Gerçek (çağdaş) eğitim, “insan yavrusunun insanlaştırılması, insanın üretilmesi etkinliği” diye de tanımlanıyor. İnsan olma adayı olarak dünyaya gelen her bebeği yaşına, kişisel ilgilerine ve yeteneklerine (kendi doğasına), çağdaş anlayışa uygun bir eğitim sürecinden geçiren toplum, onlara hak ettikleri yeri sunuyor; onlar da paylarına düşen kişisel-toplumsal işlevlerini üstün bir başarıyla yerine getiriyorlar. Bireyler, aldıkları bu eğitimle aynı zamanda, benliklerini güçlendiriyor ve ruhsal olgunluk kazanıyorlar. Kendi anadilleriyle anlama ve anlatma güçlerini geliştiriyorlar. İçinde yaşadıkları toplumun kültürünü içselleştiriyorlar. Bilimin yol gösterici; sanatın, nice yüce duygu ürünlerinin yaratıcısı olduğunu; temel insanlık değerlerinin önemini benimsemiş olan bağımsız bir kişilik sergiliyorlar. Bu yeterliklerini, bunu sağlamaya elverişli bir toplumsal-ruhsal ortamda gerçekleştiriyorlar.
Yaşadığı çağla uyumlu bir birey niteliği kazanmak için her bireyin, gerçek eğitim denilen bu uzun, güç ve karmaşık süreçten geçmesi gerekiyor.
Gerçek eğitimle birey, hangi temel nitelikleri ediniyor?
Birey, değeri oldukça yüksek olan şu niteliklerle donanıyor: Özünde var olan merak duygusunu yaşam boyu koruyor. “Nedir, nasıldır, niçin öyledir; doğru mu, yanlış mıdır; niçin doğru, niçin yanlıştır?” kuşkusunun dürtüsü ile soru soruyor, sorguluyor. Okuduklarına, dinleyip izlediklerine eleştirel bir anlayışla yaklaşıyor. Gerçeğe ulaşmak için tartışıyor, araştırıyor, ele aldığı konuyu tam olarak öğrenmeyi amaçlıyor. Kendine özgü bir verimli çalışma yöntemi geliştiriyor. Öğrenmeyi öğreniyor. Aklını özgürce kullanıyor. Aklının yönetiminde, duygularını yaşıyor. Sorunlarını düşünme, akıl yürütme yoluyla çözmeyi ilke ediniyor. Her bireyin, koşulları eşit, laik eğitimden geçmesi gerektiği düşüncesini benimsiyor. Hemen her konuda, önce tüm seçenekleri inceliyor, her olasılığı gözden geçiriyor, onlardan uygun gördüğünü kararlılıkla uyguluyor. İnsan hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi vazgeçilemez haklar olarak görüyor. Hiçbir koşulda dürüstlükten ödün vermiyor. Her zaman vicdanının sesine göre davranıyor. Sorumluluklarını yerine getirmeyi asla savsaklamıyor. Yaratıcı girişimlerde bulunuyor.
Gerçek Eğitimde hangi öğrenme-öğretme yöntem ve teknikleri kullanılıyor?
Gerçek eğitim, yukarıda belli başlıları sıralanan, yüksek değerdeki temel nitelikleri kazandırabilecek öğrenme-öğretme yöntem ve teknikleriyle gerçekleştiriliyor. Uygun yer ve zamanda kullanılması gereken bu yöntem ve tekniklerin belli başlılarını Sönmez’in, Dizgeli Eğitim (2004) adlı yapıtındaki adlandırmalarıyla şunlar oluşturuyor: Sunuş yoluyla öğretme, buluş yoluyla öğretme, araştırma-soruşturma yoluyla öğretme, programlı öğretim, proje tabanlı öğrenme, kubaşarak (yardımlaşarak) öğrenme, yapılandırmacılık, aktif (etkin) öğrenme.
Gerçek eğitim yöntem ve tekniklerine hangi disiplinler, altyapı oluşturuyor?
Eğitimbilimin ışığında biçimlendirilip uygulanan gerçek eğitim yöntem ve teknikleri, özellikle eğitim felsefesi, eğitim yönetimi, program geliştirme, eğitim sosyolojisi, eğitim (gelişim ve öğrenme) psikolojisi, eğitim teknolojisi, ölçme ve değerlendirme verilerine dayanıyor.
Bunlardan son üçüne örnek olarak kısaca göz atalım.
Eğitim psikolojisinin ortaya koyduğu bilimsel gerçekler, her çocuğun, kendine özgü gizilgüçlerle dünyaya geldiğini gösteriyor. Özdeş ikizlerin parmak izleri bile birbirine benzemiyor. Bu bireysel ayrılıklar yelpazesi çocukta, çevrenin de etkisiyle gittikçe genişlediği için, her çocuk, ayrı alanlara ilgi duyuyor ve farklı yetenekler sergiliyor; sonuçta, farklı hazır oluş düzeyine, farklı öğrenme hızına sahip bulunuyor. Her çocuğun anlama-kavrama gücü farklı oluyor. Bu nedenle eğitimde, her öğrencinin kendine özgü gereksinimlerini karşılayacak nitelikte öğrenme-öğretme yöntem ve tekniklerinin, araç gereçlerin kullanımı ve her öğrenciye gereksindiği kadar zaman tanınarak eğitiminin sürdürülmesi gerekiyor.
Görüldüğü gibi bu nitelikteki eğitim, öğrenciyi odak alan, bireyselliğe ağırlık veren bir eğitimdir. Bu yaklaşımda her öğrenci, ilgi duyduğu, daha yetenekli olduğu alanda ya da alanlarda kendini olabildiğince geliştirme olanağına sahip oluyor. Her öğrenci kendisiyle yarışıyor. Normal bir sınıftaki tüm öğrenciler, bireysel ayrılıklar gerçeğine saygılı olan bu uygulamayla hemen her konuyu, yüzde doksan oranında öğrenebiliyorlar.
Eğitim teknolojisi; derslik, deney odası ve işliklerin donatımı, düzenlenmesi; öğrenim çevresinin iletişim bakımından verimli duruma getirilmesi; ders araç ve gereçlerinin yapımı, kullanımı, geliştirilmesi gibi konuların ve bu konulara ilişkin sorunların çözümü ile uğraşıyor.
Ölçme ve değerlendirmede de başkalarıyla değil; kendileriyle yarıştırılan öğrencilerin başarılarının ölçülüp değerlendirilmesine yönelik bir anlayış egemen oluyor. Örneğin, bir ölçme sonunda iki öğrenciden birinin 10 üzerinden 5; ikinci öğrencinin de 7 almış olduğunu düşünelim. İkinci ölçme sonunda ise birinci öğrenci 7; ikincisi ise 8 almış olsun. Bu durumda birinci öğrenci, daha başarılı sayılıyor. Ölçme (sınav) ve değerlendirme, başarılı öğrencileri belirlemek, başarısızları elemek amacıyla yapılmıyor; her öğrencinin hangi alanda ne kadar gelişim gösterdiğini; daha üst düzeyde bir başarı göstermesi için hangi eksiklerinin ya da yanlışlarının ortadan kaldırılması gerektiğinin belirlenmesi için yapılıyor.
Eğitimini tamamlayanlar, toplumda bu ölçme ve değerlendirmelerde ortaya koydukları yeterliklerine uygun bir iş ya da meslekte çalışıyorlar. Deyim yerindeyse her birey, doldurabileceği bir koltuğa, güvenle oturarak işini yapıyor; yeterliliği ve çabası ile açıklanabilecek bir kazanç elde ediyor. Bu hak ve eşitlik ilkesine uygun davranıldığı ölçüde, toplumda istenilen denge ve düzen kurulmuş, verimli bir yaşama kapılar açılmış oluyor. Çünkü bu uygulama ile insanlar, severek çalışmanın ve topluma katkısı oranında kazanç elde etmenin doyumunu ve mutluluğunu yaşıyorlar.
Bu eğitim düzeninde öğrenciler, sınavları, kendilerini güdüleyen bir uygulama olarak algıladıkları için, bir sınav zorlanması yaşamıyorlar. Başka bir deyişle bu uygulamada sınav da öğrencilerin güle oynaya gidip katıldıkları eğitim öğretim etkinliklerinin bir parçası olarak algılanıyor. Gerçek eğitim sisteminde eleme değil; geliştirme hedeflendiğinden, öğrencilerde, ne kayıtsızlık ne de aşırı zorlanma görülüyor. Çağdışı eğitimin yaşattığı karabasan etkisi uyandıran sınavlar, bu eğitim uygulamalarının dışında kalıyor. Öğrenciler, yalnızca, başarı için gerekli olan kamçı niteliğinde bir zorlanma duygusu duyuyorlar.
Bugün okullarımızda uygulanan eğitime, niçin gerçek eğitim denemiyor?
Eğer öğrenciler, eşit yoğunlukta bir ilgiye, dikkate; eşit yeteneklere, eşit hazır oluş düzeyine, eşit kavrama gücüne ve öğrenme hızına sahip olsalardı, bugün okullarımızda ağırlıklı olarak uygulanan eğitime gerçek eğitim diyebilirdiniz.
Örneğin, matematik dersinde, aynı dille herkese aynı konuyu anlatıyor; ardından, sınıfınızdaki çocukların tümünden, aynı problemi çözmelerini istiyorsunuz. “Leb” demeden “leblebi”yi anlayan bir azınlık, bu anlattıklarınızı anında kavrıyor, çözülmesini istediğiniz problemi de kısa bir sürede çözüyor. Ardından, doyumsuzluğun ve boş oturmanın sıkıntısını yaşamaya başlıyor. Bunun böyle sürüp gitmesi, matematik zekâsı yüksek olan bu öğrencileri, zamanla sorun çıkaran öğrenci noktasına bile taşıyabiliyor. Anlamaları için bir kez değil; birkaç kez “leblebi” denmesine gereksinim duyan öğrenciler ise, anlatılanları anlamada da problemi çözmede de sürekli, başarısızlığa “mahkûm” ediliyor.
Başka birçok dersi de buna benzer uygulamalarla yürütüyorsunuz.
Ya sürekli doyumsuzluk ya da sürekli yetersizlik duygusu yaşattığınız öğrencilerin bir bölümü zamanla ya içine kapanıp kendi küpüne zarar veren bireyler ordusunun ya da yıkıcı ve saldırgan bireyler ordusunun neferleri olabiliyorlar. Çağdışı eğitim uygulamaları yüzünden sorun olan bu öğrencileri bir de disiplin kuruluna veriyorsanız, sorunu büsbütün kangrenleştiriyorsunuz demektir. Disipline vermeseniz de onların sürekli başarısızlıkla damgalanmalarına neden olmanız bile, bu çocukların ruh sağlığını bozmanız için yetiyor da artıyor bile. Bu yanlışınızla onların, okuldan ve okumaktan soğumasına yol açıyorsunuz. Bir öğrenciye yapılabilecek, bundan daha büyük bir kötülük olabilir mi?
Evet; öğrencilere, bir konuyu öğretme adına, ya aynı süre içinde, tek anlatım diliyle aynı bilgileri, aynı dozda anlatıyorsunuz ya da tüm öğrencilerinizin, bir konuyu aynı kitaptan, aynı zaman dilimi içinde okuyup öğrenmesini istiyorsunuz. Yıl boyunca birçok derste en çok, bu öğrenme-öğretme yöntemini kullanıyorsunuz.
Bu uygulamalarınızla, öğrendiklerinin doğruluğu yanlışlığı üzerinde düşünmelerine fırsat vermeden önlerine koyduğunuz bilgileri öğrencilerin, akıllarında tutmalarını (ezberlemelerini) istiyorsunuz. Bu tutumunuzla en zeki öğrencileri bile yaşamın hemen her alanında karşılaştıkları sorunları doğru dürüst çözemeyen, yaratıcı gücünü hemen hiçbir yerde ortaya koyamayan kişiler durumuna indirgiyorsunuz.
Bu, bir türlü düzeltmeye yanaşmadığınız gerçek eğitimden uzak uygulamalarınız yüzünden, bu çocukların, OECD’nin 2016 yılında, 15 yaşındaki öğrencilerin bilim, matematik ve okuduğunu anlama dalında yaptığı değerlendirmenin, en sondaki üçte birlik bölümünde yer almasına neden oluyorsunuz.
Çocuklarımız, bu değerlendirmede, her üç alanda da OECD standartlarını tutturamıyorlar. OECD ortalaması yüzde 7,7 iken Türkiye’de en yüksek başarı düzeyindeki öğrenci oranı, yüzde 0,3’te kalıyor. Türkiye, matematikte 72 ülke arasında, Birleşik Arap Krallıkları, Karadağ, Tobago, Tayland ve Arnavutluk’la birlikte 50. sırada yer alıyor. Okuduğunu anlama alanında ise son üçte ikilik grupta bulunuyor ve bu alanda da OECD standartlarını tutturamıyor; Meksika ile bu grubun son ikilisini oluşturuyor. Bu değerlendirmelerde Singapur, Doğu Asya ülkeleri ve Finlandiya, başı çeken ülkeler oluyor.
2016 PISA sonuçlarında da her üç alanda, önceki yıllara göre Türkiye’nin daha da gerilere düştüğü görülüyor.
Bu acı sonuçlardan gerekli dersi çıkarmaz; pek çok öğrenciyi canından bezdirmekten; okuldan, öğrenmeden soğutmaktan; tartışmaya kapalı dogmaları öğrenciye eğitim diye dayatmaktan vazgeçmezseniz, bu olumsuz sonuçları olumluya dönüştürme düşlerinizin, yine suya düştüğünü göreceksiniz. O zaman da ne yazık ki olan, bu iyi yetişmeyi umut eden kuşaklara ve ülkemize olacak.
Bu çağdışı uygulamaların son bulması için hangi adımların atılması gerekiyor?
Bunun için, özellikle şu iki adımın atılması öncelik ve önem taşıyor:
1-Eğitim Fakültelerinde, bir an önce, yapabilen, uygulayabilen öğretmenler yetiştirmeye geçilmelidir.
Öğretmen yetiştiren eğitim fakültelerinde öğretmen eğitimiyle ilgili bilgiler öğrencilere bugün, çoğunlukla yalnızca anlatıp dinletme, okutup ezberletme yoluyla veriliyor. Ezberlemenin ya da ezberletmenin, çağdaş eğitimde yerinin olmadığı bile ezberletilerek öğretilmeye kalkışılıyor. Bu, fazlaca bir işlevi bulunmayan öğretim biçimi yerine hocaların, derslerini gerçek eğitimin gerektirdiği öğrenme-öğretme etkinlikleriyle işlemeleri; öğretmen adaylarına, öğretmenlik bilgilerini, öğretmen adaylarının, sınıfında uygulayabilecekleri düzeyde vermeleri sağlanmalıdır. Buna hazır olmayan hocaların, bunları öğrenmelerine yardımcı olunmalıdır. Adaylara okullarda yaptırılan staj ve uygulama çalışmaları, göstermelikten çıkarılıp yeterli ve tutarlı bir niteliğe kavuşturulmalıdır.
Çalışmakta olan öğretmenlere de meslek içinde, soluklu programlarla, öğrendikleri çağdaş eğitim bilgilerini sınıfta nasıl uygulayacakları, yapabilme becerisini kazandırma düzeyinde öğretilmelidir.
2-Yürürlükteki eğitim sistemi, gerçek eğitim ilke, yöntem ve tekniklerinin ışığında yeniden düzenlenmelidir.
Yürürlükteki sistem, birçok yönleriyle gerçek eğitim için öngörülen öğrenme ve öğretme yöntem ve teknikleriyle, onlara altyapı oluşturan disiplinlerle çelişen özellikler barındırıyor. Örneğin, mevcut sistemde, tam öğrenme modelinin uygulanması olası değildir. Uygulanan sistemdeki eleyici tutum, yerini geliştirici tutuma bırakmak zorundadır. Konu çokluğu ve bu konuların bitirilmesi zorunluluğu, öğretmeni, verimsiz bir konferansçılığa zorluyor. Herkese açık olan bir konferansa, en azından, o konuya ilgi duyanlar geliyor ve bunlar anlatılanları ilgiyle izliyorlar. Sınıfta anlatılanları ise çocuk, çoğu kez, dinlemek istemiyor; dinler görünüyor. Sürekli dinlemenin, dünyanın en zor işlerinden biri olduğu da anımsandığında, durumun “vahameti” daha iyi anlaşılacaktır.