçekleştirir. Sonunda bu sorumluluk incelemesi, tarihsel yapı olan insanlık gerçeğinin Sartre’a ait düşüncenin özü gibi görünür.[81] Zira varlık ve bilimsel görüş gerçektir. İnsan orada istemeden varolmuştur. Sartre’a göre insanın varoluşu; nedensiz, saçma ve doğal bir kazadır. Her insanın özgürlüğü evrensel tarihi oluşturur. İnsanın oluşumu tarihseldir. Ona göre varoluş ile özgürlük arasında hiçbir ayrım olmadığı gibi varlık ile hiçlik arasında da hiçbir ayrım yoktur. Sartre’a göre insanın sorumluluğu ortak bir noktayı oluşturur. İnsan özgürce seçebilmiştir. Fakat insanın kişisel olayları başkalarının dışındaki olaylardır. Sartre’ın yaptığı açıklamada sorumluluğun, başlı başına bir görev gibi anlaşıldığına inanılabilir. Genel olarak varlığın bu durumda bir nedeni yoktur. Varoluşçulukta eğer varoluş özden önce geliyorsa bundan şu sonuç çıkar, “insan ne ise ondan sorumludur.” dolayısıyla varoluşçuluğun ilk işi insanı varlığına sahip kılmak, tüm sorumluluğu kendi üzerine almasını sağlamaktır.[82] İnsan kendinden sorumludur denildiğinde, onun özel kişiliğinden sorumlu olduğu değil, tüm insanlardan sorumlu olduğu anlaşılır.

Sartre’a göre insan kendini seçer dendiğinde her birimiz yalnız kendini seçtiğini değil aynı zamanda tüm insanları da seçtiğini söylemiş oluyoruz. Yalnız kendi olmak istediğimiz değil, aynı zamanda kafamızda istediğimiz bir insan tasarımını yaratmayan gerçekte hiçbir edim yoktur. Şunu ya da bunu seçmek demek, seçtiğimizin değerini bilmek, anlamak demektir, çünkü kötüyü değil iyiyi seçeriz. Herkes için iyi olmayan bizim için de iyi olamaz. Çünkü bu seçimi mutlak özgürlükle gerçekleştirebiliriz.[83]  “Evlilikten örnek vermek gerekirse bu öznel bir seçimdir. Fakat bu seçim aynı zamanda meydana gelmiş sorumluluğun anlatımıdır. Benim seçimime göre başkaları da şüphesiz değerlendirmeleri yapacaktır. Beni örnek alabilirler veya reddedebilirler.”[84] Sartre, seçim bir duyguda olasılıktır fakat olanak değildir, bu seçmek değildir. Ben her zaman seçebilirim. Zira bir seçimin sorumluluğunu taşıdığım her durumda bir durum seçmek ve karar vermek zorundayım. Bizim olaylarımızın her biri bir duygu oyunudur,[85]der. Sartre’ın açıkladığı sorumluluktan önce, iç sıkıntısı duygusunun bizim yaptıklarımızdan haberi vardır. Sartre’ın işaret ettiği gibi, seçim yaparak, bir birey sadece kendisini sorumlu tutmaz, fakat insanlığın bütününden sorumlu tutulur.[86] Sartre’a göre a priori değerler varolmamasına rağmen, eyleyenin seçimi estetik alanda sanatçının yaptığı gibi aynı tarzda değerlerini yaratır. Değerler böylece evrensel bir boyutu olan özgürlüğümün doğru bir deneyimi aracılığıyla yaratılmış olur, benim durumumda olan başka insanlar da aynı durumları yaratabilir. Bu nedenle her gerçek tasarıdaki özel biçimlerde ifade edilmiş olan bir evrensellik vardır. Bu “tek evrensel” olarak daha sonra Sartre’ın karşılık bulacağı şeyin ilk bildirimidir. Sartre’ın varoluşçuluğunda, “duygunun değerini ancak, onu doğrulayan bir eylemle gerçekleştirebiliriz, onu belirleyen bir davranışla tanımlayabiliriz. Yapıp etmelerimiz duyguyu meydana getirirler. Başka bir deyişle duygu, yapılan hareketlerle meydana gelir. Çünkü onun değeri, olup bitmiş yapıp etmelerden sonra ortaya çıkar. Bundan dolayı, genel geçerliği olan bir ahlaktan söz edilemez. Çünkü bu dünyada bize yol gösterecek bir işaret yoktur. Eğer varsa da, insan bu işaretin anlamı üzerinde karar verirken tek başınadır. Bu işareti yorumlamanın tüm sorumluluğu kişinindir, yalnızca kendi omuzlarındadır. Yalnız bırakıldığımız için, varoluş tarzımızı biz kendimiz seçeriz; bırakılmışlık, bunaltı ve boğuntu ile birlikte yürür. İnsanın üzerine yaslanabileceği, sırtını dayayabileceği bir insan doğası”[87]  bulunmadığı için kişi özgürdür. İnsanlar her türlü bağlılıklardan kurtuldukları için, yarın ne yapacaklarına özgürce karar verirler. Gerçekte işler, insan onların nasıl olmasını isterse, yani nasıl bir karar verirse öyle olacaktır. Birey yaşamına bağlanır, orada kendi resmini çizer ve bu resmin dışında da bir şey yoktur. O, olması gereken şeydir. İnsan kendi yaşamından başka bir şey değildir: O, bir girişimler zinciri, bu girişimleri yaratan ilişkilerin toplamı ve bütünüdür. Sartre, gerek sanatçı ve gerekse entelektüelin politik ve toplumsal sorumluluğu olduğunu, bütün yaşamı boyunca savunmuştur. Sartre ‘a göre zindanda olsun, sürgünde olsun, hangi partinin işine yarasın yaramasın, yine de düşüncesini bulunduğu günün koşullarına göre söylemek zorundadır.

KAYNAKÇA

BLACKHAM, H. J., Altı Varoluşçu Düşünür, Çev. Ekin Uşşaklı, Dost Kitapevi Yayınları, Ankara, 2005.

BOCHENSKİ, J.M., Çağdaş Avrupa Felsefesi, Çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1997.

CEVİZCİ, AHMET, Felsefe Sözlüğü, Ekin Yayınları, Ankara, 1996.

CEVİZCİ, AHMET, Felsefe Tarihi, Say Yay., 4. Baskı, İstanbul, 2012.

DİREK, ZEYNEP, Jean Paul Sartre- Tarihin Sorunluluğunu Almak, Metis Yay.,İstanbul, 2010.

EDMUND HUSSERL, Fenomenoloji Üzerine Beş Ders, Çev. Harun Tepe, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1997.

KARAKAYA, TALİP, Sartre Felsefesinde Varlık Sorunu, Elis Yayınları, Ankara, 2004.

KARAKAYA, TALİP, Sartre ve Varoluşçuluk, Elis Yayınları, Ankara, 2004.

SARTRE, JEAN PAUL, Varlık ve Hiçlik (Fenomenolojik Ontoloji Dememesi), Çev. Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Ilgaz, İthaki Yayınevi, 5. Baskı, İstanbul, 2013.

SARTRE, JEAN PAUL, Yöntem Araştırmaları, Çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2011.

SARTRE, JEAN-PAUL, Bulantı, Çev. Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları İstanbul, 1983.

 SARTRE, JEAN-PAUL, Denemeler(Çağımızın Gerçekleri), Çev. Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, , Say Yayınları, İstanbul, 1998.

SARTRE, JEAN-PAUL, Ego’nun Aşkınlığı, Çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, Alkım Yayınları, Ankara, 2010.

SARTRE, JEAN-PAUL, Materyalizm ve Devrim, Çev. Emin Türk Eliçin, Toplumsal dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998.

 SARTRE, JEAN-PAUL, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir, Çev. Asım Bezirci, Say Yayınları, İstanbul, 1997.

ÜLKEN, HİLMİ ZİYA, Varlık ve Oluş, Doğubatı Yay., Ankara, 2014.

WEST, DAVİD, Jean-Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu, Çev. Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1998.


[1] Ankara Üniversitesi, S.B.E. Felsefe Tarihi, Doktora Öğrencisi

[2]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  çev.  Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yay., 5. Baskı, İstanbul, 2009, s. 141.

[3]Sartre, Jean Paul, Çağın Gerçekleri- Denemeler, çev. Sabahattin Eyuboğlu, Vedat Günyol, Say Yay., İstanbul, 1998, s. 76.

[4]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir, çev. Asım Bezirci, Say Yay., İstanbul, 1997, s. 44.

[5]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir, s. 61.

[6]Sartre, Jean Paul, Yöntem Araştırmaları, çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu, Kabalcı Yay., İstanbul, 2010, s. 14.

[7]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir, s. 61.

[8]Sartre, Jean Paul, Materyalizm ve Devrim, çev. Emin Türk Eliçin, Toplumsal Dönüşüm Yay., İstanbul, 1998, s. 21.

[9]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 128.

[10]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir, s. 66.

[11]Sartre, Jean Paul,  a.g.e, s. 67.

[12]Sartre, Jean Paul,  a.g.e, s. 68.

[13]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 565.

[14]Sartre, Jean Paul, Materyalizm ve Devrim, s. 21.

[15]Sartre, Jean Paul, Sinekler( Dram), çev. Tahsin Yücel, Metis Yay., İstanbul, 2012, s. 31.

[16]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, s. 488.

[17]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir, s. 72.

[18] Kant, Immanuel, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmes, çev. İoanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu Yay., 5. Baskı, Ankara, 2013, s. 16.

[19] Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 27.

[20] Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, s. 641.

[21]Sartre, Jean Paul, a.g.e, s. 641-642.

[22]Sartre, Jean Paul, a.g.e, s. 494.

[23]Sartre, Jean Paul, a.g.e, s. 490.

[24]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 495.

[25]Sartre, Jean Paul, a.g.e, s. 613-614.

[26]Sartre, Jean Paul, a.g.e, s. 558.

[27]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 47.

[28]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 37.

[29]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 493.

[30]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 28.

[31]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir, s. 72.

[32]Husserl, Edmund, Fenomenoloji Üzerine Beş Ders, çev. Harun Tepe, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 2012, s. 12.

[33] Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 29.

[34]Sartre, Jean Paul, Bulantı, çev. Semih Tiryakioğlu, Varlık Yay., İstanbul, 2013, s. 52.

[35]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 51.

[36]Blackham, H. J., Altı Varoluşçu Düşünür, çev. Ekin Uşşaklı, Dost Kitabevi, Ankara, 2005, s.187.

[37]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 619.

[38]Direk, Zeynep, Jean Paul Sartre- Tarihin Sorunluluğunu Almak, Metis Yay.,İstanbul, 2010, s. 58.

[39]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 696.

[40]Direk, Zeynep, Jean Paul Sartre- Tarihin Sorunluluğunu Almak, s. 78.

[41]Direk, Zeynep, a.g.e, s. 89.

[42]Bochenski, J. M., Çağdaş Avrupa Felsefesi, çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu, Kabalcı Yay., İstanbul, 1997, s. 221.

[43]Ülken, Hilmi Ziya, Varlık ve Oluş, Doğubatı Yay., Ankara, 2013, s. 74.

[44] Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 545.

[45] Direk, Zeynep, Jean Paul Sartre- Tarihin Sorunluluğunu Almak, s. 101.

[46] Bochenski, J. M., Çağdaş Avrupa Felsefesi,  s. 221.

[47] Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 46.

[48]Sartre, Jean Paul, Çağımızın Gerçekleri- Denemeler, s. 129.

[49]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 46.

[50]West, David, Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu, s. 63.

[51]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 472.

[52]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 473.

[53]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 473.

[54]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 474-475.

[55]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 528.

[56]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 540.

[57]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 543.

[58]Cevizci, Ahmet, Felsefe Tarihi, Say Yay.,4. Baskı, İstanbul, 2012, s 1163.

[59] Cevizci, Ahmet, Felsefe Tarihi, Say Yay.,4. Baskı, İstanbul, 2012, s 1163.

[60]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  s. 545.

[61]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 546.

[62]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 547.

[63] Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 72.

[64] Sartre, Jean Paul, Sinekler,  s. 50.

[65] Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 75.

[66]West, David, Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu, s. 61.

[67]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 91.

[68]Sartre, Jean Paul, a.g.e, s. 96.

[69]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 99.

[70]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 82.

[71]Sartre, Jean Paul, a.g.e,,  s. 96.

[72]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 96.

[73]West, David, Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu, s. 63.

[74]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 86.

[75]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 86-87.

[76] Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 101.

[77] West, David, Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu, çev. Ahmet Cevizci, Paradigma Yay.,İstanbul, 1998, s. 79.

[78] Sartre, Jean Paul,  Ego’nun Aşkınlığı, çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu, Alkım Yay., İstanbul, 2010, s. 37.

[79]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 92.

[80]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 112.

[81]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 115.

[82]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 117.

[83]Sartre, Jean Paul, Materyalizm ve Devrim, s.70- 71.

[84]Karakaya, Talip, Sartre ve Varoluşçuluk, s. 95

[85]Sartre, Jean Paul, Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi,  , s. 24.

[86]Sartre, Jean Paul, a.g.e,  s. 553.

[87]Sartre, Jean Paul, Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir,  s. 22.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir