Ait olma duygusu hem hayvanlarda hem de insanlarda yerleşik olan bir duygudur. Hayvanlarda önsezgi (instic) ve insanlarda duygu ve mantık belirlenmesine dayanarak ortaya çıkan bir baǧlanmadır
Bir bebek daha anne karnında iken göbek baǧı denen bir baǧla anneye baǧ lanarak başka bir bireye baǧlılıǧını saǧlamış oluyor. Bu baǧ olmadan zaten bir bireyin mevcudiyeti de sözkonusu olamaz. Gamet ve zigotların anne rahiminde birleşip ilk kırksekiz saati kazasız bir şekilde atlattıkları andan itibaren bir bebeǧ in oluşması başlamış demektir. Bu biyolojik süreç tamamlandıktan itibaren gerekli besin maddeleri ve koruma insanda dokuz aylık bir süreden sonra doğum gerçekleşiyor. Ve böylelikle bir bebek tek birey olma yolunda ilk süreyede başlamış oluyor. Ama doğumun sağlam ve saǧlıklı gerçekleşmesi demek, bir bebeǧin “ait olma duygusu” olmadan yaşaması demek deǧildir. Bir bebek doğumdan itibaren daha çok korunmaǧa ve kollanmaǧa ihtiyaç duymaktadır. Dengeli bir yaşam sürmesi için sadece yeterli ve gerekli gıdayı alarak bunu saǧlaması imkansızdır.
Duygusal olarak da ait olduğu toplumun özelliklerini ilk oniki yıllık bir evreden sonra özümseyerek pedagoji diliyle “toplumsal terbiye” denen eǧitilmeǧe tabii tutulur. Tabii ki bu bir bireyin gelişmesinde ailevsel terbiye ve eǧitimin olmaması demek deǧ ildir. Bir toplumun çekirdeǧ ini oluşturan her birey eǧer bu ilk ve önemli yılları uygun bir aile ortamında geçirmiş ise zaten o toplum saǧlıklı bir toplum demektir. Bu baǧlılık mecburi bir bağımlılıktır. Her birey toplumun dokularının oluşmasında ve gelişmesinde negativ veya positif bir misyona sahiptir. Yani her birey belirli koşullar gerçekleşince ona bir ait olma ve bir yerlere köklenmiş olma duygusu ve güvenliǧi verir. Buna sosyoloji bilimi “bireyleşme süreci” tespitinin tanımlamasını yapar. Bireyleşme süreci bir bireyin mutlak olarak ortaya çıkmasından öncede var olan daha sonra da baǧlanması gereken asal baǧlar sürecidir.
Normal bir insanın gelişmesinin bir parçasıdır bunlar. Organiktirler ve bir bireysellik yokluǧu anlamına geldikleri gibi bireye güvence ve eǧilim vererek ait olma duygusunu pekiştirirler. Örneǧin şaman dinine baǧlı Altay Türk budunları kişileştirilmiş tabiat kuvvetleri (fırtına, yıldırım düşmesi, sel felaketi, depremler ve diǧer doǧal afetler) hayalı oldukları kadar koruyucudurlar bu budunlar için. Bunun asıl amacı; insan soyu ve ışık ve karanlık kuvvvetleri birbirlerine zıt iki kutubun etkisi altında olmalarına raǧmen birleştirici ve ait olucu bir duygu da yaratırlar kültürel baǧlar çerçevesinde. Fakat yerin yapısı gibi insan yapısı da hayatıda deǧ işkendir. Hiç bir şey belirgin ve ebedi kalıcı deǧildir. Bunlar; çocuǧu annesine, ilkel toplumlarda bireyi kastına klanına, doǧaya ve baǧlı olduǧu dini topluluǧa baǧlayan ilmiklerdir. Bütün bu olumlu gelişmelere raǧmen mutlak olarak bireyleşme evresine varılsada veya birey tam olarak bu anal baǧlardan kurtulsada yeni toplumsal yükümlülüklerle karşı karşıya gelir. Bu bir insanın kendisini toplumda birey olarak yönlendirmesine, ifade etmesine, toplumda bir yer edinerek kökleşmesine doǧru güvenli adımların atılmasıda demektir aynı zamanda. Buna siyasi olarak özgürlük dense de bu salt bir özgürlük değildir, asla da olamaz. Böyle bir özgürlük olsa olsa ancak bağımlı bir özgürlük kavramıyla ifade edilebilir.
İnsan her ne kadar fizyolojik bir varlık olarak parçaların bütününden oluşsada, özkorunma ve barınma ihtiyacı, içinde yaşamak zorunda kaldıǧı koşulların dayatmasıylada bütünleşen bir kişiliǧe sahiptir. Ama şekilsel koşullar onun bireysel deǧerler yaratmayacaǧı anlamına gelmez. Hatta bunu bir alıntıyla taçlandırmak istersek; “….., kökleri bedensel süreçlerde deǧil, insan yaşam biçiminin ve deneyiminin özünde yatan ve yukarıdakiler kadar zorlayıcı olan bir başka yanı daha vardır; kendi dışıdaki dünyayla ilgili olma, yanlızlıktan kaçınma ihtiyacı. Tıpkı fiziksel açlıǧın ölümle noktalanması gibi, kendini bütünüyle yanlız ve yalıtılmış hissetmek de ruhsal parçalanmaya yol açar. Bir başkalarıyla ilgililik, fiziksel temasla özdeş deǧildir. Bir birey fiziksel anlamda yıllarca yanlız olabilir ve buna karşın görüşlerle, deǧerlerle ya da en azından ona toplumsal bir birlik “ait olma” duygusu verecek toplumsal yapılarla ilgili olabilir. Öte yandan, insanların arasında yaşayabilir ve buna karşın, belli bir limiti aştıǧı zaman sonucu şizofrenik rahatsızlıklara karşılık gelen delilikle sonuçlanan tam bir yalıtılmışlık duygusunun altında ezilebilir. Deǧerlere, simgelere, yapılara olan bu ilgililik yokluǧunu, ahlaki yanlızlık olarak adlandırabilir ve ahlaki yanlızlıǧın da fiziksel yanlızlık kadar dayanılmaz olduǧunu ya da fiziksel yanlızlığın, ancak bu ayraca ahlaki bir yanlızlıǧı da anıştırıyorsa katlanılmaz bir duruma geleceǧ ini söyleyebiliriz. Dünyaya yönelik manevi ilgililik bir çok biçim alabilir; maǧaradaki tanıya inanan keşiş ve tecrit hücresine kapatılan ve kendini kavga arkadaşlarıyla bir duyumsayan siyasi tutuklu ahlaki açıdan yanlız deǧildir.” (E. Fromm, Özgürlükten Kaçış, S. 29)
Yukarıdaki alıntıdan da etkilendiǧimiz gibi toplumsal bir birey bazen ihtiyaçları kendi istediǧi istikamete yöneltemediǧi için yönelimler üzerinde doǧrudan bir etkide bulunamaz. Ait olma durumu her ne kadar zorlayıcı bir unsur olsada işlevsel baǧlamda etkilenmeyecektir. Çekinme, tabular, alınan eǧitim, utangaçlık, içe kapise anıklılık, yoksulluk, acılar,… vs. gibi etkenler bizleri bazen istemediǧimiz gemilerede bindirmektedir. Bu günümüz toplumda en aktuel olan marazi – toplumsal bir sorundur. Teknolojinin gelişmesine paralel olarak yatak odalarımıza kadar giren aletler (televizyon ve bilgisayar, oyuncak aletleri, cep telefonları, atari ve play steyşinler) insanı özünden uzaklaştırarak bireyselliǧi yanlızlık kınına sokarak hasta bireylerin sayısını her gün biraz daha çoǧ altmaktadırlar. Buna en güzel örnek günlük basından okuduǧ umuz cinnet geçirerek öldüren, gasp eden, yaralayan, intihar yolunu seçen, psikolojik bunalım geçirerek deliren ve çıldıran haberlerin sıklıkla okunmasıdır. Örneǧin içinde yaşadıǧ ım Alman toplumunda kendini yanlızlık bunalımının çıkmazından kurtaramayar intihar (suizid) edenlerin sayısı 2008 yılında 9402 kişi olarak kayıtlara geçmiştir.Uzmanlar ise bu durumu sevindirici olarak lanse ediyorlar kamuoyuna. Çünkü önceki yıllarda ölümle sonuçlanan intihar olayları rakamlarına baktıǧ ımızda daha ürkütücü bir tabloyla karşılaşmaktayız. Oysa intihar teşebüsünde bulunan bireylerin yüzde yetmişten fazlası çeşitli şekillerde bu niyetlerini gizli olarak beyan ediyorlar çevrelerine. Tabii çevrelerinde bunu görecek kapasite ve yetenekte bireyler mevcut ise.
Konuyu bir alıntıyla noktalamak isterken yalıtımdan kaçınmaya yönelik zoraki bir ihtiyaç olan yanlızlıktan kaçınma ve korunmanın genede koruyucu ve engelleyici bir ilacı yoktur. Asıl ilaç bireylerin karşılıklı anlayış ve sunumlarında yatmaktadır. Balzak ise bunu The Inventor’s Suffering’de kuvvetli bir vurguyla göstermektedir: “… ama bir şeyi öǧ ren ve hâlâ bu kadar tavında olan kafana iyice kazı; insan yanlızlıǧa karşı ilikleri dolduran bir ürpertiye sahiptir. Ve bütün yanlızlık türleri içinde en korkuncu manevi yanlızlıktır. Tanrıyla yaşayan ilk Hermitler, en kalabalık dünyanın, ruhlar dünyasındaki sakinleriydi. İster bir cüzzamlı ya da tutuklu, bir günahkâr ya da sakat olsun, insanın ilk düşüncesi şudur; bir kader ortaǧı bulmak. Yaşamın kendisi olan bu itkiyi doyurmak için insan bütün direncini, gücünü temel yaşamın enerjisini kullanır. Bu ezici özlem olmaksızın şeytan kendine arkadaş bulabilir miydi? Bu konu üzerine, Kayıp Cennete giriş olaracak başlı başına bir epik yazılabilir. Çünkü Kayıp Cennet (Paradise Lost) başkaldırının pişmanlıǧ ından başka bir şey deǧ ildir.” (Balzak, E. From, Özgürlükten Kaçış, S. 30) .
Görüldüǧü gibi yanlızlık sadece bizim çaǧın sorunu olmamasına raǧmen, çaǧımızda sanayileşmeye orantılı olarak bir artış kaydetmiştir ve etmektedir. Beni bu makaleyi yazmaǧa zorlayan asıl etken ise hem son günlerde yaşadıǧım kişisel bunalım ve kriz, hem de yaklaşmakta olan noel bayramında yirmi yıldan beri özümsediğim yanlızlık duygusu (korkusu deǧil) ölüm gibi bir acı olduǧu için bütün iyi niyet ve uǧraşlarıma raǧmen yenilmez bir düşman olarak beni devirdiǧi için üzgünüm. Burada en önemli öǧe biz insanların diğer insanlar olmadan yaşamayacaǧ imız gerçeǧ idir. Bu hem işbölümü gerekliliǧi için hemde bireylerin birey olması için vazgeçilmeyen hayati bir önkoşuldur. Evrende varolmak için kendi varlığımızın farkına varmasını saǧlayan yalıtımdan uzak beraberliklerin olduǧu bir dünya dileğiyle…