Uluslararası bilimsel toplantıların -ülke dışında yapılanlarının- en önemli işlevi, o toplantıya katılan bilim insanların gittikleri ülkeler hakkındaki gözlemlerinin paylaşımıdır kanımca. Nicelik olarak (713 kabul edilen bildiri vardı) oldukça kapsamlı, V. European Conference on Social and Behavioral Sciences 11-14 Eylül 2014 tarihinde St Petersburg’da yapıldı. Bilimsel toplantının niteliğine ilişkin niceliğiyle paralel şeyler söylemek mümkün değil. Zira asılsız bir bomba ihbarına binaen toplantıda ilk gün, bizim konuşmaların da olduğu oturumlar iptal edildi. Dolayısıyla toplantıyla ilgili oradaki dedikoduyu aktarıp geziye ilişkin gözlemlerime geçmek istiyorum. Asılsız ihbarın Rus polisine verilmeyen rüşvetten kaynaklandığı en kuvvetli söylentiydi. Normal koşullarda kişi başı 750 (geç ödemeler 900 tl) liralık bir katılım ücretinin söz konusu olduğu ortamda rüşvet çarkıyla dönen Rus bürokrasisinde, rüşvet vermemek çarka çomak sokmaktı. Neyse bu derin mevzuları bırakıp gözlemlerimize geçelim.
Geziye, Türkiye’nin değişik üniversitelerinde görev yapan ben dâhil 7 Türkçe eğitimcisi arkadaş katıldık. Toplu olarak gezmenin masrafları aza indirmenin yanı sıra, gezilen yerler üzerine ayrıntılı yorum yapma gücü kazandırması gibi katkıları var. Yalnız gezmekten çok daha eğlenceli olduğunu da belirtmek isterim. Gezi esnasında bizleri yalnız bırakmayan Üzeyir Özmen’in şahsında Rus-Türk Kültür Merkezi çalışanlarına teşekkür etmek isterim.
Moskova
Moskova sözcüğünün bende ilk çağrışımı hep soğuk savaş dönemindeki “Komünistler Moskova’ya” deyişiyle özdeşleşmiştir. Bu özdeşliğe bağlı olarak baktıklarımda gözlerim komünistliğin izlerini aramakla da meşgul oldu. Bu da eski Sovyet bayrağının simgesi orak çekiç figürleriydi. Geçmişine -Çarlık dâhil olmak üzere- oldukça bağlı olan Rus halkının orak çekiçli figürleri de koruduğuna tanık oldum. Buradan hareketle komünistliğin geçmişi silip ortadan kaldırmak olmadığını geçmişe dair bütün unsurların olduğu gibi korunduğunu gördüm.
Moskova, ortasından Moskova nehrinin geçtiği ve yerleşimin bir daire şeklinde bu nehir etrafında kurgulandığı bir şehir. Dairenin aynı zamanda metronun da ana biçimi olduğunu belirtmem gerekir. Stalin tarafından 1931 yılında inşasına başlanılan metronun daireyi farklı noktalardan kesen 11 hattı (daireyle birlikte 12 hat) vardır. Bu hatların toplamı 325 km. 194 istasyonun her birinin farklı birer mimari şaheser olduğu bu alanın uzmanları tarafından dillendirilmektedir. Bu muhteşem yapılarla ilgili birkaç fotoğrafı da sizlerle paylaşmak isterim. Fakat metronun Türkçe eğitimcisi olarak bizi ilgilendiren en önemli yanı bu değil elbette. Bindiğimiz trende hemen hemen herkes bir şeyler okuyordu. Basılı materyalin yanı sıra ellerinde telefon ya da tablet olanlar da o aletlere yükledikleri metinleri okuyordu. Metronun çoğu hattındaki hareket halindeki trenlerinde kablosuz internet ücretsiz. İnsanlar feysbuka ya da diğer sosyal ağa bağlanıp zaman tuzaklarına düşmüyor, zamanlarını etkili ve verimli kullanıyorlar. Bu durum sadece Moskova ile sınırlı değil, Rusların geneli hakkında bu değerlendirmeyi yapmak mümkün. Bu duruma, Komünistliğin yansımalarından biri olarak tik atıyorum.
Zamanı etkili ve verimli kullanan halkın birbirine karşı tutumu da bu bağlamda cereyan etmekte. Herkes her ortamda birbirine saygılı. Bizim kuyruk olarak tabir ettiğimiz sırada durma, birinin diğerinin zamanına karşı saygının bir neticesi olarak hiç ihlal edilmemektedir. Amiyane ifadeyle araya kaynak yapmak yok.
Moskova’ya yolu düşen için sanırım şunlar önerilir. Bir, Kızıl Meydanı (Krasnaya Ploşçad) geziniz; iki nehirde tekne gezintisi yapınız. Kremlin Sarayını ihmal etmeyiniz. Ters açıdan bakarsak Moskova’da bunları ben yaptığım için size de öneriyorum. Kızıl Meydan’daki kızıl sözcüğüne bakarak buranın adının kanla ya da komünizmle ilgili olduğunu düşünüyordum. Fakat sözcüğün kökeninin mimaride kullanılan kerpiçlerinden kaynaklandığını ve hatta Rusça “krasnaya” sözcüğünün Türkçe güzel anlamında kullanıldığını öğrendiğimde meydana bakış açım da değişti. Kentin meydanlarının toplumun tarihini yansıttığı bir gerçek. Tarihine bağlı Ruslar için de 15. yüzyıldan beri burası bir simge. 73 dönümlük dikdörtgen şeklindeki meydana dikdörtgenin kısa kenarına karşılık gelen tarihi bir kapısından giriyorsunuz. Karşı kısa kenarında Moskova nehrinin kıyısındaki Saint Basil Kadetrali var. Dikdörtgenin bir uzun kenarında Rusların GUM (Devlet Satış Mağazaları) dedikleri alışveriş merkezi, diğerinde Kremlin sarayının duvarı vardır.
GUM adı verilen alışveriş merkezi muhteşem bir mimariye sahip 120 yıllık bir yapı. 73 dönümlük bir alanın neredeyse bütün doğu yakasını kaplayan iç içe geçmiş dükkânların olduğu dev alışveriş merkezi. Bence AVM’nin atası. Bizim Kapalı Çarşı’nın az biraz aydınlık olan hali. İçinde daha çok küresel sermayenin temsilcisi diyebileceğimiz markaların bulunduğu, Rusların elit tabakasının alışveriş yapabildiği bir yer.
GUM’un haricinde, Moskova’da tarihi eser olarak gezip gördüğümüz yerler genelde kiliseler, katedrallerdir. Moskova’ya genel olarak kiliseler kenti demek de mümkün. Bu denli şatafatlı kiliseler başka bir kentte de yok sanırım. Tarihsel süreçte, bu denli şatafatlı kilise yaptıran dinsel anlayışın yaşam tarzı da bir o kadar şatafatlıydı kanımca. Bu yapıyı yaptıran düzene ve anlayışa bir başkaldırıydı Komünizm kim bilir. Dolayısıyla Kremlin sarayında da Kızıl Meydan’da da gördüğümüz yapılar hakkında ayrıntılı bilgi vermek istemiyorum.
Tekne gezisi Moskova’nın sakin yanını gözler önüne sermesi açısından önemli. Çok katlı beton yapının içinde boğulan bir anlayışı bir kenara itip tekneyle nehir kenarındaki dinginliği yaşıyorsunuz. Moskova Devlet Üniversitesini, Bilim Akademisi binasını, Nazım’ın yattığı mezarlığı, Kremlin Sarayı’nı, nehrin içindeki iç içe geçmiş gemi içinde Petro heykelini görmek doyumsuz hisler bırakıyor insanda.
St. Petersburg/Sank Peterburg
“Rusya’da nereyi gezmek istersiniz?” diye bir soru yöneltilse sanırım yanıtım Petersburg olurdu. Kültürel yapısı ve mimarisiyle Batı’nın özelliklerini barındıran bu kent muhteşem bir açık hava müzesi kimliğini taşımaktadır.
200 yıldır Rus Çarlığına başkentlik yapan kent, kurmaca bir metnin birey üzerindeki etkisi yadsınamayan mekânıdır. Kurmacanın başkişisi bizim söylemimizle Deli Petro, Rusların söylemiyle Büyük Petro’dur. Rusya’yı Batı’ya, Batı’yı Rusya’ya açan kent 42 adanın üzerine inşa edilmiştir. Bu adalar birbirlerine köprüyle bağlı. Köprülerin gece yarısından itibaren sırasıyla açılması -gemilerin geçişi için- bu kenti cazip kılan önemli ögelerden biri.
Petersburg’da ilk gezdiğimiz yer Donanma Adası. Donanma adası özellikle evli çiftlerin ziyaret ettiği, şampanya patlattıkları yer. Sakin bir kasaba. Petersburg’un içinde göremediğimiz çocuklar ve yaşlılar burada kendini göstermekte. Rus donanmasının merkezi. Donanma Adası’nda Donanma Katedrali başlı başına görkemli bir yapı. Burada aynı zamanda Petersburg’un değişik yerlerinde var olan dev bir Deli Petro heykeli var.
Kurmaca metnimizin başkişisi Deli Petro’nun eşi Katerina yer yer karşıt kişiliğe bürünse de mekânın işlevselliğinde önemli bir yere sahip. Katerina için yapılan saray ve çevresi görülmeye değer bir güzellikte. Bu bahsettiğim yazlık saray. Finlandiya kıyılarına nazır bu sarayda bizim gittiğimiz gün muhteşem bir sanat gösterisi oldu. Bu fıskiyelerin kapanış bayramıydı. Rusların sanata verdiği değerin tam olarak yansımasını görmeniz mümkün. Saray üzerine yansıyla gerçekleştirilen gösteri görülmeye değer. 25-30 bin insanın izlediği gösteri esnasında insanların birbirlerine saygısı nazikliği anlatılamaz. Bu gösteriden bir kesiti mümkünse izlemenizi dilerim.
Bu gösteride dikkatimi çeken bir noktayı özellikle belirtmek isterim. Hem mimari hem de kültürel anlamda Batılı olma tutumu ne yazık ki yönetsel düzlemde gerçekleşmemiş. Yöneticilerin üstünlüğünü onların halktan kopuk yaşam tarzlarını bu gösteri esnasında somut olarak yaşadım. Yönetici kesim, kendilerine ayrılmış ve işin tuhafı halkın yaklaşamadığı bir özel binada bu gösteriyi izledi. Bu şekilde bir hayat tarzı bizde de ne yazık ki varlığını korumakta.
Petersburg’da en önemli yapıt hiç kuşkusuz Hermitage Müzesi. Bu müze olağanüstü bir müze. 3 milyon sanat eserinin barındığı müzede hangi birimden söz etsek havada kalır. Müzede bence en dikkat çeken nokta her ressama ayrılan alandı. Dünyaca tanınmış ressamların orijinal yapıtları burada sergilenmekte.
Moskova’da yapılan tekne gezisinin bir benzerini Petersburg’da yapmanız önerilir. Bu gezi esnasında muhteşem binaları dışarıdan gözlemlemeniz, kentin genel mimari dokusunu daha iyi algılamanız mümkündür.
Güneş ışınlarının hep yatay vurduğu bu kentte gecenin mükemmelliği Nevski caddesinde anlamlanır. Baştan sona tarih kokan bu cadde, Dostoyevski’nin eserlerinin ana mekânını oluşturur.
Petersburg’a gidip de Dostoyevski’nin müzesini ziyaret etmek olmazdı. Bu kentte gittiğimiz en önemli yerlerden biri de Dostoyevski’nin eviydi. Ruslar, Dostoyevski’nin oturduğu 11 evi de müze yapmışlar. Bu mütevazı ev, belli ki başarının geri planındaki obsesifliğin yansıması. Her şey yerli yerinde. Çocukların oyuncağından sigara izmaritlerine kadar…
Petersburg hakkında son olarak şunları söylemeliyim: Petersburg, ilk kuruluş aşamasından itibaren bilinçli bir kent kültürü (yaşam tarzından mimariye) yaratma içgüdüsünün ranta taviz vermeden somutlaşmış halidir.
Helsinki
Buram buram tarih kokan Petersburg’dan Helsinki’ye geçişimiz hızlandırılmış trenle oldu. Katerina’nın yazlık sarayının karşı kıyıları diyebiliriz. Bu geçişte, en dikkat çeken unsur hiç kuşkusuz ormandır. Doğanın betonarmeye tutsak olmamış saf halini bütün çıplaklığıyla görüyorsunuz. Ciğerlerinize oksijenin daha bir tesirle nüfuz ettiğini hissediyorsunuz.
Helsinki, demokrasinin işlevsel olarak yönetime yansıdığı, toplumun dokularına sirayet ettiği bir kent. Demokratik yönetim anlayışını değerlendirmede ölçüt müdür bilemiyorum ama bir kaç noktayı burada belirtmek istiyorum. Örneğin Helsinki’nin sokaklarında polis göremedim. Toplu taşıma araçlarında, vapurlarda bilet kontrol memurları yok. Bilet satan insanlar da yok. Biletinizi kendiniz kredi kartınızla ya da parayla makinelerden alıyorsunuz. Otobüse biniyorsunuz. Orada sadece bir uyarı var. “Biletsiz binerseniz cezası 80 avro.” Cumhurbaşkanlığı, belediye başkanlığı binası çevredeki pek çok binadan daha sade ve gösterişsiz. Kendi ülkemle ya da Rusya ile karşılaştırdığımda tamamen farklı bir anlayışın, farklı bir algının, farklı bir tutumun mevcut olduğu görebiliyorum.
Gezilen yerin gezen üzerindeki etkisi gezi yazılarında dikkati çeken unsurdur. Yukarıda verdiğim örnekler Helsinki’yi benim gözümde önemli kıldı. Onun haricinde tarihsel boyutuyla Helsinki’de Suomenlinna adası var. Meydandan yarım saat bir feribot yolculuğu ile ulaşabildiğiniz Suomenlinna, Helsinki şehrinin korunması ve savunması amacıyla yapılmış. Bizim Çanakkale Savaşının geçtiği sırtları andırıyor.
Helsinki’de kent merkezine kurulan halk pazarı, turistlerin uğrak yerlerinden biri. Kadınların el işleri, Helsinki’ye özgü geyik ürünleri (geyik postu, kalpağı, geyik boynuzundan yapılan bıçaklar, anahtarlıklar…), doğal orman ürünleri. Burada şu tüyoyu vereyim. Burada satılan ürünler, mağazalarda daha pahalı. Bu pazarda meyve ve sebzeler litreyle satılıyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da bir Türk’e rastlayabilirsiniz.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra ezcümle çok okuyan mı çok gezen mi derseniz gezdikten sonra okumak ya da okuduktan sonra gezmek derim. Gezdiğim yerleri, Karamazov Kardeşleri, Beyaz Geceleri okuyup geziniz ya da gezdikten sonra okuyunuz…