Savruk Düşünceler – 12

Sayı 55- Temmuz 2017

Sosyal kredi

“Küçük kaygılarım olmakla beraber, tanıdığım insanlara 100 üzerinden 90 puan kredi açarak tanışıklığa başlarım. 10 puan yanılgı payı, hata yapma hakkı tanırım kendime. Küçük kazıklar atmaya başlar, çok uzaklarda olduğunu hissettirirse bütün kredisini hemen keser, onu silerim, uzak dururum.

Güvenimi kazananların puanını 100’e çıkarırım. Bundan sonraki ilişkimde yanlışlarıyla kredisinden siler, doğrularıyla yeni puanlar veririm. Puanı 50’ye inenleri yeniden değerlendirir ve genellikle kredisini sıfırlar, tüm ilişkimi keserim. Sildiklerimden bazıları çok şaşırır. Çünkü büyük puan kaybı yapan yanlışları olmuş ve onları not etmekle beraber affetmişimdir. Onları affetmişken küçük bir pürüz yüzünden tüm ilişkinin kopmasına anlam veremezler. Anlayamadıkları şudur: Küçük yanlışlarla 70’lerdeyken, -19’luk büyük bir yanlış beni sarssa da bunu yutabiliyorum. Çünkü henüz ilişkideki denge olumludan yanadır, +51’dir; hala hatır-gönül, hak-hukuk, ayıp-yazık-günah vardır. Ancak – 2 puanlık küçük bir yanlış puanını 49’a, yani 50’nin altına indirir ve ben bunu kaldıramam. Benim de canım acır ama iletişimi keserim gider çünkü taşıyamam. İyi veya kötü, benim mantığım böyle işliyor.” dedi, adam.

Kışkırtılmış erkeklik

Az gelişmiş insanların iki derdi vardır: Karnını doldurmak, apış arasını doyurmak. Bu özellik ilkel varlıklarda da doğal biçimde vardır. Az gelişmiş insanların ise tek derdidir. Bu az gelişmişlerden bazıları bilimsel bilgi üretip refah düzeyini artıranların sayesinde karnını doldurma sorununu kolayca aşar ve apış arası meselesini abartır, tek derdi olur. Onların aklından seks hiç çıkmaz. Bütün düşünceleri bunun üstünedir. Freud’un açıklamaları bile yetersiz kalır. Giyim kuşamdan, oturup kalkmaya varıncaya kadar konuşmalarının, eylemlerinin altında yatana bakın, seks kokarlar, üstelik pis kokarlar. Akılları hep kemerden aşağıdadır. İlkeleri abdest bozan şeylerin üstüne çıkmaz. Ahlak anlayışlarının temelini cinsellik oluşturur. Dini kaygıları bile onun üstünedir. Bu yaratıkların erkek türünün temel görevi eline geçirebildiği her dişiyi döllemektir. Kadınlarına biçtikleri görev ise, kendilerini helali dışındakilerin döllerinden korumaktır. Dünya görüşleri de bunun üstüne oturur. Bilim ve sanatla ilgilenmek, evreni anlamaya çalışmak, diğer insanların halinden anlamak… Oralarda değildir. Bu türün kadın kısmının nasıl düşündüğü hakkında konuşamam.

Bu zavallılardan bazılarının etkili-yetkili-müdür-şef filan olmaları insanlık adına faciadır. Bu şefler etrafı apış arası felsefesiyle görüyor ve yönetiyor. Bunlar seks konuşuyor, bize yıllardır seks konuşturuyorlar. Kışkırtılmışlık had safhada. Cinsel suçların artmasında, erkeklerin cinsiyet rollerini ve hallerini neden tartışmıyoruz? Erkeklerin eline, diline, beline mukayyetle hiç oralı olmazken, kadınların kıyafeten ve halnen neden daha örtük olmak zorunda kaldıklarını niye tuhaf karşılıyorsunuz ki?

Davulcu

Ramazan davulculuğunun ne zamandan beri var olduğunu bilmiyorum. Türkiye’de uzun bir geçmişinin olduğunu ve yaygın olduğunu da sanmıyorum. Tahmin ediyorum ki asrî zamanlarda İstanbul gibi birkaç yerde uyanık vatandaşın icadıydı ve 70’li yılarda televizyon ile medyatikleşip yayıldı.

Birçok şehre ramazan davulcusunun girişi problemler yaratmıştır, davulcu ile mahalleli çatışmıştır (azalmakla beraber hala duyarız). Şehirlileşiyorduk, modernleşiyorduk, çok şeyi atmıştık (Kemalistler atmadı, mankurt muhafazakârlara bakın, 50’lerden beri her taşın altındalar) atmıştık ve kök arıyorduk. Eskiden kalan birkaç âdetin icrasının zararı olmaz deyu ramazan davulu ve davulcusu icat edip yaydık.

Eskiden ramazan davulunun yaygın olmayışının gerekçesi zaman kavramımızda dakikliğin olmamasındandır. Saat yoktu; çok şeyi göz kararı yapıyorduk. Sabah ezanını da, öğlen ve akşam namazını da.. Saat kavramımız bile yoktu. Kuşluk vakti, öğlen vakti, ikindi vakti, gibi tahmini zamanlar vardı. Kimsenin gecenin yarısını, sahur vaktini bilip ötekileri uyandıracak aleti yoktu. Din görevlileri sabah-akşam ezan vaktini bile iğne ile ipliği birbirinden ayırt etme ölçüsüyle okuyordu. 19. yüzyılın Kemalist padişahları (çıldırın 🙂 ) modernleşmeyi (Kemalizmi) yerleştirmek için çırpınıyorlardı. Her şehre saat kulesi dikmişlerdi, en görünür yerlere! Göndermemi yaptım uzatmıyorum.

Çocuktum. Dindar Kemalist köylülerdik. Ama köyümüzde devlet imamı yoktu, geleneksel imamımız vardı, Rahmetli Sıddık Dede, dededen toruna imam idiler. Maaş almaz ve hayrına yaparlardı işlerini ve bizim köye Cumhuriyet gelmemişti! Zira Sıddık Dede hutbelerinde padişah Abdülmecit’e dua ederdi. Sonradan anladım, elindeki kitap babasından kalmaydı ve Abdülmecit zamanından beri kullanılıyordu. Davulcumuz yoktu. Bizim ilçede de yoktu, televizyonda görüp sonradan icad ettiler, Amerika’ya karşı ayıp olmasın deyu 🙂

80’li yıllarda İstanbul’daydım, gecekondu bir semtte yaşıyor, çalışıyor ve birkaç iş birden yapıyordum. Mahallede yoksullar vardı ve ben bir iş daha başlattım; ramazan davulcusu olmak… Başka mahallelerde vardı ve bizim gecekondulular Anatolya’dan henüz gelmişler, davula anlam veremiyor ama İstanbullu olmak için itiraz da etmiyorlardı. Benim ticari kafam çalıştı. (Kafamın bu tarafını hep köreltmeye çalıştım, belki o tarafa yönelmeliydim, münafık rejimde bilim mi yapılırmış) Yanıma bir arkadaş alıp bir de davul uydurup geceleri davulculuğa başladım. Aceleye gelmişti; ilk iki gün davul bulamadım ve teneke çaldım 🙂 Çok ihtiyacım olduğu halde, paranın tek kuruşuna göz dikmedim, kutsal bir emanetmiş gibi korudum ve iyi kullandım. Bir ayın sonunda gönüllerden kopan bahşişler ve bağışlarla yanılmıyorsam sekiz ailenin kışlık odun ve kömürünü aldım… O mahallede davulculuğun tarihini yazacak olanlara not ediyorum; orada davulculuğu ben başlattım, maalesef!

Bugün kapıma davulcu geldi. Ara bahşişini verirken bir yandan da şakalaşmak istedim; “geceleri beni uyutmayan sen misin” diye çıkıştım. Başında Urum kalpağı (fes) İbiş-palyaço arası edası, allı-morlu urba giymiş haliyle Türk olmaktan çok Osmanlı maskarasıydı. Bu arada bahşişi verdim. “Ben bu görevi Valilikten ihale ile aldım, masraflarımı çıkaracağım, görev yapıyorum, vereceksiniz” demez mi? Kala kaldım. Görevmiş!.

Bayramda kapıma bile yaklaşma!

Kahpe-kalleş

“Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz” adlı kitabımın son paragrafında şöyle bir düşünce vardır: Nöbeti sadece askerlerin tuttuğu bir ülkede ne sınırlar korunabilir ne de toplumsal barış. Nöbeti eğitimli yetişkinler tutar. Eğitimli yetişkinlerin nöbet tutmadığı ülkelerde gençler ölür!

Televizyonlarda terör dizileri görüyorum. Ölüme methiye düzüyorlar. Bunca olandan sonra yanlış bulmuyorum. Geç bile kalınmıştır; terör karşısında sanatın çekimser kalması çirkindi.

Yine de söylemeden etmeyeceğim. Şu büyük laflar eden politikacılar, devlet yönetenler… Koltuklarınıza yapışmak için gösterdiğiniz enerjiyi hiç bir zaman terörü bitirmek için kullanmadınız. Elim yakanızdadır: En değerlilerimizi kahpe-kalleşe telef ettirdiniz.

Teve dizileri

İntırneyşınıl bir masadayız. Osmanoğulları devletinin hükmettiği memalikte yaşayan zamane ile sohbetteyiz. Masada bir Kırgız, Azerbaycan Türkmen’i, Kazak, Türk olarak ben, Türkiyeliler, İslamcı Osmanlıcılar, Arnavutluktan Arnavutlar, kendini Kartvel sanan bir Gurel, Ahıskalı bir Rus, Türk milletçisi bir Çerkes, “ben de Kürdüm ha” diye kendini kayda geçiren bir Kürt… Bilmediklerim… Hayli zengin bir masa. Türk dizilerini konuşuyoruz. Dışarıda çok izlendiğini biliyordum ama bu kadar etkili olduğunu hiç bilmiyordum.

Son yıllarda tuhaf biçimde muhafazakâr derecede ahlakçı oluverdim. İslamikler yüzünden; ar haya kalmadı, çok ahlaksızlaştılar. İmtaan sorusu olmalı, güç verince ne şeyttikleri…

Terete’yi F kaptığından beri izlemiyordum. Devletin, hepimizin olan bir kuruluşu bir çetenin ele geçirip kendine kullanmasını ve buna göz yumulmasını ahlaki bulmuyordum. Meğer onlar çok eskide kalmış, “Ertuğrul” diye bir dizi yaymaktaymış. Kırgız masa arkadaşım Ertuğrul dizisini izlememiş olmama çok şaşırdı. “Nasıl izlemezsiniz” diyerek suç yükledi bana. “Deneyeyim”, dedim.

“Muhteşem Sülüman” dizisi kavga çıkardı. “Parkalı” diye biri varmış. Bir de “Mayi-deviren”! Arnavut arkadaşım Arnavutluk’ta dizinin seyir zamanında herkesin teve başında olduğunu söyledi. Zira, Parkalı amca ile, Mayideviren abla İşkodra Arnavut’u imişler. Terete’ye bayıldığını söyledi. “Aynı aile yapısı, aynı tarih, aynı maceralar”… İç çekerek “biz biriz” dedi. Tam, “ay ne güzel” diyecekken Azerbaycan’dan “Azerbaycanlı” Hanım söze girmez mi… Kızgınlıkla, “Mustafa’nın öldürülmesine Azerbaycan’ın ağladığını biliyor musunuz?” dedi…

Azerbaycan’ı ağlatan şey, Arnavutluk’u mutlu ediyor! Nasıl bir şey bu böyle?  Bre bu nasıl milletlik veya din gardaşlığıdır! Azerbaycanlı Hanım “O diziden utanç duydum. Türk olmayan bir Türk gösterisi saçmalığını, Türkiye’nin, bir de methetmesinden bir Türk olarak utanç duydum. Birkaç bölümünü izledikten sonra izleyemedim. Siz Türkiye Türkleri nasıl bu kadar soysuz olabildiniz ve buna itiraz etmiyorsunuz, Antitürk bir Türk tarihini çocuklarınızın zihinlerine yerleştirmeye nasıl müsaade ediyorsunuz” dedi…

Devreye giresim geldi gayri, hakaret etmesine izin vermemeli. Sonuçta Türküye’yi temsil ediyordum; milli görev: “Sizin fikirlerinize de saygılıyım! Ben hep saygılıyım zaten. Her fikre saygılıyım zaten, zaten demokrasi de var” dedim. Çok sert konuştum!
Haddini bildirmek lazım. Yoksa çok ileri giderler! Millieççilik yapıyor, ne ayıp!

Etrak

Turistik gezideyiz. Grupta farklı kavimlerden kişiler var. Propagandist mertebesinde İslamist ve Osmanist olduğunu gösteren rehberimiz Osmanlı’ya dair her şeye kutsallık atfediyor. Çerkes kökenli ve ülkedeki ünlü Çerkesleri de sıralıyor, “bu ülke için biz çok iyi şeyler yaptık” der gibi. Satır arasında Osmanlı tarihindeki Çerkesleri ve rollerini de anlatıyor. Abartıyor mu bilmiyorum ama “Osmanlı Çerkes idi” der gibi oldu. Arnavutlar da öyle. “Milli şairiniz bile Arnavut’tur”, diyor. “Kahraman ırkıma” derken, hangi ırk acaba diye düşününce kafam karışıyor… Gürcüler zaten hem “Osmanlı biz idik hem de Türkiye Gürcülerindir” altmetinli konuşuyor. “Ülkeyi bizimkiler yönetiyor” diyor. Emine Şenlikoğlu ve Merve Kavakçı gibi aydınları Türkiye’ye kazandırmanın gururunu yaşadıklarını, yüksek yönetimde yüksek hizmetlerinden de söz etti. Ermeniler, Araplar, İbraniler de öyle. Herkes hizmet etmiş, pay sahibi imişler. Geleceğe güvenle bakamayan toplumlar geçmişteki altın çağda tatmin olur, huzurla yatarlar.

Sevinmem gerekiyor ama şaşırıyorum da. Osmanlı herkese mavi boncuk vermiş, Türk’ten gayri. Osmanlı kurulurken Türk’tü. Sonra Türk’ü kovdu, aşağıladı… Bir de yıkılırken, herkes gemiyi terk edince Kayu sarayı Türk olduğunu hatırladı…

Osmanlı münevverlerinin Türkler için tanımı “aptal Türkler” (etrak-ı biidrak) idi. Bunu bir tespit değil, hakaret olarak anlamakla galiba Osmanlı münevverini haklı çıkardık.

Vurun Türk’e

“Biz Kırım’dan çıkanda, kar yağmadı, kan aktı”… 18 Mayıs 1944 Kırım sürgününün yıldönümüdür. Biz Türkiye’de kendi derdimize bakmadan başkalarının insan hakları mücadelesini verdik. Vietnam, Filistin, Şili, Arjantin için slogan attık, ağladık hatta öldük. Pişman değiliz, ama hemen yanı başımızdaki aynı kültürü paylaştığımız insanların insan hakları sorunlarını görmedik. Üstelik saldırıya uğramalarının sebebi “bizden” olmalarıydı. Yani saldırı aslında tam da bize yapılmıştı. Biz Vietnam için üzülüp, Filistin’e gerilla yazılırken. Yine, hala… Kırım Ukrayna’da kalınca Kırımlılar sürgünden vatanlarına tam dönüyorken, Rusya Kırım’ı yeniden işgal etti. Rusya ile ilişkimiz bunun yüzünden kopmuştu. Bir uçak düşürmesi olayı çıkardılar, bir de özür dilettiler, iyi mi! Kırım’ın ilhakını yine unutturdular… Ben unutmayacağım.

Mankurtlar değişiyor ama mankurtluk baki. Galiba…

 

Millî irade

Ulusal egemenlik haftasındayız. Hâkimiyetin kutsal tek kişiden (halifeyi ruyu zemin-padişahtan) millete geçişini kutluyoruz. 1876’dan beri kişi egemenliğinden kurtulup ulusal egemenliğe geçtik. Bunun anlamı demokrasiye şeklen geçişimizdir, özde de geçmek için yasal alt yapının tesisidir. Ağzını her açışta demokrasi geveleyen demokrasiperest fetişistlerin bu bayramı dolu dolu kutlamalarını bekliyoruz.

Hakkını yememek lazım, hâkimiyetin millete devrini Meşrutiyete borçluyuz. Meclisi Mebusan’ın açılışıyla başlatmak gerekirdi, olsun, Cumhuriyetimiz akıl etmiş. Yani 23 Nisan Demokrasi Bayramımızdır. Elbette meclis açılışını, egemenliği “reayaya” devretmeyi padişah ihsan etmemişti. Osmanlı’nın “Hürriyet Kahramanları”nı da yad ediyorum.

Bir takım çağdışı densizler yüzünden demokraside istediğimiz noktaya gelememişsek de, geleceğimize inancımız ve mücadelemiz sürüyor.

Ne pahasına olursa olsun bundan vaz geçmeyiz. Gerekirse Hürriyet Kahramanı Enver, gerekirse Resneli Niyazi oluruz. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, öyle kalacak çünkü biz insanız ve milletiz.

Geleceğin demokrasisi

Ortaçağ zihniyetini aşıp bugünün anlayışını benimseyemeyenler, ki bunların çağdışı olduklarını söylüyoruz, demokrasiyi sadece seçimde oy kullanmak sanıyorlar. Oyunu ver, birisine tabi ol ve kes sesini! Buna inanan veya savunan kafalar çağdışıdır. “Yönetişim” diye bir kavramı araştırıp öğrenmelerini öneriyorum.

Eğer demokrasiyi istiyorsanız, demokratik bir toplumda yaşamak talebinizde samimi iseniz demokrasinin ne olduğunu öğrenmelisiniz. Günümüz (çağdaş) demokrasi anlayışı çoğunluk diktası değil, çoğulculuğa dayalıdır. Çoğulculuğu da burada öğretecek değilim, ödev veriyorum, araştırın öğrenin, cehaletinizle boğuşmayalım.

Son zamanlarda bir de siyaset yapmak sanki sadece siyasetçilerin işiymiş gibi bir anlayış yerleştiriliyor. Külliyen yanlıştır. Siyaset yapmak bütün vatandaşların hakkı, hatta görevidir. Ben vatandaşım, vatandaş, vatanın ortağı demektir, mal sahibiyim yani! Birileri benimle ilgili veya sonucu beni etkileyen bir karar alacak, kural koyacak ve benim fikrimi sormayacak öyle mi? Ve ben susacağım? İyi de ben vatandaşım, koyun değilim. Siyasetçi de benim patronum değil, hizmetkârımdır. Ben ona değil, o bana tabi olacak. Bana hizmet etmeye talip olan oydu. Benim çağdışı taleplerime değilse bile insanî makul taleplerime cevap vermek zorundadır.

Yöneten siyasetçiler aldığı kararların sonuçlarından sorumludurlar. Aldığınız kararlar ve uygulamalarınız 21. yüzyılın en büyük felakete yol açıyorsa ve vatandaşların bir kısmı bunda sizin sorumluluğunuzu hatta size oy verenlerin sorumluluğunu hatırlatıyorsa, “sen siyaset yapıyorsun” demek nasıl bir cevaptır? Evet, siyaset yapıyor. Sen onu susturmaya çalışırken ne yapıyorsun peki? Sussun ve sen sorumsuzluğa devam et öyle mi, olmaz. İnsan canından söz ediyoruz. Biz bir milletiz, insanımızla dayanışma içindeyiz. Kötü gününde yanındayızdır, görevimizdir. “Siyaset yapma” demek konuyu kapat, yapanın yanına kalsın demektir.

Devlet memurları da siyaset yapar. Memurun yapmaması gereken partizanlıktır. Yanlış olan, belli bir partiye angaje olarak birinin yanında öteki partilerin karşısında tavır alıp ayrımcılık yapmaktır. Hükümetin veya partinin memuru olmaz, devletin olur. Devlet hepimizindir. Ayrımcılık gözlüyoruz, hem de açık açık. Devlete ait neredeyse bütün kurumların yöneticileri hükümet partisinin elemanı gibi çalışır oldular. Partizanlığı yapan onlardır. Haksızlığa karşı çıkana değil, haksızlığı örtmeye çalışanın ahlakına bakarız.

Müşavere-Şura Derken…


Demokrasi eğitimi vermediğimiz için sağın-solun ne olduğunu öğretmiyoruz. Bu bir yana, devlet ile hükümet kavramları arasındaki ayrımı yapamayan milyonlarca sayın şahsiyet, beynindeki cehaletten aldığı motivasyonla gerdan kırıyor. Eskiden şöyle bir edep vardı; “bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır!” Bence öğretmemek de ayıptır, öğretmeye çalışıyoruz.

Bak kardeşim, bir daha anlatayım: Devlet bizim otobüsümüzdür, sahibi biziz, yolcuyuz. Bursa’dan İzmir’e gitmeye karar verdik. Ancak şoför bulmamız yani hükümet seçmemiz gerekiyordu. İçimizden bazılar “ben şoförüm, beni direksiyona geçirirseniz” diye başlayan cazip teklifler yapmaya başladı. Birisi “beni şoför yaparsanız sizi iki saatte uçurarak İzmir’e götürürüm” dedi. Diğeri “beni seçerseniz sizi uçurmam ama sağ-selamet evinize ulaştırırım, üstelik yolda yemek ve ihtiyaç molası da veririm” dedi. Bir başkası ise “beni şoför yaparsanız namaz vakitlerinde mola veririm, kazaya bırakmanıza gerek kalmaz” dedi.

Kendi aramızda müşavere ettik ve bazılarımızın itirazına rağmen birisini tercih ettik. Böylece direksiyona o geçti. “Haydi bismillah” deyip İzmir seyahatine başladık.

Bursa’dan çıkışta bir de baktık ki şoför bizi İzmir’e değil başka bir yere götürüyor. “Şoför bey evladım”, dedi ninem. “Bizi İzmir’e götüresiniz diye sizi oraya oturtmuştuk. Lütfen ya İzmir’e dönün ya da kenara çekin, durun ve direksiyonu seçeceğimiz yeni şoföre bırakın.”

-Kes sesini! Terörist misin nesin! Madem beni seçtiniz, şimdi kesin sesinizi ve ben sizi nereye götürüyorsam oraya gidin. Ha, bu arada ben Ankara’ya gidiyorum. Yolda fikrimi değiştirip İstanbul’a da çevirebilirim. İstersem şarampole de yuvarlarım. Bana yetki verdiniz. Sen de kim oluyorsun, törörüs!

-Evladım biz sana İzmir’e götürmen şartıyla görev vermiştik. Hem, otobüs de bizim, patron biziz!
-Sen şoföre hakaret mi ediyon?

Devlet, hükümet ve vatandaş ilişkisi bu durumda olan ülkelere istikbali karanlık ülke denir. Böyle ülkelerin Çanakkalesine saldırılır, gençleri öldürülür, onlar da gençlerin ne kadar güzel öldükleriyle ilgili tören yaparlar.

Cühelâ dalkavukluğu

Cehalete dalkavukluk yapmak onun isteklerini yerine getirmek demokrasi değildir. Cehaletin dediği oluyorsa kapatın okulları, bırakın biz de hayatımızı anlamı başka bir şeyle mücadele ederek geçirelim. Bir şeyler yapmaya çalışırken, başkalarının onu yıkmasından illallah dedik.

Atatürk’ün yolları…

Bir süre müfettişlik yaptım, şimdi ma-arif müfettişi dediklerinden. Malatya’da Atatürk İlköğretim Okulu’na gitmiştik. Birlikte ant törenini eda edip derse girdik. 8. sınıfları ziyaret etmiştim. Onlara az önce ant içtiklerini hatırlatıp, ant içmenin ne olduğunu, bundan ne anladıklarını sordum. Ant içmenin ne olduğunu bilmiyorlardı. Sekiz yıl her gün dersten önce bir şeyler içmişler ama ne içtiklerini hiç sorgulamamış, öğretmenleri de açıklamamıştı. Onlara “yemin ettiklerini, söz verdiklerini” söyledim. Şaşırdılar ve bu kez neye yemin ettiklerini sorgulattım. Atatürk’e “açtığın yolda, gösterdiğin hedefe…” derken ne demek istediklerini filan… Ezberler döküldü. “Örtmenim, Atatürk yollar, köprüler, barajlar yaptı…” Açtığı yoldan anladıkları, çıkarsadıkları oydu.

Bugün üniversite öğrencilerine sordum, “ulusal egemenlik ne demektir” diye… Yıllardır ulusal egemenlik ve çocuk bayramı kutlamışlar, günün anlamı anlatılmış, Ünkülap tarihi dersi bile dinlemişler…

Bilmiyorlar.

Kitap yakmak

Kır gezintisi ne güzeldir. Sizden önce oralardan geçenler azdır. Yine de iz ve kalıntı bırakmış olurlar ve siz bu bulgulardan bilgi çıkarırsınız. Yorumunuzu bilimsel yöntem kullanarak yaptıysanız elbette.

Kırda yürüyüşte karşıma çıktı: Birisi, başına bela olabileceğini düşündüğü kitapları taa buralara kadar getirip yakmış! Büyük gizlilik içinde yapmış olmalı. Hayatının en heyecanlı operasyonunu yapmıştır kim bilir. Başka neleri yakmış acaba? Neyse ne, kitap yakmak üzücü. Şehirden çıkıp taa uzaklara giderek kitap yakmak zorunda kalınan bir zamanda, sizden önce birisinin yakmak zorunda kaldığı kitabın kalıntılarına tanık olmak (cümleyi uzatınca yüklem kaçıyor

12 Eylül zamanlarında ülkemizde çok kitap yakıldı. Genellikle sol kültüre dair kitaplardı, yasaklanan soldu. Son bir yıldır da kitap yakma haberleri gazetelere ilişiyor. Sanırım Zaman gazetesi kitapları yakılıyor. Gazetede okuduğum en dramatik olanı ise o gazetenin verdiği Kur’an-ı Kerim’in de yakılmasıydı. “Demokrasi herkese lazım, hakkına razı ol”, demiştik. “Bizim dediğimiz olacak” demişlerdi. Biz hala adalet, eşitlik ve özgürlük yani demokrasi diyoruz, hakikisinden! Size de lazım olur. Türkiye’de altüst oluşlar hızlandı. Üsttekiler alta düşüyor!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir