Son dersten sonra evin yolunu tutmuştum. O gün yaşadıklarım, yolda, eğitimden yana yapılması gerekip de yapılmayan birçok şeyi çağrıştırıyordu bana. Öğrencilerin, yetenekleri yönünde ve oranında yetişmelerini tam olarak gerçekleştiremiyorduk. Büyük çoğunluk memnun değildi aldığı eğitimden.
Bunları düşünürken ilkokuldan üniversiteye dek birlikte ders yaptığım binlerce öğrencim geçti gözümün önünden. Sonra, kimi sesler çınlamaya başladı kulağımda.
BİRİNCİ SES, “Öğretmenim!” diye başladığı sözünü şöyle sürdürdü:” Beni gereği gibi tanımadığınızı sanıyorum. Eğer tanısaydınız, sandığınız kadar kötü bir öğrenci olmadığımı görecektiniz. Beni hangi davranışlarımın kötü tanıttığını biliyorum. Ama ben, yalnızca o davranışların oluşturduğu bir çocuk değilim. Ayrıca, o davranışlarımdan benim de hiç mi hiç hoşnut olmadığımı biliyor musunuz? Benim o davranışlarımdan kurtulmam için bana yardım etseniz, inanın, dünyaları bağışlamış olursunuz bana.
İKİNCİ BİR SES çınladı kulağımda: “Yağmurlu, karlı günler geldi, gelecek öğretmenim! Yağacak yağmurlardan, bir süre sonra düşecek kardan yakınacağımı sanmayın. Sorunum başka, benim. Yağmurlu, karlı günler gelince su dolacak ayakkabılarıma ve cılak culuk ses çıkarmaya başlayacak ayakkabılarım. O günlerde siz sınıfta ders işleyip, sorularınıza yanıt beklerken, benim aklım, hep ayaklarımda olacak. ‘Ya şimdi öğretmenim tahtaya kaldırırsa beni; ya yürürken, arkadaşlar, ayakkabılarımdan çıkan sese kıs kıs gülerse?..’ diye ödüm kopuyor. Siz, çoğu kez, yüzünden okuyorsunuz insanın içini. Kaygılı zamanlarımda dikkatimin dağıldığını anlıyor ve beni uyarıyorsunuz. Bir de ‘Bu çocuk acaba neden dinlemiyor ya da dinleyemiyor benim konuştuklarımı?’ diye düşünseniz, belki beni fazla sıkıştırmazsınız. Yoksulluğumuzu ben yaratmadım öğretmenim!”
ÜÇÜNCÜ BİR SES çınlamaya başladı kulağımda bu kez: “Size çok kırıldım geçen yıl! Sorunuza iyi bir karşılık veremedim, diye beni azarladınız. Ardından da soruyu duraksamadan yanıtlayacağını bildiğiniz arkadaşa sordunuz. Arkadaş, sorunuza tıkır tıkır yanıt verince, bana dönüp, ‘Soru, işte böyle yanıtlanır!’ der gibi baktınız Benim olanaklarımla o arkadaşın olanakları arasında dağlar kadar fark olduğunu bilseydiniz, beni o arkadaşla karşılaştırmazdınız, sanıyorum. O arkadaşın kullandığı öyle sözcükler var ki ben, ilk kez duyuyorum onların çoğunu. Ayrıca özel ders de alıyormuş o arkadaş. Evlerinde, zengin bir kitaplık varmış. Kim bilir, bilmediğim, daha neleri var. Benim, onun yanında duyduğum eksiklik duyguma bir de sizin sözleriniz eklenince çok eziliyorum, öğretmenim!
Beni üzeceğinize, öğrenmenin yolunu yöntemini kavratsanız bana, ne kadar sevinirim, bir bilseniz! O zaman, özgüvenim artar; kendimi, doğayı, insanları daha çok severim; onlarla mutlu ilişkiler kurarım.
Yapay olanaksızlıklarımın içimde açtığı yaraları büsbütün derinleştirmeseniz, bana büyük bir iyilik yapmış olursunuz. Yoksa gelecekte, bilinçsiz, acımasız eylemlerin içine batmış bir delikanlı olarak karşınıza çıkabilirim. O zaman, ‘Bu çocuğun böyle olmasına yol açan etkenler arasında benim de payım var.” Diye hayıflansanız bile, bunun ne yararı olabilir ki?.
DÖRDÜNCÜ BİR SES çınladı bu sesin ardından, kulağımda: “Beni, en az ilgi duyduğum konularda çok çalışmaya zorluyorsunuz, öğretmenim! Merak ediyorum: Örneğin, size sevmediğiniz bir yemeği zorla yedirmeye hem de sık sık yedirmeye kalkışsalar ne yaparsınız?
Beni böyle zorlama yerine, ilgi duyduğum, yetenekli olduğum konuda daha çok geliştirmeye çalışsanız, hem kendimi gerçekleştirmeme hem de toplumsal görevlerimde daha tutarlı adımlar atmama kapı açmış olmaz mısınız?
Darılmayın; ama kimi zaman, adeta zayıf yanlarımı aramaya çalışıyorsunuz. Oysa hemen herkesin güçlü bir yanı var. Bence herkesin, güçlü olduğu alanda verimli bir kişi durumuna getirilmesidir doğru olan.
BEŞİNCİ BİR SES çınlamaya başladı kulağımda, dördüncü sesin ardından: “Benim de söylemek istediklerim var öğretmenim! Yaşam savaşımında yenik düşmemek için yetkin bir kişilik kazanmalıyız; bunu biliyorum. Biz, sizin sabırlı çabalarınızın oluşturduğu tomurcuklarız. Yetersizliklerimizi, becerisizliklerimizi, güven eksikliğimizi yeterliğe, beceriye, özgüvene dönüştürmede payınız büyük olacak. Bu nedenle katıksız sevgi ve saygı duyuyoruz size. Ancak, bu saydıklarımın, salt sözle, öğütle gerçekleştirilemeyeceğini siz, benden daha iyi bilirsiniz. Coşkulu söylevler, hiç kimseyi verimli bir üretken durumuna getirmiyor. Gerçek bu olduğuna göre, derslerimizi tümüyle yaşayarak öğrenmeye ve öğrendiklerimizi yaparak kanıtlamaya harcamamız gerekmez mi?
Konuların çoğunu söze dayalı işliyorsunuz. Böyle yapınca, anlattıklarınız kimi kez, görmediğim dağın ardı kadar belirsiz geliyor bana. Gözümle gördüğüm elimle dokunduğum öğrenme nesnesini çok daha kolay kavrıyorum oysa. Konu ile somut bir biçimde etkileşmem sağlanınca, silinmiyor zihnimde oluşan algılar. Bunlar çoğaldıkça da soyutlama ve genelleme yaparak sağlam kavramlar geliştirebiliyorum. İşte o zaman, düğüne gider gibi gidiyorum, karşıma çıkan sorunların üstüne. Çünkü bu tür zengin öğrenim yaşantıları aracılığı ile edindiğim kavramlar, sorunların neden-sonuç ilişkilerini kolaylıkla görmemi sağlıyor.
ALTINCI BİR SES, daha güçlü bir biçimde çınladı kulağımda: “Öğretmenim! Her derste neleri, niçin öğreneceğimizi, bunları nasıl öğrenmemiz gerektiğini birlikte tartışsak; sonra, bu tartışmayla saptadıklarımızın ışığında öğrenme etkinliklerimizi sürdürsek, acaba çok daha verimli sonuçlar elde etmez miyiz? Bize bu konuda yetki verip sorumluluk yükleseniz de bize verilen hazır bilgileri yineleyen papağanlar olmaktan kurtulsak, diyorum; ne dersiniz? Bence bu yolla hem özgüven hem de sorun çözme gücü kazanmış oluruz.
Bu tür bir öğrenme biçimini uyguladığımız zaman başlangıçta belki çok eksiğimiz, yanlışımız olabilir; ancak zaman içinde, yardımlarınızla büyük bir gelişim göstereceğimizi düşünüyorum. Bizi gerçekten adam yerine koyduğunuzda, bize sorumluluk vererek çalışma olanağı tanıdığınızda, kuşkunuz olmasın, biz, çok daha istekle sarılırız derslerimize ve daha hızlı öğreniriz.
Gelecekte bir dizi sorun, çözüm bekleyecek bizden. O zaman, yanımızda bize sürekli yol gösteren biri bulunmayacak. Sorunları, bir başımıza göğüslemek zorunda kalacağız. Hem, sürekli olarak bir başkasının gölgesinde yaşamak hoş olmuyor. Biz, kendi sorunlarını kendi çözebilen; başkalarıyla özgürce, kendi istenci ile işbirliği yapabilen kişiler olmak istiyoruz. Toplumsal sorunları çözmede payına düşen en yetkin katkıyı yapmak istiyoruz. Sorunlarımızı çözme deneyimlerimizi bugünden çoğaltmaya başlamamıza izin verin lütfen!
Kulağımda çınlayan altı sesin yarattığı tedirginlik yetmezmiş gibi bu kez de ta uzaklardan gelen sesleri duymaya başladım.
UZAKLARDAN GELEN SESLER ise şunları duyurdu bana: Ya bizler? Ya çocukken yetişkin olmaya zorlanan; ağırlıkları ile soluğumuzu kesen, bedensel ve ruhsal gelişimimizi ketleyen işlerin sorumluluğu altında ezilen bizler? Kaleme bir kez bile dokunmamış ellerimize iş araçları sıkıştırılan bizler? Bize karşı bir sorumluluğunuz yok mu, bir eğitimci olarak? Kimileyin televizyonda, radyoda söylenen güzel sözlerin etkisiyle bir anlık güzel düşlere dalıyorsak da her düş gibi bunlar da uzun sürmüyor. Çok geçmeden kendimize geliyor; söylenenlerin, bize düşten bile uzak olduğunu algılıyoruz.
Lütfen yanlış anlamayın söylediklerimizi! Çalışmak, üretmek, insan olmanın biricik kanıtıdır; bunu biliyoruz. Ancak diyoruz ki biz de yararlanmalıyız eğitimden, herkes gibi. Bunun sonucunda edineceğimiz bilgi ve becerilerle daha başarılı bir üretici olmalıyız.
İlköğretim Haftası düzenliyor, “Her çocuğa eğitim hakkı” savsözünün yazılı olduğu levhalar asılıyor duvarlara. Eğitim öğretimin, insanı geliştirmede, demokratik bir yaşam oluşturmada en önemli bir araç olduğundan söz ediliyor. Doğrusu, bunları duyduğumuzda da sevinmiyor değiliz. Ancak, dönüp kendi durumumuza baktığımızda, bizim, yok sayıldığımızı görüyoruz. Söyler misiniz? Okulun çatısı altında yerimiz neresi bizim? Sınıfımız hangisi? Numaramız kaç? Niçin, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenlerinde yer yok bize? Yıllar, değişmez hızıyla akıp gidiyor; yıl yıl gerilere düşüyor okul çağımız. Şu demokratik hak olduğunu söylediğiniz eğitim hakkından biz ne zaman yararlanacağız? O tarih, hâlâ çok mu uzak bize?
UZAKLARDAN GELEN SESLERDEN SONRA DUYDUĞUM SESLER de, “Biz de varız, öğretmenim, biz de varız!” diye çınladılar kulağımda. Onlar da şunları bildiriyordu: “Biz, hırsızlık, yankesicilik ve daha aklınıza gelebilecek tüm suçlara bulaşmış çocuklarız. Biz, çok istediğimiz için mi böyle olduk, sanıyorsunuz? Bu sorunun yanıtını en iyi bilenlerden biri, siz olmalısınız. Bu konuda bizim bildiğimiz, suçlu olmayı, kötü olmayı özlediğimiz için kötü olmadığımızdır.”
İyice bunalmıştım, onca soru karşısında. Bu kez de tümü birden bir şeyler söylüyorlardı:
TÜM SESLER, “Konuşmayı sürdürelim mi öğretmenim?” biçimindeki bir soru ile başladılar söze ve devamında şunları söylediler: “Bugün çok yorduk sizi. Üstelik günün yorgunluğu da üzerinizdeydi; son dersten yeni çıkmıştınız. Daha dinleneceksiniz, yarınki derslerinizi hazırlayacaksınız. O nedenle en iyisi, susalım şimdilik. En azından bizi dinlediğiniz, belleğinizde bizim sorunlarımıza bir kez daha yer açtığınız için çok sevindiğimizi belirtmeliyiz. Sorunlarımızı bir başınıza çözemeseniz de bizi en çok siz dinliyorsunuz.”
Belleğime yansıyan bu seslerin ardından, “Tüm çocuklar, sorunlarının bilincine vararak gerçekten böyle seslenseler bize, onlara nasıl yanıtlar verebiliriz?” diye düşünmeye başlamıştım. Ardından, bu sorunları doğuran nedenler geçti belleğinden. ‘Peki, ne yapmalıyız?’ sorusu belirdi kafamda. Bu sorulardan, yanıtını bulduğum, bulamadığım oldu.
Son yargım şuydu: Sorun sahiplerinin önemli bir çoğunluğu, sorunlarının bilincine varıp bu konuda ortak ve güçlü bir tutum geliştirmedikçe; belirleyecekleri tam bir kararlılıkla hak arama eylemlerini başlatıp sürdürmedikçe, bekledikleri çözümleri görmeleri olası değildi.