Üniversite: Adı Var Kendi Yok…

Sayı 46- Nisan 2015

Bir toplumun geleceği eğitim sistemi içerisinde örülür. Eğitim sisteminden çağın gereklerini karşılayan, ufku geniş, nitelikli ve donanımlı insanlar yetişirse, o toplumun ekonomiden, bilim, felsefe, kültür ve sanata değin her şeyi gelişmeye başlar. Tabi eğitim sisteminin, nitelikli ve donanımlı insan yetiştirmesinin ilk ve temel koşulu, bilim, sanat, felsefe ve kültür alanlarında geniş bir özgürlük alanının yaratılması ve bu alanların siyasi müdahale ve baskılardan uzak olmasıdır. Bu olmazsa olmazdır. Bu anlamıyla dinle bilim nasıl ayrıldıysa, bilimle siyaset, bilimle ideoloji de aynı şekilde birbirinden ayrılmalı, bilisel kurumlar özerk ve özgür bir yapıya kavuşturulmalıdır. Bu, o kadar önemlidir ki, üniversitelerde sadece bilimin egemen olması, liyakat sisteminin oturması, kayırmacılığın son bulması, nitelikli olanların seçilmesi ve yükselmesi ancak ve ancak siyasi müdahalelerden bağımsız bir eğitim ve kurum kültürünün oluşmasıyla mümkündür. Aksi durum, her şeyin belirsizleştiği, kaosa dönüştüğü ve tek gücün siyasi iktidar olduğu bir üniversite yapısıdır; bu yapı ise, sadece ontolojik ve epistemolojik temeli olmayan postmodern bir üniversiteye neden olabilir.

Bu açıdan baktığımızda, Türk eğitim sisteminin bir bütün olarak gittikçe yozlaştığını, deyiş yerindeyse epistemik olarak doğru ve yanlışın dışlandığı postmodern bir yapıya kavuştuğunu belirtmek gerekir. Yozlaşma ve postmodernleşme ilk ve orta öğretimde de gözlenmekle birlikte, en büyük yansımasını yüksek öğretimde, yani üniversitelerde bulmaktadır. Yüksek Öğretim Kurumu başkanı, Yekta Saraç’ın deyişiyle, ‘akademik ortam bugün değil vasat, vasatın bile altındadır’ (http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/taha-akyol_329/yok-ten-mektup_28591973). Bunu söyleyen sıradan bir kişi değil; kurumun yani YÖK’ün başındaki kişidir. Durumun vahametini görmek açısından bu itirafı ciddiye almak gerekir. Üniversitelerin ve akademik ortamın vasatın bile altına düştüğü saptamasının, yani sorunun nedenleri üzerinde konuşmadan, yani sorunun nedenini saptamadan çözüm yolları bulmak olası değildir. Bu yüzden kimi nedenleri, acı da olsa yalın bir biçimde saptamak ve itiraf etmek gerekir.

Türkiye’de Üniversite sistemi neden yozlaşmakta, neden gittikçe gerilemektedir? Kanımca bunun yaygınlaşan postmodern kültürle diyalektik içinde gelişen pek çok nedeni vardır; ancak ilk bakışta görebildiğim belli başlı nedenler şunlardır:

1-) En önemli nedenin, YÖK’ün bizzat kendisinde, siyasi, merkezi ve otokratik yapısında olduğunu itiraf etmek gerekir. Bu yapının içindekiler, iktidarı temsil etmektedir; yapının içindekiler değiştikçe üniversiteler ve üniversitelerin idari yapısı da değişmektedir. Bu anlamıyla üniversitelerin ‘kendinde sağlam bir ontolojik ve epistemolojik temelinin’ olduğu söylenemez, genel bir belirsizlik hakimdir; bu belirsizliği iktidar yapısı değişimi belirli hale getirmektedir ve çok değişkendir. Üniversiteler üzerinde, deyiş yerindeyse, yer yer iktidarın Demokles’in kılıcı gibi duran YÖK, kuruluşundan bu yana hiçbir zaman ideolojik vesiyasi çatışmaların ötesine uzanıp, üniversiteler arasında koordinasyonu sağlayan çok sesli seçkin bir bilim kuruluna dönüşemedi; üniversitelere sağlam bir  ontolojik ve epistemolojik zemin sunamadı. Bu, kısmen mevcut Anayasadan ve buna tâbi olan YÖK yasasından ve bu yasanın YÖK’ü siyasi müdahalelere açık bir kurum haline getirmesinden kaynaklanmaktadır. Mevcut haliyle YÖK, üniversiteleri bilimsel ve demokratik olarak temsil etmekten uzaktır. Öğretim üyelerinin YÖK üyelerini ve YÖK başkanını seçememeleri, bu yeterlilikte görülmemeleri akıl alacak bir şey değildir. YÖK, mevcut yapısıyla siyasi müdahaleler yüzünden, bilim ve koordinasyon kuruluna dönüşememekte ve öyle anlaşılıyor ki, bu yapı devam ettikçe de dönüşemeyecektir. YÖK başkanlarının ve YÖK üyelerinin içinde iyi insanların bulunması da bu sonucu değiştirmemiştir ve öyle görünüyor ki değiştiremeyecektir. Bu yüzden YÖK yapısının, acilen değiştirilmesi ve Üniversitenin yapısında reforma gidilmesi gerekmektedir. Bu, üniversitede bilimin özgürleşmesi için önceliktir. Bu YÖK yapısının değişimiyle birlikte, ayrı statüleri olan ve ekonomik ayrıcalığa neden olan devlet üniversitesi ve vakıf üniversitesi ayrımı da sona erdirilmelidir. Vakıf üniversitelerinin, vakıf değil, özel üniversiteler gibi işlediği ve hiç de demokratik bir yapılarının olmadığı ve bilimi öncelemedikleri, bu üniversiteler üzerinde son dönemlerde, yapılan çalışmalar tarafından da tescil edilmektedir. Bu konuda, Yükseköğretimin Serbest Düşüşü: Özel Üniversiteler” başlıklı Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan kitap okunmaya değerdir.

2-) YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın da belirttiği gibi, ‘kariyer sınavları pek çok üniversitede yozlaşmış durumdadır’. Yüksek Lisans ve Doktora sınavlarında, tezleri hiç okumadan, telefonla, hatır, gönül ilişkisiyle ya da yandaşlık mantığıyla olumlu oy veren öğretim üyelerinin sayısında gittikçe artış söz konusudur (http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/taha-akyol_329/yok-ten-mektup_28591973). Tabi bu yozlaşmanın temeline inildiğinde, üniversitelerdeki idari hiyerarşinin atanma usulü ve tabi ki rektörlük seçimlerinin başat rolü oynadığı söylenebilir. Hâlihazırdaki işleyen yapıda, kişilerin akademik tezinden çok, ideolojik olarak hangi tarafta olduğu ön plana çıkmaktadır; çünkü akademisyen olanlara seçimlerde oy güzüyle bakılmaktadır. Gerçi akademisyenlerin verdiği oy, rektör adaylarının ilk altı sıralamasını belirlese, YÖK bunların üçünü eleyip, kalan üçünü Cumhurbaşkanına sunsa bile, -bu sıralamada öğretim üyelerinin verdiği oyun önemi çok azdır ve nihai belirleyici değildir, bu yüzden üniversite rektör seçimleri sahte bir demokrasi oyunudur- bu kısmi etki dahi kayırmalara, çatışmalara, sürtüşmelere, ideolojik kamplaşmalara yol açabilmektedir. Buna doktora yapmış ve öğretim üyesi olmayı hak etmiş insanların atanmalarında rektörlerin yetkisini ve yine akademik yükselme ve atamalardaki rektörlüğün sınırsız rolünü de eklemek gerekmektedir. Üniversiteler Arası Kuruldan doçentlik belgesi alsanız dahi, sizin doçentlik kadrosuna atanmanız, yine Profesörlüğü hak etseniz dahi bu kadroya yükseltilmeniz,  tümüyle rektörün inisiyatifine bırakılmış durumdadır ve bu konuda hiçbir denetim mekanizması da bulunmamaktadır. Yani rektörlük makamı, bu konuda oldukça keyfidir. Rektöre oy vermemişseniz ya da onunla aynı ideolojide değilseniz, ağzınızla kuş yakalaşanız, o kadroya atanmazsınız. Bu süreçte, öğretim üyeleri arasında yaşanan gerilimlerin, birbirini rektörlük makamına kötülemelerinin, belden alta vurmaların etkin bir biçimde, örtük olarak işlediği anlaşılmaktadır. Eğer rektör, dedikodulara kulak veren biri ise ve insaf, vidan, adalet ve insanlık nitelikleri bakımından eksikse, o zaman kadronuzu almanız olanaksızlaşmaktadır. Kimi öğretim üyeleri, haklarını almak için, eğilip bükülmekte, eğilip bükülmeye razı olmayanlar ise, ezilmekte, mobbinge uğramaktadır. Bu durum, öğretim üyelerinin, onurlu ve özgür olması gereken kimliklerini negatif yönde etkilemektedir. Öte yandan Üniversiteler Arası Kurulun yaptığı doçentlik sınavında da jüri belirlemelerinde şayialar bulunmaktadır; ideolojisi farklı olduğu gerekçesiyle kimi öğretim üyelerine son yıllarda hiç görev verilmemektedir. Yine belirlenen jüri üyeleri arasında telefon trafikleri döndüğü, yandaşlık, arkadaşlık, ahbaplık, tarikat ve cemaat vb. bağların bu süreçte etkin olduğu söylentisi hiç eksik olmamaktadır. Bu süreç aslında kültürümüzde medreseleri yozlaştıran beşik ulemalığı sisteminin modern versiyonu gibi işlemektedir. Gerek mastır ve doktora sürecinde, gerek doçentlik sınavlarında (iki kez mağdur oldum), gerekse, yaklaşık 1,5 (bir buçuk) yıldır doçentlik kadrosu ilan edilmemiş ve hala edilmeyen birisi olarak, bu süreçlerin nasıl işlediğini, yandaşlık ve ideolojik kalıpların bilimselliğin yerine nasıl geçtiğini çok yakından bildiğimi, sistemin işleyişinin tanığı olduğumu belirtmem gerekir. Özgür düşünen, sorgulayan, ideolojik bağları ve ideolojik gruplara aidiyeti olmayan, cemaat vb. yapılarla ilişkileri bulunmayan, sadece bilime gönül vermiş ve araştırmalarıyla uğraşan sıra dışı entelektüel akademisyenlerin, sürekli değişen koşulları kat be kat sağlasalar da, yükselmeleri hep sorunlu olmuştur, bugün de bu sorunlu olma hali devam etmektedir. Bu atama ve yükseltmelerde liyakatin işlediğini söylemek hala ham hayalden ibarettir.

3-) Yükseltme ve atama sistemindeki belirsizlik, alanların ve mesleklerin yeterince tanımlanmamış olması gibi hususlar yüzünden, alan uzmanı olmayan ya da alanla doğrudan bağları kurulmayacak kimseler, ilgisiz alanlara okutman, öğretim görevlisi, yardımcı doçent, doçent ve profesör olarak atanabilmektedir. Hatta bölüm başkanı, anabilim dalı başkanı, dekan bile olabilmektedirler. Bunlar derslere de girdiği için, üniversitenin yapısı daha da gerilemektedir. Sözgelimi,  su ürünleri mezunu birisinin eğitim fakültesine, doktora ve doçentlik temel alanı ilahiyat olan birisinin Turizm fakültesine, sosyoloji, sanat tarihi, felsefe, psikoloji, tarih, sosyal bilgiler öğretmenliği, sınıf öğretmenliği, Türk dili ve edebiyatı gibi bölümlere; öğretmenlik mesleğiyle hiçbir ilişkisi olmayan, fizikçi, kimyacı, tarihçi, edebiyatçı ve hatta ilahiyatçıların eğitim fakültelerine atanabilmesi sistemin nasıl yozlaştığının birer kanıtıdır. Bu kimselerin alan dışında istihdam edilmeleri, öğrenciler karşısında onları da zor durumda bırakmakta ve öğrenci gözünde akademisyenin saygınlığını azaltmaktadır. Özellikle her ile bir üniversite kampanyasıyla yaygınlaştırılan ‘tabela üniversitelerinde’ durumun daha da içler acısı olduğu görülmektedir. Burada multisipliner ve inter disipliner yaklaşıma karşı çıktığım gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Multidispliner ve interdisipliner yaklaşımların, Avrupa ülkelerinde de olduğunu ve Gülbenkian komisyon raporunda teşvik edildiğini bilmeyen yoktur. Sorun olan, bir bölümün ya da fakültenin asli kimliğini bozacak kadar yabancı alanlardan insanların o bölümlerde istihdam edilmesidir. Söz gelimi, sosyal bilgiler öğretmenliğine, tarihçi elbette istihdam edilebilir; ama hiç felsefecisi, tarih eğitimcisi, sosyologu, yeterli coğrafya eğitimcisi, siyaset bilimcisi bulunmayan bir sosyal bilgiler öğretmenliği bölümüne, 5-6 tane cumhuriyet tarihçisi istihdam etmenin mantığını anlamak güçtür. Yine felsefe bölümüne, bölümde çoğunluğu ele geçirecek düzeyde, temel alanları ilahiyat olan din felsefecisi, İslam felsefecisi, din sosyologu vb. istihdam etmek de aynı şekilde düşündürücü olsa gerektir. Benzer durum, diğer bölümlerde de gözlenmektedir. Bölüm kendi kimliğine kavuştuktan sonra, farklı disiplinlerden insanların bölümlerde, fakültelerde misafir öğretim üyesi olarak istihdam edilmeleri, seçmeli dersler aracılığıyla disipline dıştan farklı bakış açıları getirmeleri ve yaklaşımlarını öğrencilerle paylaşmaları elbette yararlıdır; ancak bölümün kimliğini bozacak tarzda atamalar, bölümü yozlaştırıcıdır. Türkiye’de son on yıllarda gittikçe artan bu durumun, üniversitelerin bilimsel yapısını, formasyonunu ve hatta akademik düzeyini vasatın da altına düşürmektedir. Bir de alan uzmanı olmayan bu kimselerin Yüksek lisans ve doktora tezleri yönettiğini ve yaptırdığını düşünürsek, durumun vahameti daha da anlaşılacaktır.

4-)Türkiye’de Üniversiteler, YÖK yapısı ve Cumhurbaşkanlığının etkisi yüzünden daima, onların ideolojik tercihlerine göre eğilip bükülmektedir. Gerek YÖK üyelerinin gerekse Rektörlerin atanmasında bu kurumlar etkindir. Rektör olmak isteyen bir kişinin, öğretim üyelerinin oyundan çok, tarafsız olması ve bilimselliği öncelemesi gereken, ama herkesin bildiği gibi hiçbir dönemde böyle olmayan bu kurumların inisiyatifine bırakılması, bizim ülkemizde maalesef, kötü sonuçlara yol açmaktadır. Rektör adayı olacak kişiler, olmayı tasarlayanlar, siyasal iktidara, cumhurbaşkanına, YÖK’e yaranmak için, bilimden çok ideolojik faaliyete girişmektedirler. Tabi bu süreçte, adayların birbirini, sağcılık, solculuk, paralelcilik, döneklik vb. ile suçlamaları atbaşı gitmektedir. Üniversite rektör adayları üniversitenin bilimsel ve fiziki yapısını geliştirici projelerini anlatmak yerine, etkili olan siyasal partiye, YÖK’e ve Cumhurbaşkanlığına yakınlığını ve ilk altıya girerse atanacağının garantisini verme yoluyla propaganda yürütmektedir. Tabi olarak süreç de ideolojik-siyasi bir kavgaya dönüşmektedir. Bilim ve bilimsel projeler, vizyonlar, misyonlar yerine, cumhurbaşkanlığındaki tanıdık, siyasi köken, YÖK üyelerinden himmet başköşeye oturmaktadır. Böyle siyasallaşmış bir üniversitenin bilimselleşemeyeceği, bilimi önceleyemeyeceği açıktır. Bu haliyle, üniversitelerimizi vasatın altına düşüren temel yapı sözünü ettiğimiz yapıdır. Bu yapı da acilen gelişmiş ülkeler örnekliğinde çözüme kavuşturulmalıdır.

5-) Üniversitelerin bir diğer sorunu, temel bilimlerde yaşanan çöküştür. Fizik, kimya, biyoloji gibi alanlar büyük bir kan kaybına uğramaktadır. Bu bölümlerin kendilerini revize edememeleri, meslek alanlarıyla ilişkilerini yeter düzeyde kuramamaları, öğrenci niteliğini düşürdüğü gibi yer yer hiç öğrencinin tercih etmemesine bile neden olabilmektedir. Zeki öğrencilerin uygulamalı alanlara kaymaları, temel bilimleri olmayan üniversite modellerine neden olmaktadır. Bu yüzden fen edebiyat fakültelerine giden ve mezun olan öğrencilerin istihdam sorununu ya da fen edebiyat fakültesinin çekiciliğini artırmak için, ‘pedagojik formasyon sertifikası satmak’ –bu sertifikaların devlet üniversitelerinde parayla verilmesi düşündürücüdür- gibi ara bir çözüm bulunmuş gibidir. Fakat bu çözüm geçerli bir çözüm değildir. Bunun iki nedeni vardır; ilki, ülkemizde eğitim fakültesi mezunları bile işsizdir, hatta Milli Eğitim Bakanı bu yüzden eğitim fakültelerini kapatmaktan söz etmektedir-; ikincisi ise, parayla satılan pedagojik formasyon derslerine, eğitimbilimleriyle hiçbir ilişkisi olmayan insanlar girmektedir. Formasyonu eğitim fakülteleri verdiği için, eğitim fakültesine istihdam edilmiş, eğitimci olmayan pür bilimciler, fizikçiler, tarihçiler, kimyacılar, sosyologlar, edebiyatçılar vb. pedagojik formasyon derslerine girmektedirler.  Bu konuda ekonomik bir rant bulunduğu için, adam kayırmacılığın, yandaşlığın, dekanlığa ve rektöre yakınlığın, pastadan pay almada, etkin bir biçimde işlev yüklendiği, ideolojisi farklı diye alan uzmanları eğitimcilere ders verilmediği gözlenmektedir.

6-) Üniversitelerde, siyasetin güçlü ve belirleyici oluşu, üniversitelerde yapılan bilimsel faaliyetleri de olumsuz etkilemektedir. Üniversitelerde, bilimin tartışıldığı paneller, konferanslar, sempozyumlar yerine, daha çok siyasetin ve yandaşlığın, mesaj vermenin odağa oturduğu paneller, konferanslar ve sempozyumlar ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Türk üniversitelerinin çoğunda, bilimsel paneller, söyleşiler vb. yerine siyasi mesajlar içeren postmodern etkinlikler yaygınlaşmış durumdadır. Herhangi bir üniversitenin web sayfasında yaptığı bu tür etkinliklere bakılırsa, söylediklerimin nesnel temeli daha iyi görülebilir. Bir de rektör ya da rektör yardımcıları, milletvekili olmayı hedeflemişse, bu etkinliklerin dozunu ve siyasal mesajları varın siz düşünün. Durum böyle olunca, üniversitelerde derinlikli, bilimsel, felsefi, analitik, yeni bilgi ve bulgulara dayalı etkinlikler, özgün görüşler yer aldığı faaliyetler genelde düzenlenememektedir.  Rektörü, belirleyici makam sol eğilimliyse, bu etkinlikler onun propagandasına, sağ ve muhafazakârsa, bu sefer onların propagandasına dönüşmektedir. Oysa üniversitelerin temel görevi üretilen bilgileri ve araştırma sonuçlarını öğrenciler ve toplumla paylaşmak olmalıdır.

7-) Politikleşen bu süreçte, üniversitenin etkin özneleri olan bilim insanları ve öğrencileri kamplaşmakta, kısır gündelik siyasetin içine girmektedir.  Bilim eğitimi ve öğreti ile bilimsel araştırma, ayrıcalık sağlamadığı, ayrıcalığı politik ve siyasal duruş belirlediği için, çatışma ya da yalakalık kültürü alıp başını gitmektedir.

😎 Yükselmelerde, akademik liyakatten çok politik ve siyasal duruşun belirleyici olması, yandaşlık, ahbaplık mantığının işlemesi, öğrencilere de kötü örnek olmakta, onları kolaycılığa sevk etmektedir. Zaten ortaöğretimden yetersiz bilgi birikimiyle gelen öğrenci, bu ortamda daha da yozlaşmaktadır. Çünkü özgür, çok sesli, farklılıklara açık bir eğitim ve araştırma ortamıyla karşılaşmamaktadır. Son yıllarda, eğitilmiş insan kalitesinin düşmesinde ve üretilen Yüksek Lisan ve Doktora tezlerinin yozluğundaki en temel etmen bu olsa gerekir. Tabi bu süreçte, ödevlerde, seminerlerde, tezlerde, kes yapıştır mantığının alabildiğine yayıldığını, özgün araştırma ve çözümlemeler yerine, taklit, kopya ve intihalciliğin yayıldığını gözlemlemek hiç de şaşırtıcı değildir. Ulusal düzeyde iyi bir denetim mekanizması da olmayınca, bu tür sahtekârlıklar yapanın yanına kalmaktadır.

Nedenlerin sadece birkaçına değindiğimi, aslında bu konuda derin araştırmalar yapmak gerektiğini belirterek şunun altını çizmek isterim:

Bilim eğitimi ve bunu üstlenen üniversitelerin elitist olması, bilimsel alanında en iyisini yapanların en iyisini yetiştirenlerin, en iyisini üretenlerin baş tacı edilmesi gerektiğidir. Üniversitelerin avamlaşması, postmodernleşmesi ve liseleşmesi, bu elitizmin yok olması, bunun yerine kayırmacılığın, yandaşlığın ve ideolojilerin oturmasından kaynaklanmaktadır. Oysa üniversiteler, bilimin mabetlerdir; buraya bilimin dışında hiçbir şeyin girmemesi gerekir. Türkiye’de üniversitelerde, laboratuar, kütüphane, araştırma ve teknoloji geliştirme merkezleri yerine, etnik, dinsel, cinsel, mezhepsel, siyasal tartışmaların alabildiğine yayılması, postmodern epistemik belirsizlik içinde bir manevrayla cami, mescit, ibadethane vb. yapma yarışlarının ve tartışmalarının ayyuka çıkması, kurumların işlevinin nedenli dışına itildiğinin bir göstergesi olsa gerekir.

Bilim insanlarının ve öğrencilerin elbette ideolojileri ve inançları olabilir. Bu insani ve öznel bir şeydir. Sorun olan, bu öznel ideolojilerin ve inançların, bilimsel liyakat ve yeterliliğin önüne geçmesi, tercih nedeni olması ve akademik atama ve yükseltmelerde temele oturmasıdır. Yine bu öznel inançların ötekileştirme aracı olarak kullanılmasıdır. Böyle giderse, Türk üniversiteleri vasatın da altında kalamayacak, ‘adı var kendisi yok’ bir kuruma ya da ‘tabela üniversitesine’ dönüşecektir. Yani tam bir postmodern belirsiz kimliğe bürünecektir. Bu Türk milletine ve evrensel uygarlığa ve milletimizin ve insanlığın geleceğine dinamit yerleştirmektir.

Sorunumuz açısından Üniversitenin yapısı kadar, üniversitedeki insanların nitelik sorununun da önemli olduğunun altının çizilmesi gerekir. İdeolojisinin dışında etik değerleri olmayan, bilime inanmayan rektörler, bilime inanmayan dekanlar, bilime inanmayan bölüm başkanları, bilime inanmayan öğretim üyeleri, bilime inanmayan öğrencilerin artması halinde, bilimin mabedi olan üniversiteleri, adı var kendisi yok ya da tabela üniversitesi olmaya mahkûmdur. İşte bu tam da postmodern üniversite demektir. Benden söylemesi…

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir