Yüzlerce yıl öteden bilge Kuan Tzu “birine her gün balık vererek karnını doyurmak yerine, ona balık tutmayı öğretin, kendi karnını doyursun” der. Biyolojik bir varlık olarak dünyaya gelen insan yavrusuna, eğitim yoluyla kültür aktararak, yetişkinliğini bildiğimiz etrafımızdaki insanları elde ederiz. Bir insanın öğrenerek gelişmesi ölünceye kadar sürer. Bu sürede anne baba, akrabalar, arkadaşlar, medya, sokak ve okul gibi birçok kişi ve kurum bireyin eğitilerek kültürlenmesine katkıda bulunur. Bir anlamda ona sürekli balık yedirilir. Belli bir yaştan sonra ise çocuğu kendi gelişimini kendisinin sağlamasıyla görevlendirilir. Yani “kendi balığını kendin tut” denilir. İnsanlara okuma ve yazmayı öğretmek bu amaç içindir. Öyleyse, kişi okuma ve yazmayı öğrenerek istediği bilgiye ulaşsın, onu alsın ve gelişsin diye okuma yazmayı öğretiyoruz.
Birçok ülkede bu amaca ulaşılmıştır. İnsanlar kendilerini geliştirmek için okurlar. Okudukça gelişirler. Bireyler geliştikçe, toplum gelişkin bireylerden oluşur ve ortaya kaliteli bir toplum çıkar. Okumayan bireylerden meydana gelen toplumlarda ise gelişme çok yavaştır. Toplumlar arası yarışta herkes hızla ilerlerken birilerinin yavaş ilerlemesi bile aslında gerilemektir. Zira herkes ilerlemekte ve arayı açmaktadır.
Okuma yazmayı bildiği halde okuyarak kendini geliştirmeyen kişi, balık avlamayı bildiği halde avlanmayan, birilerinin kendisini sürekli beslemesini isteyen asalak bir varlığa dönüşür. Öylesine bir asalaktır ki, karnını kırpıntılarla, çürüklerle yarım yamalak ne verilirse onunla doldurmaya razıdır ve gidip istediği kadar taze balık avlamaz. Hep başkalarından bekler, başkalarına sadece yüktür. Üstelik hem nankör hem de haddini bilmezdir. Kendisi iki satır okuyup yazmaktan acizdir ve bunu yapabilenleri de takdir etmez. Onu beslemekten kendinizi geliştirmeye fırsat bulamazsınız. Dahası, kendi gelişmemişliğiyle etraftaki gelişkin insanların seviyesini de düşürür.
Sanayileşme öncesinde bilgeler, aşıklar, şamanlar, dervişler, dede ve nineler binlerce yılda üretilip kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa aktarılan kültürü yeni nesillere aktarırlardı. Artık onlar yazıyorlar. Kültürü edinmek isteyen yeni kuşaklar okumak zorundadırlar. Geçmişte değil ama günümüzde okumayan kişiler insanlığın ürettiği erdem ve değerlere sahip olamaz, kıvamında insan haline gelemezler. Demokrasiyi hedeflemiş ülkelerde yönetime katılamadıkları gibi, okumayan insanların çok olduğu ülkelerde demokrasi de gelişmez.
Okumayan kitleler söz ile idare edilirler. Muhtemelen okuyan ve yazan biri çıkar ve ikna edici sözler söyler. Okuyan yazan kişiler soyutlama yapabilir ve analitik düşünebilirler. Okumadığı için zihnen ve fikren gelişmemiş kişiler az buçuk da olsa okumuş ve ikna edici konuşabilenlerin peşinden gider. Sonuçta milyonlarca insan aslında akıllarını bir aklın kontrolüne sunmuş olur. Toplum artık birkaç okumuş kişinin insafına kalmıştır! Böylece milyonlarca beyin atıl durumda kalır. Oysa okuyan herkes kendi görüşünü geliştirdiğinden, birileriyle düşünsel ortak yanları olmakla beraber kendine ait düşünceleri de vardır çünkü kendi beynini kullanır. Kendi beynini birilerinin ipoteğine vermiş kişileri ipoteği altındaki beyinlerden çıkan istekler yönetir.
Gözlemlerden yola çıkarak yüzbinlerce (belki de milyonlarca) evde kitap ve kitaplığın olmadığını söyleyebiliriz. “Kitapsızlık” dilimizde bir küfür olarak kullanılır. Birisinin başkalarına “kitapsız” diye küfrederken kendisinin gerçekten kitapsız olması nasıl bir durumdur? Sözü uzatmaya gerek yoktur; sonuçta evlerimize yeterince kitap girmemektedir.
Osman Bolulu, Korkacaksan Kitapsızdan Kork adlı eserinde kitapsızlığı şöyle açıklıyor: “Kitapsız, dinsiz imansız anlamını aşarak kafası gönlü kuru, yargıları dar, beğenisi düşük, çağının dünya görüşüne erişememiş, bilgice yaya insanları nitelemek için kullanılır. Kimi zaman, bu sözcükle acımasızlığı, katı yürekliliği vurgulamak isteriz. Kitaplılık bunların karşıtı olacak elbet.”
Okuryazarlık oranımız azımsanacak durumda değildir. Ancak sonuç ortadadır: Okuyabilen ve yazabilen ama okumayan ve yazamayan bir nüfusa sahibiz. Acilen ve ciddi olarak toplumsal okuma yazma seferberliği başlatılmalı, kitaba kolay ulaşılmalı, fiyatları gerekirse desteklenerek herkesin alabileceği düzeye indirilmelidir. Kitaptan vergi alınmamalıdır. Okuyarak bilgilenen ve bilinçlenen kişi toplumun kalitesini yükselterek topluma katkı sunar ve vergiyi böylece de ödeyebilir. Korsan kitap ve fotokopi kitap edinmek gibi kültür ihanetinin ve emeğe saygısızlığın önüne geçilmelidir.
Nitelikli okuryazar elde etmek için bir takım iyi niyetli kişi ve kurumların çabası da yok değildir. Bazen okuma yazma kampanyaları düzenleniyor. Bu kampanyaların bazıları ise kendi içinde birçok yanlışı barındırıyor. Kitap toplama kampanyası düzenliyorlar! Bu eylemin altında yatan düşünce şudur: Okuduğun kitap artık gereksizdir. Bari ver birisi de okusun! Bir kitabın birçok kişi tarafından okunması güzeldir ama bu anlayış kitaba ve onun temsil ettiği değerlere saygısızlıktır ve böyle olduğu için de ilkelliktir.
Okunmuş kitap toplama kampanyaları evlerde kitaplık oluşturmanın da engelidir. Kitap okunup atılacak bir nesne değildir. Kitap okuyucunun gözü önünde kaldığı sürece kişinin belleğindedir. Okunan kitap okuyucunun hafızasının bir parçasıdır. Altını çizmiştir, kenarına notlar düşmüştür. Okurken kitabın yaptığı çağrışımlar vardır ve bütün bunlar kitap kitaplığımızda ise anlamlıdır.
Toplumda samimi olarak kitap okumak isteyenler de görülüyor. Sanki kitap okumuş olmak için okuyorlar, bilinçsizce. Edebi bir zevk almak, düşüncesini derinleştirmek için değil! Okumak için yapılan okuma saçmadır, aptalcadır. İnsan mantığı bir süre sonra bu saçmalığı görüyor ve okumaktan vazgeçiyor.
Bilinçsiz okur kitaptaki olaylara takılıp bunu okumak sanıyor. Oysa bir romandaki olaylar sadece okuyucunun sıkılmaması için, sürükleyici bir unsur ve yazarın asıl düşüncesini kanıtlamada kullandığı kanıtlardır. Yazarın aslında ne anlatmak istediğini böylesi okurlar anlamazlar. Anlamadıkları için de okumak gereksiz bir eylem haline gelir.
Öğretmenlerimizin okumaya bakışları ve niteliklerini de sorgulamalıyız. Okuma alışkanlığı kazandırması gerekenler onlardır (anne babayı da unutmayalım!) Öğretmenlerimiz okuyorlar mı? Sormalıyız! Öğretmenlerimizin evlerinde kaç ciltlik kütüphaneleri vardır? Biliyoruz ki okuma alışkanlığı olmayanlar bunu başkasına kazandıramazlar. Öğretmenlerimiz bu konuda bizim kendilerini sorgulamadan önce kendi öz eleştirilerini yapmalı ve gereğini ortaya koymalıdırlar. Öğretmenlerimiz okumak, araştırmak, bilimsel, sanatsal, estetik ve felsefi bilgi tüketmek konusunda meslek ahlakı standartları geliştirerek kendilerine çeki düzen vermelidirler. Her türlü eleştiriye “bu maaşla bu kadar” demeleri onlara saygımızı yükseltmez! Öğretmen insan imalatçısıdır. Yarım yamalak bir lisans eğitiminde edinilenler üzerine yeni şeyler koymadan yıllar yılı aynı bilgi ve becerilerle mesleğini sürdürmekle insan imalatçılığı yapılamaz. Birçok meslektaşımızın mesleki erozyona uğradığını üzüntüyle izliyoruz. Öğretmen dostuyuz, acı söylemek bize düşer.
Bir ülkenin ileri gitmişliği ya da geri kalmışlığı tamamen eğitimle ilgili bir durumdur. Eğitim insan kaynağının geliştirilmesi demektir. Aile, okul, işyerleri, sokak, medya her yer, her kurum ve her kişi (özellikle politikacı ve tanınmış kişiler) kendilerinin birer eğitimci olduklarını akıllarının bir köşesinde sürekli tutmalı ve gereğini yapmalıdırlar. Eğitimin sadece okullarda ve öğretmenler tarafından verildiğini sanmak yanılgı ve sorumsuzluktur.