“Mankurtlaştırma Süreci” Kitabı Üzerine

Sayı 26- Eğitim, Demokrasi, Mutluluk (Nisan 2010)

Kitabın Adı: Mankurtlaştırma Süreci 
Yazar: 
Dr. İkram ÇINAR
Yayın yeri ve yayıncı: Ankara, Anı Yayıncılık
Yayımlanma tarihi: Aralık 2009
Baskı: Genişletilmiş 2. baskı 
Sayfa sayısı: 
273

Bu yazıda yukarıda künyesini verdiğim kitap hakkında görüşlerimi yazdım. Yazarın “Mankurtlaştırma Süreci” adlı eseri ilk olarak 2006’da yayımlanmıştır. “Mankurtlaştırma Süreci” kitabıyla birlikte farklı yazarların birbirinden bağımsız olarak, “mankurt” kavramını kullanarak aynı temada üç farklı eser ortaya koymaları 21. yy. sorunlarının iyi analiz edilmiş olduğunu göstermektedir.

Kitabın genel temasına bakıldığında sömürgeleştirme politikaları çeşitli alanlarda ele alınmış, zengin örneklerle donatılmıştır. Batıcılaşma, dindeki yozlaşma, kavramların içinin boşaltılması, küreselleşme, Avrupa Birliği süreci, sivil toplum kuruluşları ve özellikle ateş suyu politikaları bunlardan bazılarıdır.

Kitabın ismine ilham kaynağı olan “mankurt” kavramı tarihteki bir milletin kimliğinin unutturulduğu efsaneyi anlatmaktadır. Yazarın Türk milletinin maruz kaldığı sömürgeleştirme politikalarını “mankurt” kelimesiyle ifade etmesi ve oluşan tabloya bu açıdan bakması, aynı şekilde çok acı bir durumun büyük ölçekte yaşanacağı endişesi taşıdığını örtük olarak belirtmesidir.

Kitapta, “Mankurtlaştırma Sürecinde Ateş Suyu Etkisi” adlı başlıkla dokuz farklı yozlaşmadan bahsedilmektedir. Alkol bağımlılığı, kültürsüzleşme, yabancı dil, cinsellik, ideoloji, bilim, din, yapay gündem ve tarih konularına değinilerek Türkiye’nin tarih ve kültürünü derinden etkileyen,  değişimine ışık tutan sosyolojik olaylar bir araya toplanmış, buralardan gelen zafiyetlerin sömürgeleşmeye hizmet ettiği açıkça belirtilmiştir. Hemen arkasından birinci bölümde ortaya konulan sürecin nasıl meydana geldiğini açıklar nitelikteki “Mankurtlaştırmanın Arka Planı” adlı başlığın içeriğine bakıldığında batılılaşma endişesiyle Avrupa Birliği şiddetle eleştirilmiş, Türk milletini yozlaştırma sürecinden büyük oranda sorumlu tutulmuştur. Yazara göre eğitim ve din kurumunun bu yozlaşmadan en çok etkilenen kurumlar olduğu verilen örneklerden anlaşılmaktadır.

Birçok durumda sorumlunun emperyalist ABD olduğu çıkarmasını yapan yazarın, Türk milletinin eğitim ve din perdesi altında sömürüldüğü belirtilen “Mankurtlaştırmanın Arka Planı” başlığı altında, gerekli delillerle yargısını kuvvetlendirmeye çalıştığı görülmektedir. Hatta eğitime siyasi bir yaklaşımla bakarak “Tersi kabul görse de, eğitim siyasal bir alandır. Eğitimin amaçları tercih edilen siyasal sistemin doğrultusunda yurttaşları yetiştirmek üzere düzenlenir” (s. 52) ifadesini kullanmıştır. 1945 sonrası hükümetlerin Avrupa ve Amerika yanlısı bir yönetim anlayışının olduğu ve muvazenelerin kurulamayıp ülkenin emperyalizme boyun eğdiğini belirterek emperyalizmin eğitime yansımalarını örneklendirmiştir. 1947 Thornburg Raporu ve 1949 Barker Raporu delil gösterilmiştir. Milli Eğitim komisyonunun oluşturulması, komisyonda dört Türk ve dört Amerikan üyenin olması ve yetkinin doğrudan ABD Dışişleri Bakanlığında olması bir hayli düşündürücü ve hipotezi destekler niteliktedir. Ancak, eğitimdeki batılılaşmaya örnek olarak verdiği durumların, başka bir deyişle yapılandırmacı yaklaşıma geçilmenin, öğrenci merkezli eğitimin, yaparak yaşayarak öğrenmenin vs. yani çağdaş eğitim modeline geçiş gibi gerekli dayanakların sadece siyasi bir amaçtan kaynaklandığını söylemek tartışmaya açık görülebilir.

Mankurtlaştırmadaki ikinci büyük etkinin din olduğu konulardaki din olgusunun yoğunluğundan anlaşılmaktadır. Türk milleti için önemli bir yer tutan dini değerlerin eleştirilmesinde hassas davranılması yeni bir kaosun oluşmaması için önemlidir. Batının ve Amerikan’ın din perdesi altında Türkiye’yi yozlaştırma girişimleri tarihin birçok döneminde tekerrür etmiştir. Ancak yazarın dikkate almadığı bu durum, dini hassasiyeti olanlardan ziyade o zamandaki mevcut hükümetlerin, halkı dini anlamda doyuramadığının belki de doyurmadığının göstergesidir. Laik bir düzene tam anlamıyla geçme çabalarının, laiklik şuurunun kazandırılması için yapılan çalışmaların çok yoğun olması, ülkenin çok yüksek bir kısmının dini anlamda başıboş bırakılması, halkın emperyalist güçlerin pastası haline gelmesine neden olmuş olabilir.

Devlet eliyle kontrol altına alınmayan, din işlevini illegal örgütlerin eline teslim eden bir sistemin sonradan hangi yöne meyil edeceğini kestirmek çok zordur. Toplumun olumlu yönde ilerlemesi risk olmakla beraber ihtimaldir. Böyle bir riskin ortaya çıkarılmasındansa sistemin kontrollü ve planlı bir şekilde yürütülmesi yeğlenir. Bu riski açıklar nitelikte kitabın 63. sayfasında Işıklı’ dan bir alıntı yapılmış:

Bir takım tarikatların özellikle 50’li yıllarda yeniden canlanışı, Türkiye’nin tam bağımsızlıkçı Kemalist dış politika çizgisini terk ederek “Küçük Amerika” hayalleriyle bezenmiş bir yörüngeye kaymasıyla bağlantılıdır (Said Nursi’den Fethullah Gülen’e ılımlı İslam, 1999, 397 )

Yukarıdaki ifadede de görüldüğü gibi dini değerlerin milli değerler gibi önemsenmeyerek laik sisteme aykırılığından dolayı başıboş bırakılması önemli riskleri beraberinde getirmiştir. Ayrıca, olaylara bir başka açıdan bakıldığında kitabın bu ve buna benzer yerlerinde Siyasal İslamcılara doğrudan ya da dolaylı olarak doğruluğu tartışılacak eleştiriler yöneltilmiştir. Örnek vermek gerekirse: “Bu geç kalmışlık, küreselleşmenin ulus devletleri parçalama amacına araçlık ettiği için emperyalizm toplumun gerici kesimleriyle (ırkçı ve dincilerle) ittifak yapabilmektedir” (s.187). “Türkiye’de tarikatların varlığı ve bunların devlete sızarak devletin dengesini sarstığı, ulusal hedeflerle oynadığı pek çok kesimin dikkatini çekmekte ve eleştirilmektedir” (s.194).

İslamcıların, özellikle Avrupa ve Amerika’da sair din adamlarıyla çeşitli temaslarda bulunması sonrasındaki birtakım değişimler “ılımlı İslam” ifadesini doğurmuştur. İslamın ılımlısı olamaz. İslam mutlak bir iltizamdır. İslamcıların emperyalist devletlerin din adamlarıyla olan temasları dini hassasiyeti olan bazı çevrelerce farklı yorumlanmaktadır. Yazarın “İslam” ve “ılımlı İslam” ayrımı yapmak ve eleştirilerini “ılımlı” olana yöneltmekle beraber, İslam dininin muhabbet üzerine kurulması, tebliğ anlayışındaki diyalogun önemli bir yer tuttuğu göz ardı edilerek, din dünyasındaki gelişmelerin sadece bir sömürge olarak açıklanmaya çalışılması, durumun batının “evcili” şeklinde yorumlanması şık düşmemektedir. Eleştirilerinin “ılımlı İslam” anlayışına yapıldığı daha açık biçimde belirtilmeliydi.

Küreselleşmeyle birlikte kültürlerin daha çok ön plana çıktığı inancı yaygınlaşmaktadır. Kitapta küreselleşme sürecine geçilmeden önce tarihi paradigmaların açıklanması konunun anlaşılması açısından önem taşımaktadır. Yazarın paradigmaları önceden belirtmesi, hazır zamandan çıkıp olayları daha bütüncül olarak değerlendireceğinin göstergesidir. Böylelikle ifadelerin daha sağlıklı ve anlamlı olması kuvvetle muhtemeldir. Türkiye’nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkeler her geçen gün hızla küresel dünyayı anlamaya çalışmaktadır. Kürerselleşmeyle birlikte birçok avantajların tadına varan bu ülkeler, farkında olmadan, adeta bir cezbe içerisinde emperyalist güçlerin ağına takılması hiç de uzak değildir. Bu bakımdan kitapta küreselleşmeyle birlikte eğitimin bu süreçteki misyonunu belirtmek çok yerinde bir karardır.

Küreselleşmeyle birlikte küçük bir köye benzetilen dünyada bilişimin kökleşmesi, ülke problemlerinin, ülkelerin ortak problemleriymiş gibi anlaşılmasına sebep olmuştur. Olayların Türkiye ile sınırlandırılması gerekirse Türkiye’deki anadil, etnik köken ve terör problemlerine müdahale etmeyen hemen hiç ülke kalmadı. Diğer ülkelerin hangisinin iyi niyetli hangisinin kötü niyetli olduğu kolayca ayırt edilemez. Bu bakımdan kitapta küreselleşmenin hemen ardından sendikaların, eğitimin yönü ve işlevinin ve de hatırlatıcı nitelikte cumhuriyetin temelinin konu edilmesi anlamlıdır.

Genel anlamda değerlendirildiğinde “Mankurtlaştırma Süreci”  Türkiye’nin jeopolitik ve jeokültürel açıdan çok önemli bir yer olduğunu, tarihi süreç hatırlandığında üzerinde çok büyük stratejiler geliştirildiğini, düşmanlarının çok olduğunu, en önemli saldırıların Avrupa’dan geldiğini dolayısıyla sömürgelere ve kaynaklarına dikkat edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

“Ülkenin yok edilmesi, sindirilmesi kılıçla olmadıysa da psikolojik olarak yapılabilir. Bunun tek çözümü; bu millet yozlaştırılacak, sömürülecek, parçalanacak, ulusal kimliği silinecek, aptallaştırılarak ortadan kaldırılacaktır” planını dış devletlerle olan müzakerelerde görmek hala mümkündür. Avrupa Birliği stratejik planı incelendiğinde ya da Bologna sürecine emperyalist bir bakışla bakıldığında bahsi geçen planların modern bir ifadeyle dayatıldığı görülmektedir. Kitabın temasına bakıldığında ise; emperyalist güçlerin ülke üzerinde nasıl egemen olmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu bakımdan kitap, vatanseverlere dikkatli olmaları noktasında önemli katkılar sağlamaktadır.

İçeriğinde farklı bakış açılarıyla emperyalizm odaklı eleştirilerin bulunduğu kitapta zaman zaman eleştiri dozu artmakta ve radikal bir üslupla sert eleştiriler yapılmaktadır (eğitimin siyasal bir alan olması veya İslamcıların sömürgeleşmeye alet olması gibi). Ancak tema gereği, her alanda emperyalizmi görme kaygısı kitabın amacına bağlı olarak gelişmiş olduğundan problem olmamalıdır. Kitaptaki eleştirilerin emperyalizme odaklanması sonucunda anlaşılmalıdır ki, her alanda sömürgeleşme tehdidi daima vardır.

Yazarın olayları kaleme alış biçimi, mevcut durumdaki tehlikeleri iyi analiz etmesi; kitabın ise konularının birbiriyle paralel olması, açık ve akıcı bir üslupla yazılması takdire şayandır. Fakat kanaatimce 240. sayfa ve sonrası, kitabın konu bütünlüğüne uygun olmamıştır.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir