Yaşamak üstüne sayısız yazılan yazılara ve mısralarına küskün onlarca şiire inat sayısız cümle kalıplarının içinde kol kola yürüyoruz. Bir, o bizi öteki sayıyor, bir biz, hayatı.
“Yaşamak” ne muazzam ve ne kadar büyüleyici bir sanat oysaki. Herkes, bu çok renkli sanatın içinde kendine bir ton uydurma derdinde, kendi rengini arayanların işi ise anlatılamayacak kadar zor ve uzun. Yaşamak bir dert oldu üstümüzde çoktan izi kalan.
Nice gülüşlerin içimize hapsedildiği, demir parmaklıkların paslı kokusunda müebbet bıraktığımız, ömrümüzün ne için tükendiğini anlamadan bir anda kendimizi bulduğumuz o yolun en sonunda bir yerlerde… Yaşamak, adına efsaneler dizilen, sayfa sayfa romanların dikkat çekici kapaklarında çoğu zaman gösterişli bir başlıkla ödüllendirilen… Umudu tükenenlerin ve tükettikleri onca şeyin gölgesinde, tam bitti dedikleri yerden tekrar, tekrar ve sonra tekrar kendilerine fısıldadıkları o sihirli kelimelerin “hadi bir kez daha”ların muazzam tesirinde saklıydı aslında biraz da yaşamak.
Yaşamak, mavi göğe verdiğimiz sayısız sözlerde gizliydi, sakince saçımızı okşayan rüzgârın ehlileştirdiği hoyratlığımızdaydı biraz da. Ondan asla vazgeçemediğimiz, içimizde sımsıkı sakladığımız çocukluğumuzun kırmızı rugan ayakkabılarının mutluluğunda… Bazen de başkalarının mutluluğu için tüketilen ve bu tükenmişliğin armağanı olarak geriye kalan koca bir “hiç” in içinde saklanmıştı yaşamak. Yürümeyi öğrenmeden daha doğru düzgün, çoktan saklambaç oynamaya başlamıştı bizimle. O yüzdendir bu kadar can acıtan, diz kanatan düşüşlerimiz, acemiliğimiz ve yabancı kalışımız hep onun kıyısında.
Bütün gücünü kaybetmişken ve herkes kadar sihirli bir el umuduna kapılmışken hayatımız, kendi sesine yabancı nice yüreklerin, tomurcuğa duran küçük bir çiçekte kendini bulmayı isteme arzusundadır yaşamak.
Onca bataklığın ve leş sürülerinin burunlarımızı sızlatan pis kokusuna inat, yapayalnız kalan bir gülün kendi kokusuna olan inancında. Ve bütün şiirlerde baş tacı edilen güle rağmen, papatyaların gösterişten uzak, hiç kimseye küsmeyen gururlu duruşunda. Ertelenmiş hayallerin, yarım bırakılan hikayelerin, gidilemeyen yolların derin hüznündedir yaşamak.
Dalından koptuğu için suçlanan ve herkesin bir yön tayin etmeye çalıştığı yaprağın, hiçbir dala dahil olmadan kendi ritminde ayak uydurabilme ihtimalidir hayata. Bu ihtimaller ki dalından kopup uzaklara gitmekten imtina eden onlarca korkak yaprağa göre çok saçma ve budalaca…
Yaşamak: Hayatın fiyakalı, parlak kalabalıklarında bir başına bırakılan korkunç yalnızlık dehlizlerinde hep tek başına ve genellikle de yorgun baştan savma, biraz da sözlüklerin klişe karşılığında. Bir otobüs terminalinde hayal kırıklıklarını çayın demine emanet ettikten sonra duaların Allah’a emanet edildiği o içten yüreklerin nasırlaşmış ve her an kanamaya hazır derinliklerinde.
Ve yaşamak en büyük düş görme sanatıyken aslında düş görenlerin mutsuzlukla cezalandırıldığı, sanatçılıktan bir lerze olsun nasibini almamak isteklice. Beyazların içindeki dışlanan siyah rengin suçsuzluğunun sancılarını duyabilmekte içimizde biraz da yaşamak.
Büyük bir kavga ağızlarda çoğu zaman, küfür, kıyamet ki sorma… Büyüyüp giden bir çığlık herkese, koskoca bir yabancı muamelesi yapan baktığı tüm aynalarda.
Ve tüm bunların ortasında “yaşamak” tüm kaybedişlere ve en çok da umutsuzluğa inat, dünyayı özgürce baştan başa maviye boyamak.