Monteigne “bir ülkenin konuşmuş olduğu dildeki kelime sayısına bakılarak o ülkenin sosyo-ekonomik yapısını, kültür seviyesini çok kolay tespit edebiliriz” görüşünü dile getirmiştir. Bir ülke düşünün ki bütün yaşantısını beş yüz kelimeyle ifade ediyor, düşünüyor, yaşamı tasarlıyor. Tolstoy; “insanlar kelimelerle hayal ve yaratıcılık yeteneklerini geliştirirler” diyor. Bu doğrultuda perdenin arkasından çıkıp sahnedeki suretimize baktığımızda on bin kelimelik bir lugatlı dilin sadece beş yüzünü kullandığımızı görüyoruz. Elbette ki düşünemez, hayal edemez, tasarlayamaz, yorumlayamaz ve hiçbir gelişme kaydedemeyiz.
Kitle iletişim araçlarının hızla geliştiği bu dönemde evvela kendi kültürümüzü korumalı, dış istilaların etkisinden kurtarmalıyız. Dünyanın en genç Profösörü sıfatıyla yurt dışındaki bir sempozyuma katılan Oktay SİNANOĞLU ’nun aktardığı bir hikaye dikkate şayandır. Bu sempozyuma katılan kişilerle tanışma esnasında karşılaştığı bir İrlandalıyla aralarında şöyle bir konuşma geçiyor:
İrlandalı – sizin ülkenizde hangi dilde eğitim yapılıyor?
O.S.: Türkçe eğitim yapılıyor; fakat okullarımızda çocuklarımıza İngilizce eğitimde verilmeye başlandı.
Bu ifade karşısında İrlandalı iki damla gözyaşıyla beraber iç geçirerek:
– Yazık! İngilizler bizim ülkemizde de önce İngilizce eğitim vermeye başladılar, dilleriyle beraber kültürlerini de ülkemize soktular ve birkaç nesil sonrada tamamen bizim kültürümüzü yok edip kendi kültürlerinin hakimiyetini kurdular.
Bu kısa hikayede de görüldüğü gibi dil bir ülkedeki milli birliği ayakta tutan en önemli unsurdur. Bir ülkenin dilini kaybetmesi; o ülkenin kültürünü, ahlakını, geleneğini her şeyden önemlisi millet bilincini kaybetmesi demektir. Dış güçler bir ülkeyi yok etmek için kendi politikaları doğrultusunda akla gelemeyecek her türlü yola başvurabiliyorlar. Bu yolların en başında da dil unsuru geliyor. Bir milleti yok edebilmek için önce dilini yok ediyorlar. Sonrasında zaten millet kendiliğinden yok olmuş oluyor.
Bütün toplum olarak bir bilinçlenme yoluna gitmemiz, her türlü yıkıcı ve gerici tehlikenin karşısında durmamız gerekir. Bilinçlendirme yolunda geleceğimizin teminatı olan gençliği çok iyi ve bütün sorunlara karşı duyarlı bir şekilde yetiştirmemiz gerekir.
Gelecek nesli yetiştirmeye çalışırken çok iyi eğitim programları ve yöntemleri seçilmelidir. En önemlisi de bütün bunların aktarıcısı olan ,topluma yön ve biçimlendirme görevini üstlenmiş olan eğitimcilerin çok iyi yetiştirilmeleri gerekmektedir. Toplumdaki tek bir bireyin bile önemli olduğu anlayışı ile titizkar bir yaklaşım içinde yola çıkarak eğitimcilerimize en iyi seviyede pedagojik formasyon eğitimi vermeliyiz.
Eğitimci hedef, amaç ve konulara hakim olursa bireyi geliştirebilir, eğitebilir. Düşünün ki kırk günlük eğitimcileri yetiştirip ve bunlara geleceğin umudu olan gençleri teslim ediyorsunuz. Bunlar kendilerini yetiştirememişler ki gençliği eğitip yetiştirsinler.
Eğitim fakültelerimizden gün geçtikçe diplomalı işsiz insanlar yetiştirmekteyiz. Zira fakültelere girenler de daha başlamadan boş gezmenin karamsarlığına kapılmaktalar. Bu insanlar işsizlik karamsarlığı içindeyken bizim Milli Eğitim Sistemimiz, boş gezen bu Ziraat Mühendislerini, Jeoloji Mühendislerini, Arkeologları ve daha birçok fakülteden mezun olup da iş bulamayan gençleri karamsarlıktan kurtarmak için öğretmen olarak atıyor. Bir taraftan bin kadar insanı işsizlikten kurtarıyor ,diğer taraftan bir nesli yok etmenin temellerini atmış oluyor.
21.yüzyıla girdiğimiz bu dönemde akademisyenlerimiz araştırmacı, bilginin peşinden koşan, pozitif eğitim anlayışına dayanan bir sistemle yetiştirilmelidir. Eğitimin asıl amacıda bu olmalıdır. Geçmiş dönemlere baktığımız zaman dünya değerler sisteminin üç evre geçirdiğini görmekteyiz.
Bunlardan birincisi tarımsal toplum anlayışı ,ikincisi sanayi toplumu ve üçüncüsü de bilgi toplumudur. Tarımsal toplumda güç emeğe dayalı idi, sanayi toplumunda emeğin yerini makine bilgi toplumunda ise makinenin yerini ona yön veren bilgi gücü almıştır. Dünya bu üç evreyi geçirirken toplum olarak bu evreleri yakalamamız lazım. 21. yüzyıla hakim olan bilgi toplumunda en önemli unsur eğitimli insandır. Bu anekdottan yola çıkarak, ülke olarak bireylerimizi çok iyi yetiştirmek ve insanların sahip oldukları zeka düzeylerini kullanmak zorundayız. Aksi takdirde medeniyet var oldukça bu evreler zamanın ve çağın gerekliliğine göre değişip duracaktır. Kendimizi bu evreler doğrultusunda yenilemeliyiz ve gelişmelerin takipçisi olmak zorundayız. Yoksa her evrenin bir artığı olarak zaman çizgisinden sapmış uygar toplumların kölesi konumunda yok olabiliriz.