Zaman, ayaklarımızın altından bir su gibi akıp geçiyor, hissettirmeden. Bu yüzden olmalı üzerinden onca zaman geçmiş hatıraları sanki dün yaşamış gibi olmamız. Üstelik eskimeyen yaşantılarla doluyken zihnimiz yine de dolmaya devam ediyor yeni fotoğraflarla. Saatler, günler adımlarını sürüdükçe; yıllar bir o kadar hızlı pedal çeviriyor.
Uzun zaman önceydi belki de daha dün. Bir yatılı okul pansiyonunda kış gelmek üzereydi. Başımıza değen bulutlar günden güne koyulaşmaktaydı. Okulun duvarı dibindeki kavak ağaçları sararan yapraklarını dökmüş, hatta yerdeki koyu kahverengi yapraklar çoktan hışırtılarını yitirmiş, çürümeye başlamıştı bile. Kış, bütün hışmıyla geliyordu ve ben ömrümde ilk kez ailemden uzakta bilmediğim bir iklimde kışı yaşayacaktım.
İnsan neyi düşlediğine dikkat etmeli bence. Bazen ağzımızdan öylesine dökülen sözcüklerin gerçeğini, seriveriyor zaman önümüze. Nitekim ben de Kapadokya’yı televizyonda izleyip “Ben de oraları görebilsem!” diyeli neredeyse bir yıl bile olmadan kendimi peri bacalarının gölgesinde buluvermiştim. Sabahları okulun önünde sıra olduğumuzda rengarenk sıcak hava balonları gökyüzünü süslerdi. Ders kitaplarında okuduğumuz Türkiye’nin en uzun nehri Kızılırmak da bu toprakları sulamaktaydı üstelik.
Yatılı okulda öğrenilenler elbette yalnız bunlar değildir. “Zaman herkese en adil şekilde sunulmuş bir sermayedir.” der bir bilge. Bu sermayenin kimi zaman omuzlarımızda ağır bir yük olduğunu ben o yıllarda öğrenmiştim. Takvimlere aşinalığım da o zamanlara dayanır. Yatılı okullarda okuyanlar bilirler; herkesin cüzdanında, kitabının arasında, ranzasının bir köşesinde, çalışma masasının üzerinde mutlaka bir ya da birkaç takvim vardır. Takvimleri çoğaltmak sanki zamanı hızlandırır. Oysa zamanın adımları hep aynıdır. Ne yavaşlar ne de hızlanır.
Ben zamanı kavak ağaçlarından takip ederdim. Sarı sarı bir serinlikle uçuşuyorsa yapraklar, aylardan eylüldür ve yurttaki ranzalar dolmaya başlamış demektir. Buruk bir azim vardır yüzlerde henüz ev kokan valizler açılırken. Milli Eğitim Bakanlığı logolu battaniyeler bir örnek nevresimlere geçirilirken evden getirilen poğaça börekler de arkadaşlara ikram edilir.
Kavak ağaçları kara bir sopa gibi kaskatı yükseliyorsa göğe ve gıcırdıyorsa tipide kışın en meşakkatli zamanı demektir ve hayatında ilk kez kar görenler için gerçekten zordur bir buz tutmuş merdivenleri tırmanmak. Evden getirilmiş poğaça börekler çoktan bitmiş, ev kokusu da uçup gitmiştir yurttan. Hatta evle ilgili tüm söylemler yasak sözcükler gibi fısıltı halini almıştır ranzaların duvara bakan yüzünde.
Ama eğer dallara su yürümeye başlayıp da neşelendiyse kavaklar, o zaman eve gitme vakti yaklaşıyor demektir. Takvimlerden sonbahar ve kış ayları çoktan yırtılıp atılmış ve geriye sayım başlamıştır. Anne, baba ve kardeş sözcükleri coşkulu kahkahalara eşlik etmektedir yurt merdivenlerinde. Her yeni çiçek, her yeni yaprak bir müjdedir artık.
Nihayet ılık bir haziran günü tozlu valizler çıkarılıp aceleyle hazırlanır. Açık pencerelerden kavak yapraklarının hışırtısı duyulmaktadır. Artık ev yemeklerinden, yazın ailecek gidilecek tatillerden bahsetmek müstahaktır. Odalar bomboş ve darmadağın kalıverir. Lakin herkes çok iyi bilir ki her yazın bir de kışı vardır. Nihayetinde yapraklar yeniden sararacak ve bir eylül sabahı yurt yine buruk bir kalabalıkla dolacaktır.
Sizlere de olur mu bilmem? Öğrencilik yılarımın üzerinden uzun zaman geçti ama hala rüyalarımda öğrenci olurum. Derse geç kalırım, ödevimi unuturum. Telaşla uyandığımda birkaç saniye sürer nerede ve kim olduğumu hatırlamak. İşte o vakit kendi kendime sorarım; “Zaman geçiyor mu yoksa sarı bir eylül gününde donup kaldı mı?” diye.