Son günlerde bir haller vardı Nazlı’da. Duyguları o denli değişkendi ki, kendini tanımakta zorlanıyordu. Bir gün sevdiği diğer günü tutmuyor, diğer gün başka günü aratır hale geliyor ve o, kalbinin görkemli gezinişlerine gem vuramıyordu… Bugün ak dese, ak onu utandırmak istercesine mora dönüyor; mor, eflatun harelerle bezeniyor; eflatunsa sarıyla ahenkli bir valse başlıyordu… İçinde devamlı, hatta sonsuzluk kadar uzun gam ve kasavet bulutları git gide büyüyor, aradığı huzuru bulmasını engellercesine adeta dalga geçiyordu. Dikkatini toplamakta zorlanıyor, çok sevdiği kitaplarına bile gereken ilgiyi gösteremiyordu. Mutsuzdu! Nedeni, nasılı yok! Mutsuzdu işte! Yaşamaya değer hiçbir şeyin kalmadığı düşüncesine iyiden iyiye sığınır hale gelmişti.
Oldum olası kıskanç bir kızdı Nazlı. Güzel sayılırdı… İri kahve gözleri, gerçek rengini neredeyse kendinin bile unutmuş olduğu kahve saçları vardı. Ağzı büyüktü yüzüne göre. Ama makyaj hileleri ve gençliğinin vermiş olduğu avantajları doğru kullanarak bu kendince kusurunu rahatlıkla kapatabiliyordu.
Zaten o denli fesattı ki, dünyanın en güzel kızı olarak ilan edilse bile, illa başkasının kıskanılacak bir tarafını buluverirdi. Biri bir şey yapmaya görsün! Hemen saldırıya, peşisıra savunmaya geçer ve daha iyisini yapmaya çabalar, çok kez de yüzüne gözüne bulaştırır, fesatlığını dışa vururdu.
Sahip oldukları asla yetmiyordu Nazlı’ya. Hep daha güzelini, daha iyisini görüyor, elde edebilmek için olanca çabayı gösterip, dur durak bilmeyen bir hırsın esareti altında gizleniyordu. Öfke burnunda; her şeye kızar hale gelmişti. Kaldırımda yürürken ayağı burkulsa, suç belki kaldırım taşlarının, belki ağaçların, belki de yayalarındı. Ama asla Nazlı’nın değildi! Nazlı hep sütten çıkmış ak kaşık gibi tertemizdi.
Neden elindekilerle yetinmiyordu? Neden her kavuşmanın sonunda koşacak yeni bir yol buluyor, arayışları dinmiyordu? Her şeyi olsa da, hiçbir şeyi yokmuş gibi hissetmesinin nedeni neydi? Belki de kendisi uyduruyordu tüm bunları! Mutlu olacak o kadar nimete sahipken, kendini bomboş hissetmesi, sadece alelade bir yalnızlık yansımasıydı! Kimbilir?
Kendisi mi yaratmıştı bu kaosu? Tüm bu kıskançlık edaları, dipler, sonlar yalnızca uydurulmuş birer kurmaca mıydı? Yoksa ailesi, arkadaşları, kısaca sevdikleriyle olan bağlarının zayıflaması mıydı mutsuzluk nedeni? Yoksa… Yoksa yalnızlık mıydı? Yalnızlık ve maske olarak kullandığı gereksiz özgüvendi belki de suçlu olan… Edepsiz, kıskanç Nazlı; ama bunları saklayabilecek kadar da kurnaz ve masum Nazlı…
Rahatsız edici duyguların en büyüğü ve en tehlikelisidir kıskançlık. Kurt gibi kemirir, hatta kemirmekle kalmaz, yer bitirir. Kıskançlık hem rahatsız eder insanı, hem de yalnız kalmasına neden olur. Beraberinde başka tehdit duygularını da getirir. Kıskanç insan mutsuzdur, öfkelidir, tatminsizdir. Kimler daha kıskançtır? Çok şımartılanlar mı? Kendini değersiz hissedenler mi? Sevilmeyenler mi?
“Hayatta hiçbir şey dört beşlik olmaz” diye düşünürüm… Hatta bu dört beşlik oran azıcık da olsa korkutur bile beni! Örneğin kusursuz güzellik sevmem! Pek kabul de etmem kusursuzluğu. “Dünyaya ait, bizlere ait her şeyde az buçuk kusur ve eksik vardır.”diye düşünürüm. Görünen görenin gözüne göre değişir. Görünen görenin yüreğine göre de değişir. Güzel bakan, güzel düşünen güzel görür. Fesat bakan, fesat düşünen, içi çıpıt çarşısına dönense kötü görür, kötü düşünür. Aşırı hiçbir şeyi sevmem ben aslında! Harikalara, mükemmellere, olağanüstülere, fevkaladelere, çok bilmem nelere inanmam. İnancımdan da taviz vermem. Eldekilerin çabucak yok olabileceğini bilirim. O çok şöyle böylelerin beraberinde kibir denilen duyguyu getireceğini bilirim. Kibirden ve kibirlilerden de nefret ederim.
Aslında ne güzel olurdu kıskançlık yok olsa, kibir insanoğlundan uzaklaşsa, tüm insanlar dost olsa, eş dost gül gibi yaşasa, her adımda mutluluk tadılsa, umut herkese ışık olsa, kısacası dünya cennet olsa! Ya da yalnızca cennetten bir parçacık olsa, bu bile yeter biz insanlara!