Kadınsı Yansımalar – 7

Sayı 34- Nisan 2012

Son günlerde annesinin kurduğu cümleler: “Kızım ne okudun, ne çalıştın, ne de isteyenlerini beğendin! Bu gidişle halin ne olacak çok merak ediyorum, yaşın geldi de geçiyor, evde kaldın be evladım. Bak Emine’nin Gülistanı da evleniyor, akşama sabaha söz keseceklermiş!” kalıplarından ibaretti. Sürekli aynı baskı ve aynı can sıkıcı hengâme hâkimdi eve. Armudun sapı üzümün çöpü felsefesini benimsemiş olan Nazenin otuz beşini sürüyordu. Balkon-cam-mutfak üçlemesiyle hayatı iyiden iyiye sıkıcı bir hal alıyordu. Aslında kendine kalsa belki de bu kadar takmayacak, kız arkadaşlarıyla toplaşıp çekirdek çitleyerek izlediği ve sonrasında bolca yorum yapıp, gerçek gibi kabullendiği diziler keyfine keyif katacaktı. Ancak anne dırdırları dayanılmaz bir hal almıştı. Gözleri daldı, kendince çok değil üç-beş sene evveline gitti… Gerçek ise üç-beş değil, beş-on belki de asırlar evveliydi… Evlenip çoluk çocuk sahibi olacak kadar uzak, kocaman bir asır…

Adı gibi nazlı niyazlı, çıtı pıtıydı. Okumayı fazla sevmez, daha çok liseyi bitirip zengince bir koca bulmanın düşlerini yaşardı. Şımarıktı, bazen bencil, bencilliğinin altında ise hiç de sıradan olmayan, sözcükleri okka gibi yüreklere oturttuğu bir ukalalığı vardı. Ama sonuç olarak, tüm gelgitleriyle yaşanılası insandı Nazenin…

Yaşadıkları kasaba inanılmaz güzellikteydi. Dağ ile denizin ortasına sıkışmış bu cennet köşe zeytin ağaçları ve mis gibi kekik kokusuyla sarmalanmıştı. Dedikodusu çok boldu kasaba halkının, “kim, kiminle, nerede, ne zaman, nasıl, ne yapmış?” soruları art arda cevaplandırılırdı dost meclislerinde. Hangi aile, nasıl yaşardı? Kimin oğlu, ne iş yapardı? Gelinlik kızlar hangileriydi? Falanca geçen kabul gününde ne giyip ne takmıştı?

İşte böyle bir yerde, elinden gelenin en güzelini yaşamaya çalışan Nazenin, küçücük dünyasına neşe ve güzellikleri sığdırmalıydı. En muhteşem zevki okulu kırıp, arkadaşlarıyla kasaba parkına kaçmaktı. Hali hazırda kasabalının özel günler ve bayramlar dışında pek uğramadığı bu park gençlerin kaçamak yeri olmuştu. O yıllarda dostluklar da arkadaşlıklar da masumdu aslında. Sevgili olmak demek el ele tutuşmak, belki de üç beş öpücükle buluşmak demekti. Aslında parktaki ağaçların ya da ufacık çay bahçelerindeki sandalyelerin, masaların dilleri olsaydı da, acemice kazınmış kalpler içerisindeki isimleri, umutlarını ve sevdalarını anlatabilselerdi…

Nihayet zar zor liseyi bitirip diplomayı aldı Nazenin. Ardından da annesiyle beraber eş dost akraba ziyaretlerini meşgale edindi. Esas amacı kendini göstermek, denk gelirse ve de sağın solun tavsiyesiyle iyi bir evlilik yaparak, güzel bir yuvaya ulaşmak, çoluk çocuğa karışmaktı. Talipleri yok değildi… Her biriyle görüşüp tanımaya çalışıyor, amacının evlilik olduğunu üzerine basa basa tekrarlayıp duruyordu. Gençti, güzeldi, elinden ev işi gelirdi, eh bunca meziyeti varken de kendini olabildiğince ağırdan satmalı ve en iyi adayla evlenmeliydi. Üstelik bu zamanda el değmemiş gonca güldü, kolay mıydı böylesi kız bulmak? Tamam, çıkmıştı iki üç delikanlıyla, ama o kadardı. Hem gencecik, işsiz güçsüz yeniyetmelerle ne işi olurdu onun? Gelgeç işlere, gelgeç bir gönülle karşılık vermiş, yaşıtları fıldır fıldır oynaşırken o hep ağırdan almış, asaletinin hakkını vermişti! Onun istediği zengin ve yakışıklı bir koca bulup evinin hanımı olmaktı.

Ancak gel gelelim bir türlü aradığı prens karşısına çıkmadı. Zaman ilerledikçe çeyizlerini koyacak yer bulamaz oldu. Ara sıra tozlarını almak veya düzenlemek için çıkarıyor, baktıkça içi gidiyordu. “Ne yani, içimi kıpır kıpır edecek adam gelmediyse suç benim mi? Üstelik evlenmiş olmak için evleneceğime otururum daha iyi” diye düşündü…

Bardağın dolu tarafından mı bakmalı, yoksa boş tarafı mı alıp incelemeli? Gerçek anlamda istemeden evlenmeli mi, yoksa o meşhur prens mi beklenmeli? Belki de kısmet demeli? Diğer taraftan herkes mutlaka evlenmeli mi?

En güzeli hayatı olağan akışında yaşamak bana kalırsa! Ama kendine gereken değeri vererek yaşamak olmalı bunun adı. Yani hayatımda bir erkek yoksa da ben mutlu olmayı başarmalıyım. Kendime meşgaleler bulup, kendimi geliştirebilir hatta gerçekleştirebilirim. Ne bileyim kurslara gidip meslek sahibi bile olabilirim. Belki de eğitimime devam ederim. Bu hayat benim, ben güçlüyüm, ben değerliyim!

Komplekslere girmek de manasız. “Beni ne doktorlar mühendisler istedi” yerine “ben aradığımı hala bulamadım” diyebilmeliyim. Adını siz koyun! Kız kurusu olsam da olmasam da benim için en önemlisi mutlu ve huzurlu olmam. Tek bir kaybım olabilir: Çocuk sahibi olamamam. Varsın olmasın, gücüm yeter belki de günün birinde evlat edinirim. Seçimlerim benim, dedim ya hayat da benim! Bırakın “kız kurusu”, “evli”, “eşli-eşsiz”, “çocuklu-çocuksuz” ayrımlarını, insanları istediğiniz kalıba sokma çabalarını. Yaşamlarınıza bakın, seçtiğiniz ya da seçilmiş yolunuzda, önce kendinizle sevgili olmayı başararak mutlu olmaya uğraşın.

Sevgilerimle…

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir