Kalbime Yakışan Sen

Sayı 70- Nisan 2021

Sınırsız bir sevdanın güzelliği var içimde! Seninle başlayıp, seninle büyüyen ve seninle giden. Kökleri bir kamış gibi toprağın derinliğine inmiş ve toprak seninle harçlanıp bütün boşlukları doldurarak boşanıp gitmiş yeniden.

Sen, önüme çıkan bir nehirdin hep çağlayarak akan. Bol köpüklü beyaz, berrak mavi mavi akan bir nehrin havai renklerinde yeşile çalan sadelikle dolmuş ve kalmıştın. Seni, bu yüzden “Kalbime Yakışan Sen’le” bütünleştirmemin kökeninde bu duygularım yatıyor. Bugün de o nehri gemiyle yeniden sensiz geçerken, “Kalbime Yakışan Sen’in” şu anda yanımda olamayışın yaşadığım ve yaşadığım en acı günlerinde mevsimdir.

Parayı ödeyip belki de genişliği yüz metre bile olmayan botla hüzünlü bir şekilde ve seninle en az 50 defa geçtiğimiz bu güzergahta şimdi elimde kalan hüzünle hesaplaşıyorum. Karşıya geçtikten sonra bisikletimi kilitlediğim yerden alarak kafamdaki resimlerini seyrediyorum içimde. İnsanlar sevdikleriyle, eşleriyle, dostlarıyla banklara oturmuşlar ve nehri seyrediyorlar. Ovaların, ormanların ve şehrin üzerine çökmüş krem beyazlığıyla savrulan bulutlarla güneşli gökyüzü, bir kartala ev sahipliği yapıyor şu anda.

Başka bir şey yok benim görüş alanımda, ama zihin dünyamda Sen varsın. Aşağı Ren Havzasına doğru uzayıp giden nehir binlerce kuşa, çiçeğe, böceğe, balığa, suda yaşayan daha binlerce canlıya ev sahipliği yaparken akıp gidiyor kendinden de habersiz bir şekilde. Sadece, kumrular, martılar, kazlar, su tavukları ve ördekler değil şu anda bu nehirde dans ederek baharı karşılayan canlılar.

Bir karabaş kuşu uçuyor hemen önümden. O anda ben Seni düşünüyorum, oturup birlikte termostan çay içtiğimiz bankı seyrediyorum. Ama oturamıyorum, oturma cesaretini kendimde bulamıyorum. Öyle geri dönüp giden salı seyrediyorum. Son sekiz yıldır tanıdığım sal kaptanı el sallıyor bana içten. Ben de ona el sallarken yandaki çalılıkta sürüsünü veya benim gibi sevdiğini kaybetmiş bir iskete kuşuyla karşılaşıyorum. Daha ben ona yaklaşmadan hemencecik uçuveriyor. “Sayın iskete kuş kardeşim” diyorum içimden, neden böyle apansızca benden korkup kaçtın diye hüzünlenerek bankı seyretmeye devam ediyorum.

“Hayat bu; acımasız” diye söylenerek ve hüzünle ilerliyorum ırmağın kıyısında yönünü kaybetmiş bir yolcu gibi. İlerliyorum dönüp dönüp baka bakarak! Mevsimler klimatik şartların bozduğu çevre düzenini bozdukları için sıcakların mevsimden daha hızlı geldiği bir dönemde erken gelmiş birkaç göçmen kuşu daha çıkıyor karşıma. Bunlardan birinin ismini daha biliyorum, kuvvetli gagasıyla bir ağaca vuruyor ve ağaçkakan kuşu gibi sesiyle yankılıyor sessizliği bölerek. Sıvacı kuşu bu olsa gerek diyorum, ama adının da neden sıvacı kuşu olduğunu bilmiyorum. Sinirleniyorum, hüzünler içinde ağlarken. “Bir sürü bok öğrendiğin halde, bu kuşa neden sıvacı kuşu dendiğini neden bilmiyorsun eşek arslan diyerek” kendime kızıyorum. Ama en sevdiğim kuş türü olan, kızıl gergedan ve ispinoz kuşlarını görünce biraz rahatlamış gibi oluyorum birden. Ama nafile! Geri dönüp banka kadar gidiyor bisikletimle ve “bana sevdiğimi geri getir diye” mırıldanıyorum banka baka baka. Unutuyorum birden deminki kuşları, ağaçları, böcekleri, …

Unutuyorum kendimi. Acı sürprizlerin neden hep bana rastladığının sıkıntısıyla geri dönüyorum. Kendi kendimle kavga ettiğime şaşırıyorum lanetler yağdırarak hedefsiz bir şekilde. Ve kendimi sevdiğin insanı bile yaşatamayan “rezilin teki” olarak tanımlıyorum. Düşlerimin hep yarım kaldığı hayatta tatlı sürprizlere hiç rast gelmeyişimi belirsiz bir isyanla ödüllendiriyorum. “Sensiz geçen her bir gün bana cehennemin yeryüzünde ki yaşanmışlığıdır” diyorum. Ben kayıp edilmiş bir neslin son temsilcisi olarak.

Güneş tüm haşmetli şefkatiyle yeryüzünü okşarken yıkılmış bir ruha hiçbir faydası olmayan zehirli bir antibiyotik gibi hissediyorum kendimi. Hiçte kolay değil bu kadar acıdan sonra yeniden dirilmek, yaşama sarılmak, acılara kafa tutarak ayakta kalabilmek. Ünlü Alman felsefecisi Kant’ın da söylediği gibi üç prensip insan olma ve insan kalabilme şahsiyetiyle ilgili birikimli bir donanıma sahip olmaktır. Ve kant bunu şu şekilde tespit etmeye çalışır:

-Dünyayı bilmek isteyen, onu önce kurmak zorundadır, hem de kendi içinde.

– İnsanda etkin ama duyu-üstü bir ilke vardır ki, o doğadan ve dünyanın nedenselliğinden bağımsız olarak, berikinin görünüşlerini belirler; buna özgürlük denir.

– Olabilir ki görmeyi ve işitmeyi sürekli yeniden öğrenmem gerekir; ama gene de nesnenin tasarımının benim kendimce a priori yapılması gereklidir.

Ama bunlarında üzerinde olan daha büyük bir şey vardır. Ben buna “hüzünlü keder” diyorum. Nerden gelip nereye gittiğini bilmeyen insan, kıt aklıyla hele Türkiye gibi bir ülkeden geliyorsa ve orada yaşıyorsa, ortalama aklı hiçbir zaman on bir yaşını geçemiyorsa ve bu bilimsel verilerle kanıtlanmışsa cehalete giden yolda dört nala koşarak giden beyni boşlar ordusu olmaya devam edecektir maalesef. Bana bugüne kadar kederden, hüzünlü kederden daha büyük bir şey musallat olmadı, olamadı. Bu acıyla kurgulanmış bir filim gibiyim. Seyredile seyredile tükenmekte olan.

 Eğer kederle hüzün yarış etmiş olsalardı, bu yarışı ikisi de kazanamazdı, çünkü ikisinin de koşma, atlama, yükselme ve düşüş güçleri tipleri ve beygir güçleri aynı aynı bir motorun direnci gibidirler. Bu yüzden umut yok artık, umut tökezleye tökezleye gücünü kaybetmiş bir dizin dermansız kalan gerçeğinden başka bir şey yansıtamazlar hayat denen mesnetsiz nesneye. Hüzünlü keder, bütün geleceğimi, umutlarımı ve sevdiğimi elimden alan bir cellattır gözümün önünde.

Bir Sen varsın, Kalbime Yakışan ve bu aşkın sevgisiyle yaşayan! Yaşamaya devam edecek olan. Dünya üzerime abanıp acının deryasında, hüzün yağmurlarının yaşıyla başarıyı bir bal arısının kanadına koyarak zaferi gösteren şu akan nehir ve yeşermeye başlayan doğayı bir gülün nazarına sıkıştırmak herkesin haddi olamaz. Söyleyin bana bilenler! Kendine bilgiliyim diyen zevzekler. Bir cümle okumadan ahkam kesen yavşaklar. Söylediğim gibi; “kim bizi kıt aklıyla anlayabilir ki?” Biz seninle bir dünya yarattık ve sen gidince yıkıldı o dünya! Sadece Sen kaldın, Kalbime Yakışan.

H. Hüseyin Arslan – 26.02.2021

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir