Büyük Sürüleşme

Sayı 32- Ekim 2011

Çoğunluk azınlıktan üstün bir güce sahiptir. Güçlü zayıfa baskın gelir ve kendi düzenini dikte eder. Toplum, karakterini çoğunluktan alır. Toplum düzeni, çoğunluğun isteklerine göre şekillenir. Çoğunluk, azınlığa baskın geldiği için, birey bu baskı karşısında yer alıp ezilme riskini göze almak istemez. Böylece, bireyler toplumun birer parçası haline gelirler ve toplum da çığ gibi büyüyen bir alay halini alır.

Eğer azınlık hakimiyet sahibi olur da toplumu, toplumun mevcut yapısına, yani çoğunluğun kabul ettiği kaideye aykırı bir şekilde yönetirse, toplumdaki çoğunluk çığ gibi büyür ve bir süre sonra hakimiyeti ele geçirir. Buna, Hindistan’ın silahsız bir şekilde Birleşik Krallık’a karşı verdiği mücadeleden sonra bağımsızlığını kazanması örnek verilebilir. Bir başka misal de Çarlık Rusyası’nda halkın ayaklanıp hükümeti devirmesidir. Baptista’dan bıkmış ve isyan halinde olan halkın Fidel Castro aracılığıyla yönetimi devirmesi de dahil olmak üzere tarihte bu türden örnekler birçok kez gözlemlenmiştir.

İnsanların çok azı dâhidir; büyük filozoflar, bilim adamları, şairler, besteciler daima azınlıktadırlar. Gelecek kuşaklara miras bırakmış insanlar toplumda gözle görülemeyecek kadar küçük bir kitleyi oluşturmuşlar ve oluşturmaktadırlar. Öyleyse çoğunluk kendine ve insanlığa ciddi bir faydası olmayan insanlardan oluşur. Çok sayıda insan ortak istek ve fikirlerle bir araya gelerek ahmaklar takımını oluştururlar. Çoğunluğun düşünce ve davranış biçimi ahmakçadır, çünkü sadece cüzi miktarda insan hayata karşı görevlerini ciddiye alır.

Toplumsal Özellikler

Çoğunluk, dünyasal isteklerini gerçekleştirmek için bir araya gelir. Böylece, çoğunluk, dürtülerine göre topluma şekil verir. Aslında, bir halkın sosyal düzenini çoğunluk, dürtülerine göre belirler.

Eski çağlarda insanlar maneviyata önem verirlerdi ve toplumsal yapı, idealizmi desteklerdi. Eski Yunan ve Hint eğitiminde ruhsallık ve ahlâk dersleri, eğitimin en önemli parçalarıydı. Stoacı öğreti, ideoloji uğrunda ölmeyi erdemlerin en büyüğü sayardı. Platon, ahlâk uğruna sanatı bile feda etmişti. Yunan tarihinde ilk ahlâk düşkünü olarak bilinen Sokrates zamanında, Hindistan’da Buddha ve Mahavira, Çin’de Lao-tzu ve Konfüçyüs yaşamışlardır. Daha yakın tarihte eski Türkiye ve İran’da Şemseddin Tebrizi, Celaleddin Rumi, Yunus Emre ve El Gazali yaşamışlardır. Bu bilgeler, İslam’ın ve genel olarak dinlerin gelenekler kümesi yerine daha yüce benlik olan özün idrakına giden yol olduğunu göstermişlerdir. Yeni Çağ’da Doğu, maneviyat anlayışını çoktan terk etmiş, bencil iç mücadelelerle güç kaybına uğramış ve Batı’nın boyunduruğu altına girmiştir. Yeni Çağ ve Yakın Çağ’da Batı’da Jean Jacques Rousseau, Leibniz, Descartes, Schopenhauer ve Nietzche son ahlâkçı felsefeciler olarak akılda kalmışlardır.

Lider, halkın yansımasıdır. Halk nasılsa, lideri de öyledir. Roma imparatoru Markus Aurelius Stoacı öğretileri benimsemiş ve hatta bu alanda kitaplar yazmıştır. Bahsi geçen imparator, Roma tarihinin en çok sevilen ve bugün bile en çok bilinen liderlerinden biriydi. Dünya, idealist liderleri son kez yirminci asrın ilk yarısında görmüştür; Atatürk ve Gandhi gibi. Bu durum, aslında, insanlığın son manevi çırpınışlarıydı. Liderler halkın yansıması olarak sonraki dönemlerde sırf para, şöhret ve iktidar hırsıyla hakimiyete geçip halkların seviyelerini gözler önüne sermişlerdir. Bugünün liderleri insanları etkileyebilmekten yoksun olup, ancak halkın duygularıyla oynayarak, insanların cehaletlerinden yararlanarak ve yalan vaadlerde bulunarak başa gelmektedirler. Böyle liderlerin başa gelmeleri, halkların ne kadar maddiyatçı, kurnaz, ikiyüzlü ve erdemsiz olduklarının açık delillerindendir. Bir lider, halkın refahı için değil; kendisinin ve ailesinin aşırı zenginliği ve güç gösterisi için yönetime gelmektedir.

Son yüzyıllarda sayıları artan maddiyatçı felsefeciler aracılığıyla felsefe, daha iyi bir insan olma yolu olmaktan çıkıp, maneviyat ve ideolojinin istehzai eleştiri yöntemi halini almıştır. En çok Amerika’da hızla gelişen maddi düşkünlük, kısa sürede Avrupa ve Asya olmak üzere bütün dünyayı kasıp kavurmuştur. Avrupa’nın sanatsal, romantik, asil sosyal yapısı, Asya’nın da mistik, ahlâkî sosyal yapısı toprağın en derin katmanlarına gömülmüştür.

Eski zamanlarda, toplum düzeninde bir değişikliğin gerçekleşmesi için yüzyıllar geçmesi gerekirken, 1990 ile 2010 arasında insanlık adına devasa boyutlarda sosyolojik değişiklikler olmuştur. Halen, maddiyatçılık, büyük bir azimle, geride kalanları da etkisi altına almaya devam etmektedir. Temeli pazarlama stratejisine dayanan bu yeni yaşam tarzının en büyük tetikleyicisi de iletişim teknolojileridir. İletişim teknolojileri başta ABD olmak üzere birçok batılı ülkede gelişmiştir. Bu nedenle Batı’nın, kuru kafatasına benzeyen modern kültürü, özellikle ABD’nin en aşağı seviyedeki kesiminin hayat anlayışı bütün dünyaya çeşitli süslemelerle cezbedici yöntemlerle aşılanmıştır ve aşılanmaya devam etmektedir.

Yeni Türk Kültürü

Günümüzde Türk toplumu, yeniden yapılandırma çalışmaları sonucu kültürünü dürtüler, daha doğrusu hayvansal istekler üzerine inşa etmiştir. Yeni Türk Kültürü (YTK) halkın her kesimine dayanıklı kökler salmayı başarmıştır. YTK’ye karşı çıkmak zordur; çünkü her yerde askeri vardır. Ne kadar genç de olsa YTK yerleşik bir düzeni sağlamıştır.

Peki nedir YTK’nin özellikleri? Hedonist bir anlayışa sahip bu düzen, susuzluğu giderilemez arzuları, sık aralıklarla tekrar ederek tatmin etmektedir. Diğer bir deyişle Zevk-Tatmin Döngüsü’dür (ZTD). İnanışa göre, ZTD ne kadar geniş çapta ve yüksek hızda dönerse mutluluk o denli çok olur.

YTK’nin mensupları tek başlarına da ibadetlerini yapsalar da ayin yapmak için sıklıkla toplanırlar. Bu şekilde çarkı daha güçlü döndüreceklerine inanırlar. YTK üyelerinin en büyük korkuları yalnızlıktır, çünkü yalnız olmaları durumunda kendi kişilikleri daha belirgin bir hale gelir. Schopenhauer’in dediği gibi: “İnsan, ancak yalnızken kendisi olur.” Yani, başkalarının yanında karakter yozlaşır. Kişi, insanlar arasındayken, kendini sanki onlardanmış gibi gösterme gereksinimi duyar. Oysa bu insanların amacı sürekli kendinden kaçıp çoğunluğa sığınmaktır. Çoğunluğun bir parçası olarak kendini yeniden yaratma sürecinin işlemesiyle kendilerini güvende hissederler. “Grup içinde olmak veya gruba ait olmak, ergenin ego idealinin doyurulmasını ve ergenin kişiliğindeki boşlukların doldurulmasını sağlar” diyor politik psikoloji uzmanı Prof. Dr. Abdülkadir Çevik. Bir takım olarak bir araya geldiklerinde yüzlerinden gülücük eksik olmaz. Güler, eğlenir ve gülücükler saçarak çevresindekilerin gözünde mutlu izlenimi uyandırırlar. Mutluluğu kendi kalplerinde değil; etrafındakilerin kendilerini mesut sanmasında ararlar. Toplumun kendilerine dikte ettiği düşünce, konuşma, giyinme, davranış ve yaşayış tarzını hiç sorgulamaksızın derhal benimserler. Aksi halde çoğunluğa karşı gelmiş olacaklar ki, daha önce, böyle bir durumda çoğunluğun azınlığa, özellikle de yalnız bireylere galip geldiğini belirtmiştik. Birey, ya kendisi olacak ya da toplumun bir parçası olacak. İlk durumda, toplumun karşısında olacağı için baskıya ve baskınlığa karşı direnç gösterecek ve belki de bir süre sonra mağlup olup boyun eğmek zorunda kalacaktır. Bu, büyük bir sorumluluk ve cesaret ister. Oysa ikinci durumda, gücünü daima çoğunluktan alacak ve kendisini tehdit eden unsurlarla hemen hemen hiç karşılaşmayacaktır. Yani zafer kesin gibidir. Üstelik, ola ki yenilgiye uğrarsa, bu, kendi yenilgisi değil; toplumun yenilgisi olacak, çünkü mağlubiyet duygusu çoğunlukça paylaşılacak ve kendisine pek az eziklik duygusu düşecektir. Böylece kimse ona iğneleyici bir şekilde yenilgisini yüzüne vurmayacak.

İdealistlere Karşı Tutum

İdealist, mevcut durumda gerçekleşmemiş bir düşüncenin olması gerektiğine inanıp, durumu zihninde canlandıran ve bunu gerçekleştirmek uğrunda fedakârlıkla çaba harcayan kişidir. Zevkli olan, eğlenceli olan ya da rahat olan değil; olması gereken üzerinde tefekkür ettiği için akıntıya ters yüzer. İşte bu nedenle de idealistler toplumun düşmanıdırlar. Toplumun, sözünü geçiremediği direngen tek varlıklardır. Onlar, toplumun kabul ettiği doğrulara göre değil; kendi doğrularına göre yaşarlar. Toplumun, halkın tamamına, doğrularını hakikatmiş gibi kabul ettirmesindeki tek engeldir onlar. Özgün karakter sahibi bu insanlar, yıkılmamış kalelerin son ama sağlam direkleridirler. İdealistlerle çoğunluk arasında kesintisiz savaş olmasa da zaman zaman çatışmalar nükseder. Maddiyatçılar, bolluk, eğlence ve rahatlık içinde yaşarken maneviyatçılar türlü zorluklarla yaşarlar.

Hedonistler, ideolojilerin her türlüsünü reddederler ve onlarla alay ederler. Buna bir örnek ahlâkçı idealistlerle ilgili olarak verilebilir. Her insanda hem maddî düşkünlük hem de spiritüel arzular vardır. Hedonistlerin dünyasal düşkünlükleri o kadar güçlü ve baskındır ki, kalplerindeki spiritüel arzunun çığlıklarını duymazlar. Manevi ülkü ve prensip sahibi insanlar ise, ruha o kadar aşk duyarlar ki bir an önce dünyasal arzularını yenip hakiki mutluluğa erişmek isterler. Bu konuma erişmek hiç de kolay değildir. İşte maddiyat ve zevk düşkünlerinin en büyük koz olarak kullandıkları nokta da budur. Ahlâkçılar git gide ruhsallığın dünyasallığa olan oranını artırma çabasındayken, düşkünler alaycı ve ukala tavırlarıyla karşılarına çıkıp “sizin de aynı dürtüleriniz yok mu?” diyerek yıldırmaya çalışırlar. Düşkünler, ahlâkçıların boşuna çaba sarfettiklerini, çabalarının sahte olduğunu ve er geç “gerçek yol”u bulup hedonist olacaklarını düşünürler. Onlar için yaşamın tek anlamı yiyip içip keyif sürmektir. Buna, “hayatın tadını çıkarmak” derler. Ahlâkçıların da tıpkı düşkünler gibi dürtüler taşıyor olmaları onların gayretlerinin boş olduğu anlamına gelmez. Beyazın içinde biraz siyah, siyahın içinde de biraz beyaz vardır Taocu ilkeye göre. Hedonistler, “siyahın içinde biraz beyaz” sınıfına; erdemliler ise “beyazın içinde biraz siyah” sınıfına girerler. Bu ikisi aynı değildir. Erdemli insanların kalplerinde biraz siyahın olması onların aslında kendini kandıran hedonistler oldukları anlamına gelmez. Oran önemlidir. Kötülük tamamen ortadan kaldırılamamışsa da, kötülüğün sırf aza indirgenmesi bile faydalıdır. Kaktüs, gülün büyüyerek açılmakta olan çiçeğini görmez de “sen de benim gibi dikenlisin” der. Kaktüs, ancak dikeni; gül de bir başka çiçeği görür. Kötü kötüyü; iyi de iyiyi çeker. İyinin kötüye oranı ne kadar yükseltilmişse, bu, ahlâkçının o kadar büyük bir zaferidir. Evrendeki tek gerçek zafer de bu doğrultudadır, çünkü diğer bütün zaferler geçici öneme sahiptirler ve faydaları da geçicidir.

Dürtüler sürekli insanı rahatsız eder. Onları denetim altına alıp fethetmeye çalışanlar gerçek savaşçılardır. Onlara boyun eğenlerse kölelerdir. Dolayısıyla idealistler çoğu zaman içsel savaş halindedirler. Hedonistler ise gururla, kendileriyle barışık olduklarını söylerler. Bütün hayatın bir mücadele olduğu bir dünyada, ne yazıktır savaşı çoktan bırakmış, aldatıcı barış halinde yaşayana! Gerçek savaş, dürtüleri kontrol altına almak için verilen savaştır ve bu ancak cesurların işidir. Savaştan kaçmak ise korkanların işi…

Birey, ya manevi ülkü sahibi olup sürekli mücadele içinde kendi doğrularına göre yaşayacak ya da mağlubiyeti başından kabullenip toplumsal doğrulara göre yaşayacak. İkinci durumda toplum-birey mücadelesi yoktur ama bireyin hayatında kararları toplum verir ve bireyin hayatını toplum kendi stereotipine göre şekillendirir.

Materyalist düşkünlerin bir diğer yanılgısı da bilime tapmaktır. Onlara göre bilim gerçekçidir, yansızdır, yanılgısızdır ve tek güvenilir kaynaktır. Oysa bilim bir gün bir söz söylüyor, diğer gün başka. Hatta bir grup araştırmacı, bilimsel bir olgu iddia ederken, diğer bir grup bilim adamı bunun tam zıddını iddia eder. Nasıl ki kendini paraya satmış sahte din adamları varsa, aynı şekilde para uğrunda yalan iddialar öne süren bilim adamları da vardır. Ayrıca, bilim değişerek geliştiği için, her ileri sürülen bilimsel doğru, “değişmez, kesin bir doğru” olarak kabul edilmemelidir. Bugünün doğrusu yarın eğri olabiliyor. Buna rağmen, düşkünler bu görüngüye aldırış etmeden bilime tapmaya devam ederler.

Dehşetli Çözümler

Eskideki değerler alay edilerek aşağılandı ve yerine daha ilkel sözde çözümler kondu. Toplumlar, çok eşlilik anlayışına güldü geçti. Tarihte, savaşlarda ölen çok sayıda erkek nedeniyle insan soyunun yok olmasını önlemeye yarayan bu eski düzene ilkel dendi. Çağdaş çözüm olarak gelişigüzel seks anlayışı bulundu. Kendi dönemi için gerekli olan çok eşlilik belli kurallar ve sınırlar dahilinde kabul edilirken, bugün nüfusuyla zaten dolup taşmakta olan dünyada bir insanın onlarca insanla rastgele seks yapması doğru ve hatta olması gereken bir davranış biçimi olarak görülüyor.

Eskiden, ergenlik çağındaki gençlerin cinsel dürtülerini kontrol etmelerine yardımcı olmak ve aile hayatına erkenden atılıp sorumluluk edinmelerini sağlamak için ergenlik çağındaki gençler evlenmeye teşvik edilirdi. Eski çağlardaki sosyal düzende ergenlik çağındaki gençlerin evlenmesi gayet doğaldı. Bu yapı, sözde çağdaş anlayış aracılığıyla, alay edilerek tamamen yıkıldı ve yerine çözüm olarak neredeyse çocuk yaştaki kızların, çantalarında prezervatif taşıması uygun görüldü. Çeşitli sosyolojik araştırmalar ortaya koymuştur ki, Batılı ülkelerde yaşayan ergenlik çağındaki kızların çoğu bâkirelikten utanç duyuyor ve aşağılık kompleksine kapılıyor. Hatta, böyle gelişmiş(!) ülkelerdeki erkekler, bâkire kızlarla evlenmek istemiyorlar. Eski düzenle sanki maymunlar tarafından tasarlanmış bir sistemmiş gibi kahkahalarla alay edildi, eski düzen yıkılıp yok edildi ve yerine sözde çağdaş özde dehşet verici düzeyde aşırı ilkel bir toplum yapısı kuruldu.

Eskiden diktatörler açıksözlülük ve dürüstlükle, kendi doğrularını halka hükmederlerdi. Bunun ilkel bir şey olduğunu düşünen çağdaşlar, “dürüst diktatörlük” anlayışındaki “diktatörlük”e işaret ederek bunun ortadan kaldırılmasını istediler. Halka sanki “diktatörlük”ü ortadan kaldırıyormuş gibi yansıtan riyakâr kurnazlar, böylece çoğunluğun gücünü kullanarak eski anlayışı yıkmayı başardılar. Yerine koydukları ve “demokrasi” adını verdikleri çözüm tam olarak “kurnaz diktatörlük”tür. Bu demokrasinin patronları âdeta mitolojilerdeki tanrılarmışcasına inanılmaz boyutlarda gücü ellerinde tutup kendi egolarına göre dünyayı yönetirler. Yani “dürüst diktatörlük” denen ilkel anlayışın yerini modern çözümü olan “kurnaz diktatörlük” aldı. Gerçekte değişen tek şey “dürüst”ün yerine “kurnaz”ı koymak oldu. Platon bu konuda, “demokrasi diktatörlerin bahanesidir” demiştir. Ünlü sosyolog Robert Michels, “bir ülkenin yönetimi ne kadar demokratik olursa olsun, yönetim, eninde sonunda oligarşiye dönüşür” demiştir.

Bu yazı, bu sözlerle, eski toplumsal yapının ve eski öğretilerin tamamının doğru olduğunu iddia etmiyor. Eskideki her şeyi olduğu gibi bugün yaşatmayı tavsiye etmiyor. Bu yazı, sadece, eski değerlerin gülünerek hafife alınıp, ilkel olmakla suçlanıp, yerine uygar olduğu iddia edilen toplum düzeninin iç yüzünü gözler önüne sermeye çabalıyor.

Sonuç

YTK’de özellikle gençler, özgürlük adına maddi bağlılıklar geliştiriyorlar. Bir insan ne kadar maddi bağlılık taşıyorsa o kadar bağımlıdır. Yani, insanlar dünyasal arzuları ölçüsünde köledirler. Özgürlüğü ispat etmek için maddi bağlılıklar geliştirerek kendini köleleştiren genç insanların oranı daha da artmaktadır. Oysa, liberalizmin atası John Locke, özgürlüğün kaynağının arzuların susturulmasında yattığını söylemişti. Orta yaşlı insanlar da yaşlılar da gençlerin bu tutumunu demokratik ebeveyn veya çağdaş yaşlı olarak görünmek için desteklerler. Hatta, gençleri böyle şeylere teşvik bile ederler. Çocuklara ve gençlere örnek olması gereken ileri yaştaki insanların kendileri zaten maddiyatçı oldukları için başka bir yol da görmezler.

Veliler ve diğer yetişkinler, gençlere fazlasıyla kötü örnek oluşturmaktadırlar. Zaten para ve bencil çıkar üzerine kurulu dünya düzeninde ayakta kalmak için bencilce para ve zevk düşkünü olmayı öğütlemektedirler. Hani eski bilge öğretiler! Platon, “bir insan ne kadar az şeye ihtiyaç duyarsa o kadar zengindir” demiştir. “Bir devenin, iğne deliğinden geçmesi bir zenginin cennete girmesinden daha kolaydır” sözü ise İsa’ya aittir. Fakat bu türden sözler artık, alaycı insanlar için, dalga geçip eğlenmek için birer fırsat olabilirler ancak.

Unutmamak gerekir ki çoğunluk azınlığa galip geldiği için toplum, idealistlerin fikirlerine göre değil; daima çoğunluğun dürtülerine göre şekil alıp bireyleri yönetecektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir