Okan Özüdoğru, çoluk çocuğa karışmış, yetişkin yaşta bir kişidir. Öyle olmasına karşın anne babasının, çocukluk çağlarında gösterdikleri olumsuz davranışların kendisinde yarattığı rahatsızlıkları, bir türlü atamıştır içinden. Sonunda, bunlardan ilk aklına gelenleri, bir mektupla anne babasına iletmeye karar verir. Oturup aşağıdaki mektubu yazar ve anne babasına postalar.
Anneciğim, babacığım!
Yıllardır içimde biriken ve bir türlü unutamadığım, sizinle ilgili duygu ve düşüncelerimi size ileterek bir ölçüde de olsa, rahatlamak istiyorum. Uygun bir zamanınızda okursunuz diye, bunları size yazılı olarak sunuyorum. Siz de yazdıklarımla ilgili duygu ve düşüncelerinizi benimle paylaşırsanız, beni mutlu edersiniz.
Keşke ben, sizin birbirinize hep sevgiyle, saygıyla davrandığınıza tanık olsaydım!
Biliyor musunuz, sizin birbirinizle iyi ilişkiler içinde olduğunuzu gördükçe, kendimi güvende hissediyor, dünyanın en mutlu çocuğu oluyordum; doruklara tırmanıyordu özgüvenim. Birbirinize karşı soğuk davrandığınıza, birbirinizi kırdığınıza tanık olduğumda ise uykularım kaçıyor, altımdan bir şeylerin kaydığını sanıyordum. Böyle zamanlarda kendimi, hiçbir koruyucusu ve kollayıcısı olmayan, yapayalnız bir kişi gibi algılıyordum. Siz, birbirinize uzak durduğunuzda, bana olan ilginiz de azalıyordu. Oysa o yaşlarımda benim tek dayanağım, sizin ilgi ve sevginizdi.
Keşke “kendim” olarak gelişmemin önünü her zaman açık tutsaydınız!
Birçok kez, gerekli olup olmadığını düşünmeden, bana engeller ve yasaklar koyuyordunuz. O gereksiz engel ve yasakların, soluğumu nasıl daralttığını, beni nasıl bunalttığını ayrımsamadığınızı gördükçe, elim ayağım çözülüyor, bir şey yapmaya elim varmıyordu. Kimi zaman da denetleyemeyeceğim şiddette bir öfkeye itiyordu.
Kendi doğal yapım ve eğilimlerim yönünde ve ölçüsünde gelişebilmem için önümü hep açık tutmanızı ne çok istediğimi, bir bilseydiniz! Anımsıyor musunuz, beni hep, kendinize benzetmeye uğraşıyordunuz; sıklıkla ve ısrarla kendi doğrularınızı dayatıyordunuz bana; benim doğrularımı, hemen her zaman görmezden geliyordunuz. Keşke sizin istekleriniz yerine, benim eğilimlerimi, kendi çabalarımla geliştirmeme yardımcı olsaydınız!
Ben, her gün belirli bir süre, arkadaşlarımla birlikte olmak, oyun oynamak isterken siz, bunu sıklıkla engelliyordunuz. Oysa arkadaşlarımla oyun oynamam, beni yarına hazırlayan yaşamsal bir değer taşıyordu. Oyun ve arkadaşlık ilişkisi içinde, kendimin ve başkalarının hak ve hukukuna saygıyı; birlikte yaşamanın, dayanışmanın, yardımlaşmanın, başkalarının sırasına, hakkına saygı göstermenin anlamını, değerini ve gerekliliğini ben en iyi, bu oyun ve arkadaşlık ilişkileri içinde kavrıyordum.
Kendi işime kendim karar vermeyi ve verdiğim kararı uygulamaya koymayı, bilseniz ne kadar çok istiyordum! Şimdi düşünüyorum da beni, sizin isteklerinize göre davranmaya zorlamakla, bana iki önemli olumsuzluğu birden yaşatmışsınız. Bunlardan birincisi, sorunlar üzerinde düşünme, sorunların çözümüne ilişkin gerekli kararı verme ve bu kararımı gerçekleştirme yeteneğimi geliştirmemi engellemişsiniz. İkincisi de sizin istek ve beklentilerinizin daha önemli; benimkilerin ise önemsiz şeyler olduğu gibi bir duyguya kapılmama yol açmışsınız. Benim göremediğim tehlikeler karşısında elbette, nedenini açıklamak koşuluyla bana “Hayır!” demeniz gerekirdi. Benim söz konusu ettiğim, çok önemli kazanımlar sağlayabileceğim türden girişimlerimi engellemiş olmanızdır; o gerekli engellemeler değil.
Keşke, çelişkili davranışlarınızla isteklerimi sıklıkla kursağımda bırakmasaydınız!
Koşarken, hoplayıp zıplarken ayağım bir yere takılıp yere mi düştüm, gereğinden çok kaygı duyuyor; hemen koşup beni yerden kaldırıyordunuz. Oysa düşe kalka büyüyor, çocuk dediğiniz. Bıraksaydınız da özgürce yürüseydim, koşsaydım; düşmeyi bildiğim gibi kalkmayı da öğrenseydim!
Elbette koruyup kollayacaktınız beni; ama çoğu kez, üzerime aşırı titriyor, benim için gereğinden fazla kaygılanıyordunuz. Bana böyle davranmasaydınız, bir an önce, kendi sorunumu kendim çözmeyi öğrenecek; korkak, kaygılı bir kişi olarak büyümeyecek; daha özgüvenli, daha girişken olacaktım.
Kimi zaman, “Artık kocaman çocuk oldun!” diyordunuz bana ve beni gururlandırıyordunuz. Ancak, kimi zaman da, örneğin birlikte bir yere giderken, “Sen yürüyemezsin; daha çocuksun.” deyip, yürümek istememe karşın, beni kucağınıza almakta ısrar ediyordunuz. Oysa o yaşlarımda ben, rahatlıkla yürüyebiliyor, koşabiliyordum. O nedenle kucakta gitmek istemiyordum. Bıraksaydınız da elimi kolumu sallayarak yanı başınızda özgürce, dilediğimce yürümenin tadını çıkarsaydım keşke.
Kimi zaman, olmadık yerde olmadık yaramazlıklar yaptığımı, olumsuz davranışlar gösterdiğimi ve sizin canınızı sıktığımı, dün gibi anımsıyorum. Ancak, çocuk olarak kimi zaman yanlış, eksik ya da aşırı davranış göstermemi niçin doğal karşılamadığınızı, inanın, hâlâ anlamış değilim. Böyle durumlarda çoğu kez, sanki dünyayı başınıza yıkıyormuşum da altında kalıyormuşsunuz gibi bir tepki gösteriyordunuz. Oysa siz, bu tür tepkilerinizle dünyayı asıl benim başıma yıkıyordunuz. Bu tutumunuzla, bende derin bir suçluluk duygusu uyandırıyor; ruh sağlığımı tehdit ediyordunuz. Keşke, masum yaramazlıklarımı, kötü birer davranış olarak algılamasaydınız!
Anımsıyor musunuz; kimi zaman, beni tam olarak dinlemeden, yaşayıp yaşattığım olayı tüm ayrıntılarıyla anlamadan, bana ceza kesiyordunuz. Böyle durumlarda, kendimi aşağılanmış hissediyor; yalnızca başkalarının gözünden değil, kendi gözümden de düşüyordum. Bu değersizleştirici, suçlayıcı tutum ve davranışlarınızın, içimde ne fırtınalar kopardığını, ne yaralar açtığını ne yazık ki ayrımsamıyordunuz!
İyi anımsamanız gerekir: Üzerinde en çok durduğunuz şeylerden birini, başarısızlıklarım oluşturuyordu. Oysa kendi çapımda, birçok kez başarı gösterdiğim de oluyordu. Nedense sizin gözünüzde başarılarım, hep yok hükmündeydi. Ne acıdır ki “Aferin!” dediğiniz, alkışladığınız tek bir başarımı bile anımsamıyorum. Her an peşine düştüğünüz ve sürekli, birer şamar gibi yüzüme vurduğunuz eksikliklerimi, beceriksizliklerimi ise, bütün canlılıkları ve ruhsal acılarıyla birlikte ben de anımsıyorum. İkide bir, eksiklerimi ya da yanlışlarımı yüzüme vurarak, umutlarımı kırıp dökeceğinize, daha çok başarılarımı onaylasaydınız, ödüllendirseydiniz, o eksik ve yanlışlarımı da kim bilir ne kadar kısa bir sürede ve seve seve gidermiş olurdum.
Kimi kez de günah çıkarırcasına, ipi tümden gevşetiyor, her isteğimi yerine getirmeye kalkışıyordunuz. Bir gün ak dediğinize ertesi gün kara dediğinizde ben, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt edemiyor, bu belirsizlik yüzünden, Pavlov’un ünlü köpeği gibi, bunalıma giriyordum.
Bana zorla, ısrarla benimsettiğiniz şeylere gelince; inanın, ne tadı oluyordu onların ne de tuzu. On sekiz, yirmi yaşına gelinceye dek sizin kararlı, tutarlı ve sabırlı bir tutumla açıklayıp önüme koyacağınız uyarı ve önerilerinize ne çok gereksinimim vardı!.. Çünkü ben, neleri, nerede, ne zaman, nasıl ve ne kadar yapmam gerektiğini en iyi, sizden öğrenebilirdim. Söyleyeceklerinizi, iyice düşünüp taşındıktan sonra söyleseydiniz; ardından da ben onları alışkanlık haline getirinceye dek beni izleseydiniz, ne büyük bir kazanç sağlamış olurdunuz bana, değil mi?
Keşke beni, yeteneklerimi aşan başarılar elde etmeye zorlamasaydınız!
Kimi zaman benden, kapasitemin çok üstünde başarılar bekliyordunuz. O zaman sizin, başarımı, benim varlığımdan daha değerli olarak gördüğünüzü düşünüyor ve derin bir ruhsal acı yaşıyordum. Ben, bir konuda, başarabildiğim kadarını ortaya koyduğumda, sizden teşekkür beklerken siz, hemen her zaman, bunun yeterli olmadığını; daha üstün bir başarıyı göstermem gerektiğini söylüyordunuz. Bu tutumunuzla başardığınız tek şey, benim çalışma isteğimi yok etmek oluyordu.
Bir başarı gösterdiğimde önce, “Çok güzel; aferin!” diyerek beni bir öpseydiniz; ondan sonra da “Sen biraz daha çaba gösterirsen, daha üstün başarılar da elde edebilirsin.” biçiminde bir şeyler söyleseydiniz, beni daha çok çalışmaya isteklendirmiş olmaz mıydınız?
Keşke, beni iki de bir başkalarıyla karşılaştıracağınıza sürekli, kendimle karşılaştırsaydınız!
Biliyor musunuz, siz, bana güvendiğinizi bir kez bile söylemediniz. ”Ha gayret, de gayret! İşte başarıyorsun!” diyerek beni yüreklendirdiğinizi; bana desteklenmenin sevinç ve gururunu bir kez olsun, yaşattığınızı inanın, anımsamıyorum. Bunu yapsaydınız, bende yaratacağınız güçle bana kim bilir, daha nice başarıların ve mutlulukların kapılarını açmış olacaktınız.
Bunu yapmamakla yetinmeyip beni ikide bir de başkalarıyla karşılaştırma yolunu seçmiştiniz. Oysa ne başkası “ben”di ne de “ben”, başkasıydım. Her çocuk, ayrı kalıtsal ve çevresel olanakların oluşturduğu bir kişiliktir; o nedenle de birbirinden farklıdır. Ayrı özelliklere sahip bireylerden, aynı başarı beklenebilir mi?
Keşke beni, kendi ilgi ve yeteneklerim yönünde ve oranında gelişmem için destekleseydiniz! Zorlandığımı gördüğünüzde, benim gerekli ön bilgileri; verimli çalışma yollarını bilip bilmediğimi araştırsaydınız ya da bir bilenden bunu yapmasını isteseydiniz!
Keşke bana evin bir köşesinde, uygun bir çalışma yeri ayırsaydınız!
Evet; keşke bana gürültüden, dikkatimi dağıtıcı etkenlerden uzak; masası, sandalyesi, ısısı, ışığı ile rahat çalışabileceğim bir öğrenme ortamı hazırlasaydınız! O uygun çalışma ortamı, benim başarımı çok yükseltecek; bana, uzun süre isteyen güç ve karmaşık bir süreç olan öğrenmenin üstesinden gele gele kendimi aşma olanağı sağlayacaktı. O zaman ben, her gün daha yeterli, daha başarılı olduğuma tanık olacak; daha çok çalışma, daha üst aşamalara ulaşma isteği ile kendimle yarışmayı aralıksız sürdürecektim. Bu sağlıklı yarışmaya koşut olarak da özgüvenim, özsaygım sürekli artacaktı.
Keşke, öğüt verme yerine, karşılaştığım sorunlar üzerinde düşünmemi sağlasaydınız!
Günümüzde öğüt, bir eğitim yöntemi olmaktan çıkmış bulunuyor. Çünkü bu yolla hiçbir amaca ulaşılamıyor. Özellikle ortada somut bir olay ya da sorun yokken büyüklerin, “Şunları, şunları yapmamalısın; şunları, şunları yapmalısın.” demeleri, itici bir etki yaratmanın dışında bir işe yaramıyor. Bir de o söylediklerinize uygun davranmadığınıza çocuğunuz tanık oluyorsa; örneğin, “Yalan söyleme!” dediğiniz halde, komşu sizi sorduğunda, çocuğunuza, “Babam evde yok.” dedirtiyorsanız, iş daha da sarpa sarıyor.
Öğüt verme yerine, benim öğrenmemi, yapmamı istediğiniz şeylerin sözünü etme yerine, o olumlu davranışları göstererek örnek olsaydınız; yapmamı istemediğiniz şeyleri sizin de yapmadığınızı görmemi sağlasaydınız keşke! Her çocuk gibi beni de en çok, söylenilen sözler değil; gördüğüm davranışlar etkiliyordu.
Keşke, yerine getiremeyeceğiniz sözleri vermeseydiniz bana!
Yine anımsayacaksınız; durumu kurtarmak ya da isteklerimi, ağlayıp sızlanmalarımı geçiştirmek için, kimi zaman bana, yerine getiremeyeceğiniz, yerine getirmemeniz gereken sözler veriyordunuz. Sonra o sözlerinizi yerine getiremediğinizde, size olan güvenim, tuzla buz oluyordu. Oysa böyle davranacağınıza, tam bir kararlılıkla “Hayır!” diyerek bunun nedenini açıklasaydınız, ben, “taşın sert olduğunu; suyun insanı boğduğunu, ateşin yaktığını”; yani acı-tatlı gerçekleri anlayıp içselleştirmeye ve gerekli kurallara uymaya ağır ağır alışmış olacaktım.
Kimi sözlerinizi, önceden kestiremediğiniz nedenlerle yerine getiremediğinizde de bunun gerçek nedenlerini, anlayacağım bir dille, sakin, doğal bir biçimde bana açıklayabilirdiniz. Bunu yapmakla yaşamın bir gerçeğini daha kavramama; anne babamın da yanılabileceğini öğrenmeme yardım etmiş olacaktınız.
Kesin ve kararlı bir tutum takınmanız, benim de kararlılığın, tutarlılığın, sorumluluğun ne demek olduğunu öğrenmeme yardım edecekti. Kararlı davranışlarınız bana ilk zamanlar acı verse de içinde yaşadığım dünyada birtakım engellerin var olduğunu; kimi durumlarda isteklerimden vazgeçmemin ya da onları ertelememin gerekliliğini; mutluluğun yanında bir de acının, mutsuzluğun bulunduğunu, geç kalmadan öğrenmiş olacaktım.
“Ben senin yaşında iken…” diye başlayan eleştirilerinizi bana hiç dinletmeseydiniz keşke!
Ben, ne sizin, benim yaşımda olduğunuz yerde ne de o zamanda yaşıyordum. Sizin, benim yaşımda olduğunuz dönemin çevre koşulları ve olanakları ile benimkiler arasında dağlar kadar fark vardı. O sözünü ettiğiniz yaşantılar, belki sizin için büyük bir önem ve değer taşıyabilirdi. Çünkü onlar, sizin çocukluğunuzdaki gerçeklerdi. Ancak, onların, benim çocukluğumla bir ilgisi yoktu.
Doğrusu, zaman zaman sizin nasıl bir çocukluk geçirdiğinizi merak etmiyor değildim. Keşke onları, benim de sizin yaşadığınız gibi yaşamam için değil de benim merakımı gidermek amacıyla anlatmış olsaydınız bana!
Keşke tedirgin, kaygılı, öfkeli anlarınızda bana, önemli hiçbir şeyi anlatmasaydınız!
Ne zaman yerinde ve etkili bir ses tonuyla bir şey söylemiş, taşı gediğine koymuşsanız, ondan etkilenmiş ve onu kolaylıkla davranışa dönüştürmüşümdür.
Eksik ya da yanlış bir şey yaptığınızda çoğu kez tedirgin olduğunuzu; eksik ya da yanlışınızın üzerini örtmeye çalıştığınızı seziyordum. Oysa her insanın yanlış yapabileceğini düşünmeli; dolayısıyla kendi yanlış yaptığınız şeyler için de fazla tedirgin olmamalıydınız. Dahası, bunları benim görmemi ve bilmemi sağlamanızın, oldukça öğretici olacağını düşünmeliydiniz. Bunlara tanık olmam, benim, büyüklerin de yanılabileceğini; dolayısıyla yanlış bir şey yaptığımda suçluluk duygusu duymadan onu düzeltmeye çalışmamı sağlayacaktı.
Bana, hak etmediğim olumsuz bir davranışta bulunup bunun sonradan farkına vardığınızda, benden özür dileyebilmeliydiniz. Bırakın, bunun size olan sevgi ve saygımı azaltmasını; inanın, bu davranışınız, size olan sevgi ve saygımı kat kat güçlendirecekti. Bunun bir yararını daha görecektim: Bu yolla, ne zaman, niçin ve nasıl özür dilendiğini sizden, benim için çok önemli olan bir kaynaktan öğrenmiş olacaktım.
Keşke, söylediklerimi her zaman içten bir dikkat ve ilgiyle dinleseydiniz!
Ben, birçok şeyi, öncelikle en güvenilir kaynağım ve desteğim olarak gördüğüm size sormak ve sorularımın en doğru yanıtlarını sizden almak istiyordum. O nedenle her sorumu ayaküstü yanıtlamanızı değil; beni önemseyerek, adam yerine koyarak, dikkat ve ilgiyle dinlemenizi bekliyordum. Sorularımın hiç birini ayaküstü yanıtlamamış olsaydınız keşke! Soru sormamı fırsat bilip, bana nitelikli bir zaman ayırarak sorularıma doğru, kısa ve özlü yanıtlar verseydiniz! Sizin gözünüzde önemli, değerli olduğum duygusunu ancak, böyle bir tutum ve davranış gösterdiğinizde geliştirebilirdim.
Keşke, aslında masum olan yalanlarımı, fazla abartmasaydınız!
Örneğin, yalan söylediğimde aşırı kaygı duyuyordunuz! Böyle durumlarda, oturup “Acaba bu çocuğu yalan söylemeye iten şey ya da şeyler nelerdir?” diye düşünüp bunları dinginlik içinde araştırsaydınız; beni korkutacağınıza, tehdit edeceğinize, bulduğunuz o nedenleri ortadan kaldırmaya çalışsaydınız keşke. Ben, çoğu kez, korktuğum, bir şeyleri sizden saklamak gereğini duyduğum için yalan söylüyordum. Bana karşı daha anlayışlı davransaydınız; ufak tefek kusurlarımı bağışlasaydınız ya da aşırı önemseyeceğinize, kimi zaman da görmezden gelseydiniz, yalana dolana başvurmak zorunda kalmadığımı görecektiniz. Ne zaman köşeye sıkıştırıldığım duygusuna kapılıyordumsa, o zaman yalan söylemek zorunda kalıyordum. Benden her zaman yüzde yüz bir dürüstlük bekliyordunuz ve bunu göremeyince de beni köşeye sıkıştırıyordunuz. Dürüstlük gibi kavramların içini o yaşlarda doldurmuş olmamı nasıl bekleyebilirdiniz benden? Sizi iyice bunalttığım anlarda bile soğukkanlılığınızı koruyabilseydiniz, ne kendiniz o denli üzülecektiniz ne de benim iç dünyamı altüst etmiş olacaktınız.
Yaşadığım bütün bu acıları sayıp dökerken, bir gerçeği asla gözden uzak tutmadığımı bilmenizi istiyorum: Elbette siz de korkacak, tedirgin olacak, öfkelenecektiniz zaman zaman. Ancak, bunu sıklıkla yinelememeliydiniz. Bunun kadar önemli bir şey de öyle anlarınızda, yukarıda da değindiğim gibi, beni hırpalamamaya dikkat etmeliydiniz. Siz, beni hırpalayınca ben de o çocuk aklımla zaman zaman sizi, başkalarının önünde güç durumlara sokmaya çalışarak sizden öç alma yoluna bile başvurduğum oluyordu.
Keşke bende, “Annem ve babam, beni her koşulda sever.” duygusunu yaratsaydınız!
Bugüne dek oluşturduğum bilincim sayesinde, artık, beni koşulsuz sevdiğinize inanıyorum. Ancak, çocukluğum boyunca, yukarıda belirtmeye çalıştığım çelişkili ya da aşırı tutumlarınız yüzünden, ne yazık ki beni koşulsuz sevdiğinizden bir türlü emin olamıyordum. Bu yüzden, oradan oraya savrulup duruyor, sıklıkla tedirginlik yaşıyordum. Pek çok olumsuz davranışımın altında, bu olumsuz duygularım saklıydı.
Keşke, on sekiz-yirmi yaşıma gelinceye dek, bu saydıklarım ve bunların benzerlerinden uzak tutum ve davranışlarınızla gelişmemi, ruhsal olgunluğa ulaşmamı ve kendimi başarıyla yönetebilen bir yetişkin durumuna gelmemi sağlamış olsaydınız!
Anneciğim, Babacığım! Bütün bu “keşkelerime” karşın, sizi çok sevdiğimi bilmelisiniz.
Ruhsal yapımda birtakım ezik, kırık dökük yanlar bulunsa da eğer seçme özgürlüğüm olsaydı, inanın, annem, babam olarak sizi seçerdim. Çünkü o yakındığım olumsuzlukları, bana yararlı olsun, diye uyguladığınızdan en küçük bir kuşkum bile bulunmuyor. İşte o nedenle ben, her şeye karşın, herkesten çok sizi sevmeyi sürdürüyorum.
Umarım, içtenlikle dile getirmeye çalıştığım duygu ve düşüncelerimle sizi fazla üzmemişimdir. Eğer üzdüysem, beni bağışlamanızı diliyorum. Bu duygu ve düşüncelerimi, sizden başkasıyla bu denli içtenlikle paylaşamazdım. Bu söylediklerimi, sizin anlayacağınız düzeyde, kimse anlayamazdı. Hem, bu duygu ve düşüncelerimi size yazınca, neden bilmem, sırtımdan büyük bir yük kalktı ve rahatladım. Sizin bana kazandırdıklarınız olmasaydı, yaşadıklarımı bu düzeyde gerçekçi ve içten değerlendiremezdim. Sıralamaya çalıştığım isteklerim gibi, var olan bilincimin ve gücümün oluşup gelişmesinde de sizin birincil etken olduğunuzu biliyorum. Siz, onun için benim her zaman çok sevip saydığım biricik annem ve babamsınız. Bütün bu olumsuz etkilerinize karşın, yaşamı, sizden aldığım güç, inanç ve bilinçle sevmeyi ve kucaklamayı sürdürüyorum. Demem o ki bunları görebilme yeteneğimi, her şeye karşın, sizin attığınız temel üzerinde göğerttim. Ben de çocuklarımla ilişkilerimi, sizin bana aktardığınız değerlere yenilerini ekleyerek sürdürüyorum.
Bir kez daha öpüyorum o emektar ellerinizden, benim biricik büyüklerim!