Kış yüzünü göstermeye başlamıştı. Soğuk ve kararlı adımlarla hızla ilerliyor, yoluna çıkanları olanca hoyratlığıyla savuruyordu. İç sıkıntılarını ve akıl almaz bıkkınlıklarını havaya bağlıyordu. “Benim mevsimim bahar” diye iç geçirdi. Zaten soğuk ve yağmurla arası hiç yoktu. Her yaz bitimi, sonbaharın gelişi ona yalnızlığını hatırlatır, mutsuzluk dem be dem kapısını yoklardı.
Her şeye kızıyordu! Buluttan nem kapıp sağa sola saldırıyor, çıkmaz büyüdükçe ağlama krizleriyle baş başa kalıyordu. Kimseyi, en sevdiklerini bile görmek istemiyordu. Bir yere gitmek ya da sohbet etmek? Hiç işi olmazdı. Gitse ne olacaktı ki? Herkesi acımasızca kırmaya devam edecek, haksız olduğu konularda bile zeytinyağı gibi üste çıkmayı görev edinecekti.
Sinir oluyordu herkese ve her şeye! En içten buldukları ve doyamadıkları bile batar hale gelmişti. Gıcık oluyor, akı tok anlıyor, hırsını alamıyor, kendini bilmezliklere deliriyordu. Bütün gün uyusa anca kendine gelirdi. Kâbuslarla dolu bezgin ve yoran uykulara sığınmaktan başka çaresi de yoktu. “Yalnızca ben mi böyleyim acaba?” diye iç geçirdi. “Yok canım herkes mutsuz! Mutlu olmak için sanki nedenleri var” diyerek kendini teselli etti.
Tabi canım çıldırmak işten bile değildi! Neydi bu insanların kendini bilmezlikleri? “Hepsi her şeyi bildiğini ve de kusursuz şekilde yapabildiğini zannediyor, hadsizlik diz boyu, anlamıyorum bu neyin kafası?” diye söylenerek ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. Kabanını eline aldı ve yeni günün yeni sinir bozumlarıyla buluşmak üzere yola koyuldu.
İşte zamanımızın en büyük ve çözümü zor hastalığı: Yalnızlık ve yalnız kalma duygusu! Bu bildiğimiz yalnız kalma hissinden çok farklı ve tanımlaması zor. Boşluk! Evet bir çeşit boşluk, hüzün ve kendini bir yere ait hissedememenin derin duygusu! Bu boşluk içimizde hissettiğimiz ve acı veren bir yoğunluk, bir karmaşa. Çoğu zaman istemiyor değiliz aslında bir başımıza kalmayı, evimizde kendi dünyamızda bacaklarımızı uzatıp keyif yapmayı. Tehlikeli olan ise hastalıklı duygular. Çünkü hastalık derecesinde olan yalnızlık beraberinde pek çok sıkıntı ve karmaşayı da getiriyor. Kimisi bir an önce eve dönme isteği diye tanımlarken yalnızlığı, bir başkası yalnız olduğumu anlayana kadar beni mutlu eden şey olarak tanımlıyor. Araştırdım baktım, Balzac’ı çok severim. O der ki “Yalnızlık güzel bir şey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel bir şey olduğunu söylemesi gerekir.” Schopenhauer’a gelince şu şekilde düşünür: Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahiptir ve kalbin gerçek, derin barışı ve tüm ruhun huzuru sadece yalnızlıkta bulunur.
Ben mi? Ben yalnızlığı seviyorum aslında… Tabii ki tehlikesiz ve hastalıksız olanını… Anlayamadıklarım ise çok… Pek çok… Yalnızlık ne kelime ben bunları bir anlasam zaten olay tamam! Anlayamadıklarımın bir çeşit yansıması yalnızlık! Peki ben neleri anlamıyorum?
Buyrun işte:
Fazlaca yakınanları ve şükürsüzlükleri anlamakta zorlanıyorum. Elin ayağın tutuyor mu? Geç babam gerisini, boş!
Saçma sapan şeyleri kafaya takanları anlamıyorum. İnsanlar acı çekerken ota çöpe üzülenleri anlamıyorum.
Hele aşk acısı dedikleri beni aşar durumda, özel bir sinirim var ona, hem anlamıyor hem bunalıyor, hem bozuluyorum. “Sev seni seveni, sevmiyorsa sevmesin, adam mı kalmadı? Acı neyin nesi?” diye düşünüyorum.
Kendi hırs ve mutlulukları uğruna başkalarına zarar verenleri ve kibirlileri anlamıyorum.
Egosuna yenik düşüp, oldukları gibi değil de, olmak istedikleri gibi görünenleri anlamıyorum.
Küçük hesaplarla büyük sonuçlara ulaşacağına inananları anlamıyorum.
Yapılan iyilik ya da kötülüğün geri dönüşümünün kaçınılmaz olduğunu bile bile, kıran, vuran, kötülük yapan, sarsan, acıtan, inciten insanları da anlamıyorum.
Çalışmadan, emek vermeden başarı bekleyenleri anlamıyorum.
Kıskançlıkları hiç anlamıyorum. İmrenmeleri severim kıskançlık ve hasetten nefret ederim.
Evet, ben üç günlük dünyada bu kadar hırs, kibir, kötülük ve sevgisizliği hiç anlamıyorum ya da anlamazlıktan geliyorum. Bilmiyormuş gibi yapıyor ve kendimce mutlu olmaya çabalıyorum.
Sevgilerimle…