Yitirdiğimiz Arkadaşlarımızın Anısına…

Sayı 60- Ekim 2018

1093 Tolga Yarman

Vaniköy 2013

Rahmetli Arkadaşımız, Sevgili Osman Zıllıoğlu’nun 1998’da, Vefatı’ndan sonra, Galatasaray Üniverstiesi İletişim Fakültesi’nin, O’nun Hatırası’na çıkarttığı, Kitap için, bir yazı kaleme almıştım. Kitap 2000’de yayınlandı.[*]

Osmancığı yitirdiğimizden bu yana, aradan, on beş yıl daha geçmiş…

Lise’den mezuniyetimizin, bu yıl, ellinci yılını, idrak ettik.

Yol boyu, çok arkadaşımızı toprağa verdik.

Sevgili Oktay Özüye, Sevgili Akın Erişkon, Sevgili Kemal Suman, Sevgili Aydın Kunt, Sevgili Mithat Kunt, Sevgili Orhan Kahyaoglu, Sevgili Alev Hanibu, Sevgili Ahmet Şaman, Sevgili Tolga Yağızatlı, Sevgili Barış Perin, Sevgili Osaman Karaorman, Sevgili Yıldırım Çavlı, Sevgili Güray Tulun, Sevgili Osman Örnek, Sevgili Mehmet Yergüz, Sevgili Muhan Arıkan, Sevgili İlhan Öztuna, Sevgili Barlas Alparman, Sevgili Selahattin Mangaloğlu, Sevgili Müfit Erdem, Sevgili Mehmet Ali Şener, Sevgili Halil Paşakay, Sevgili Özcan Erman, Sevgili İlhan Erim, Sevgili İlker Yaltrık ve Sevgili Osman Zıllıoğlu, nur içinde yatsınlar.

Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz…

Şu ki, Rahmetli Babam:

  • Ben ölmeye inanmam, mekân değiştirmeye inanırım, derdi.

Bu bağlamda, ölüm elbette, hüzünlü, ama hele sıralı ise, trajik sayılmamalı, düşüncesindeyim.

Her konudan espri çıkartma kültürümüz, ölüme de, aynı cingözlükle yaklaşmayı, beraberinde getirecektir.

Gözlemlerini dinlemeye doyamadığım Biricik Arkadaşım Cengiz Nayır; bir pilavımızda, şimdilerde artık, eli yüzü nispeten düzgünce, “keneflerimizden” birinde, mesanesini boşaltırken, yanında aynı işlevdeki, oldukça “büyük bir abinin”,

  • Şunu da yolladık, bunu da gömdük, diye tadatta bulunurken, Lisemizin tuvaletinde, hala daha mesane rahatlatabilmenin ötesinde, hınzır hınzır, zihin rahatlama, mırıldanmasını, ustura gibi, yakalayıvermiş.    

Bunu, bana kendine özgü müthiş espri anlayışıyla anlattıktan sonra:

  • Beybaba, bir de düşündüm ki, bizden kimse kalmamışsa, o kadar yaşayıp ne yapacağız, allaşkına laugh,  deyiverdi…

Bana sorarsanız (teknik bilgimle söylüyorum), “enerji” olmadan “bilgi” olabiliyor… O halde, bize ilişkin bilgi, bizden önce de vardı, bizle beraber de var, bizden sonra da var olmaya, devam edecek.

Bu açıdan ölüme değil de, mekân değiştirmeye inanmaya kilitlenmiş, Rahmetli Babam, doğrusu, hiç haksız sayılmayabilir. Yani, bakın, çocuk yaşımızda, ezelden beri var olduğumuz hissi yanı sıra, hele henüz daha, bir büyüğümüzün, bir komşunun ölümüyle karşılaşmadığımız evrelerde, ebedî olmadığımızı düşündüğümüz, hiç olmuş mudur? Hayır, değil mi? “Ölüm” onun için, dokumuzda, doğuştan mevcut değil, sonradan, yaşayarak öğrendiğimiz bir bilgi… Kim bilir, belki de işte, bunun için, ölüme dönük nüktelerimiz, “bilginin enerji olmadan olabileceği” yönünde dikkate getirdiğim savın, bilinçaltı dünyamıza yerleşmiş geçerliliğinden ve bu çerçevede bize bahşettiği ferahlamadan, kök alıyordur…

**

Yolcu ettiğimiz arkadaşlarımızı anarken, niyaz ediyorum:

Ruhları şad olsun! Çocuklar, Çocuklarımız, iyi yaşasınlar, çok yaşasınlar!

Allah, hepimize “hayırlı ömürler”, bilhassa, “sıralı ölümler” nasip etsin!

Bu gunlerimizi aratmasın!

Elden ayaktan düşürmesin!

Kimseye muhtaç etmesin!

Son dakikaya kadar, yaşama sevinci, nasip etsin!

**

Başta işaret ettiğim yazıyı, Sevgili Osman için yazmıştım, ama yazının resmettiği dekor hepimizi anlatıyor.

Onun için, “Gelecek Program’dan Fragmanlar”[†] olarak J), gözetebiliriz.

Nur içinde yatsınlar, toprağa verdiğimiz, Can Arkadaşlarımız…

Ve nasip etsin, Yüce Yaratan, “Gün” gelince, nur içinde yatmayı, hepimize!..

Bize ilişkin bilgi ise, ne güzel ki, Evren’in bağrında, var olmaya devam edecek, olarak…

   

DEĞERLİ OSMAN ZILLIOĞLU İÇİN…

1093 Tolga Yarman

Ortaköy, 1999

Sevgili Osman’la; o zaman ilkokulumuz, yemekhanemiz, yatakhanemiz, yuvamız olan şu binalarımızda, 1951’de, sarmaştı yollarımız…

16 Temmuz 1998 günü, bahçede, kırmızı beyaz bayrağımıza sarılı olan, Osmancık, olabilir miydi? Tabii bir onurdu bu. Büyük, ama, o denli erken gelen bir onur.

Okulumuz; şimdi buradaki herkesin soluduğu; bir yanda, karşıdaki Beylerbeyi Sarayı ile bakışan, şipşirin Ortaköy Camii; öte yanda Kızkulesi gerilerinden enginle kucaklaşan, kıpırtılı güzellikler yanı sıra; içine yuvarlandığımız bilinmezler ve karanlıklarla özdeşleşen, süpürge talaşı ve yemekhane kokularına kilitlenip, üstümüze geliyordu sanki…

Galatasaray Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Osman Zıllıoğlu’nun naaşının başında; şimdi okulda en üst düzeylerde sorumluluklar üstlenmiş abileri, arkadaşları, kardeşleri; ona sevgi dolu, coşku dolu, hayranlık dolu, son sözlerini; şaşkınlık ve hüzne kafa tutan bir vekarla, ulaştırmaya çabalıyorlardı. Eskişehir’den; Osman’ın 1979’da, akademik kariyerine koyulduğu; doçent, profesör olduğu; çeşitli birimlerinde dekan yardımcısı, dekan düzeylerinde hizmet sunduğu; önceki İktisadi Ticari İlimler Akademisi, şimdiki Anadolu Üniversitesi’nden; dostları, arkadaşları, görev yaptığı her birimden öğrencileri, oracığa, en çok yakışacak bir “çelenk” gibiydiler.

39 Osman Zıllıoğlu, 964 T. Selçuk, 472 E. Öztekin, 1408 O. Sümbül, 41 T. Uca, 37 F. Kızılok, 12 H. Angay, 924 S. Aygen, 1154 C. Nayır, 591 A. Karagülle, 125 N. Ödekan, 413 N. Çetinok, 992 B. Tolan, 538 B. Pamukçu, 1117 N. Ökten, 1087 F. Çelebioğlu, 893 C. Akalın, 954 S. Gürsel, bu arada şimdi beraberlerinde olduğumuz büyüklerimiz, 419 A. Abdik, 1091 Y. Yayla, 1336 İ. Doğan, 1324 D. Yarsuvat, 1462 İ. Kıraç, keza küçüklerimiz, 512 Y. Çakalır, 382 H. Yasaman, 477 S. Yamak, daha da küçüklerimiz, 1263 D. Anadol, 1727 A. Dinçer, 1870 İ. Yahşi, 1108 G. Güvenli, 969 E. Öktem, 1050 S. Uğur, 94 B. Karsak, 1712 F. Ak ve öteki, birbirinden güzel lisedaşlarımız; farklı farklı evrelerde, ama işte sonuçta, hepimiz, ne olduklarını tam kavrayamadan buraya atılmış minik yavrular olarak; gece gündüz can arkadaşlarımıza sokularak, sıcaklık edinmeye çalıştığımız yerler, işte şuralar değil miydi?

Ne işi vardı şu yeşil, soğuk arabanın burada? Neden Osmancığı almaya gelmişti? Yakınlarımız, bizi şuracıktan almaya geldiklerinde, geride kalanlarımız, mahzun mahzun, elimizden gelip tutacak olan sevdiceklerimizi beklemeye kalırdık. O zaman bırakın dakikaları, saniyeler geçmek bilmezdi, düğüm düğüm yutkunmalarımızda, sıkışıp kalarak… Yalnız bu bile değil!.. Hafızalarımızda, yaralarla, yiv yiv yer edip, hayat, boyu, meğer her derin bekleyişimizde, karşımıza aynı kara telaşla, dikilmeye tornalanmış olarak… 

Osmancık gidiyordu şimdi… Bu da öyle, ayrıca geleceğe dönük gizlediği ürpertiler meçhul, şu mekâna mıhlı kalmamızın, sanki daha da uzayacağına dair, buruk bir tebligat mı olmaktaydı acaba?   

Osmancık; şu merdivenler değil miydi, siyah, “sürmeli” kapısında nokta gibi kaldığımız tramvaydan, çıkınca, seninle seke seke yuvarlandığımız, Pazartesileri, yaz-kış, çiğli, puslu, donuk, kurşun renkli sabahlarda!..

“Pazar”, “Pazartesi’nin hüzün tellalı gibiydi sanki.“Pazartesi”, daha da büyük bir çileydi. Evle bağların koptuğuna ve şurada, hâlâ koca bir sabıkalı gibi duran, demir kapının üstümüze yığılmasına, boyun eğdiğimiz gündü. “Salı”, ocağa, iyi kötü tekrar alışırdık. Hem sonra “Çarşamba” günü, velilerimizin, bize, ziyaret günüydü. “Çarşamba” günü, öğle vakti, dördüncü dersi zor devirir, büyüklerimizin yolunu gözlemeye, “Giriş Kapısı”nın altına üşüşürdük. Sevdiklerimizin bizi görmeye gelip gelemeyeceklerine dair güvensizliğimiz yoğunlaşır, kısa sürede dayanılmaz oluverirdi. Fazla olarak, onlara kavuşmuş olmak, ürpertilerimizi dindirmeye hiç yetmezdi; neticede, çünkü, veli ziyareti saat beşte bite-yazmaya kurgulanmıştı.

Osman, 1970’de, Eski İstanbul özelllikleriyle yoğrulmuş Gizemli Beyazıt’ı, öğrenim odağı edinmiş olarak, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirecekti; 1993’te, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Dekanı iken, Genel Koordinatörlüğü’nü yaptığı, “Devlet Planlama Teşkilatı, Engelliler için Eğitim Modelleri Geliştirme Projesi”ni, sonuçlandıracaktı.

Osmancım; sana da, daha sonraki evrelerimiz, şuradaki çocukluğumuzdan, sanki çok daha kısacık gelmedi mi!

“Çarşamba”, evet, “Çarşamba”, sevdiklerimizden saat beşte kopmanın üzüntüsünü; ışık deliği hala yerli yerindeki Sinema Odası’ndan Ali Hoca’nın oynatacağı, akşamki filmin heyacanı, kaplamaya başlar; sonra da bu heyecan, apar topar yediğimiz yemek bitiminde, yemekhane taburelerimizle sıralanıp, yukarıya, sinema düzenine kavuşturulan, sınıflarımızın önündeki koşturmaca mekânımıza çıkarken, doruklaşıp, sevinçli şakalaşmalarımızla dışa vurarak, bize, az sonra göreceğimiz filmden başka birşey düşündürtmez oluverirdi…

Öyle değil mi, Osmancık?

Burada beş yıl… Buradan; beş yıl sonrasında, acaip efeleşmiş olarak çıkmamızın  şımarıklığına, ilkönceleri, sanki çok haksız bir şamar gibi gelen, kendimizi, sakallı bıyıklı, “Grand Cour” kabadayılarının çömezleri daralmışlığında buluverdiğimiz, ama sonrasında, buradan daha çok sevdalandığımız, Biricik Mektebimiz, Yukarıki Okul’da, yedi yıl…

Osman, şuradaki Eskişehir’li dostlarıyla 1979’da buluştuydu, bir doktor asistan olarak başladığı İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nde…

Şu, soğuk yeşil arabanın yanındaki sarıklı, siyah cübbeli adamı, burada görenimiz olmamıştı ki hiç! Osman, ne kadar zamanda bir geliyordu bu adam? Biz şuradaki yatakhanelerdeyken, neredeydi acaba bu “itici tanıdık yabancı”?

“Perşembe” günü, az çok idare ederdi. “Perşembe” demek, “Cumartesi”ye iki gün kalıyor demekti. Büyüklerimiz de, zaten, Çarşamba kopmalarımızda, bize öyle cesaret verirlerdi. İşte önümüzde bir tek Perşembe ve Cuma günleri kalıyor olurdu; Cumartesi ise, “eve dönüş” demekti.

Osmancık değil miydi, binlerce öğrencinin, o orada şimdi akademik merdivenin üst basamaklarına gelmiş doktora öğrencilerinin, hocası?.. Ne hoş bir paye bu; Hocalar’ın Hocası olmak… 

“Cuma” sabahı, yukarıda, Boğaz manzaralı ışıklı yatakhanemizde ne keyifle uyanırdık. Hafta; Cuma günü artık, çoktan, bitmeye koyulmuş olurdu. En güzel günümüzdü Cuma, tabii Cumartesi’den sonra… Zaten, hep bağırırdık rıhtımda, önümüz sıra seyirten İstanbul vapurlarına, “Kaap-tan düdük!, Kaap-tan düdük!” diye… Ve alkışlardık sonunda, daha çok, daha çok gürleşen, ne ki işte yine de, “çocuk nidalarımız” karşısında, olsun, sonunda dayanamayıp, “Vuuup!” diye çözülüveren, dost kaptanları… Ama Cuma akşamları, “Kaap-tan düdük!” çağrılarımız daha da güven dolu, daha da coşkulu çıkardı… Ve ne de farklı bir sese dönüşüverirdi, senin “ayı masallarını” daha çok dinlemek istediğimiz, Pazartesi akşamları, sanki daha çok birbirbirimizin sıcaklığından emin olmak istercesine, bir anda, kendiliğinden örülüveren, o benzersiz dayanışmamızın, ne ki işte kökte, evden uzak olmanın, o buruk tadındaki “Kaap-tan düdük!”, nidasından…

Osman Paris’te, taçlı başarılara, yola çıkıyordu… Yüksek Lisans Çalışması ve Doktora Çalışması: “Türk Dış Ticareti’nin Bağımlılık ve İstikrarsızlık Sorunu”… Fransa’nın en üstün saydığı Devlet Doktorası’na imza atarak… Tam da işte Ocağımız’dan aldığı terbiye ile… Çağdaş bilimin, kültürün, doruktaki araçlarına ulaşmak… Ve onları, olabiliyorsa, önce, yurdumuzun yararına olacak biçimde kullanmak… Fanatizm tonları çağrıştıran bir “millilik” adına; astronot gözüyle evrene bakmayı, ıskalamamak… Ama, Hubble teleskopuyla, galaksilerin ayrıntılarına çekilirken dahi, bu topraklarda neler pahasına oturduğumuzu unutmamak; tarihimizin bilincine varmak… Çağdaş bir Türk aydını olmak, yani!.. İşte bizim sentezimiz; işte Osmancığın sentezi…  

Ve “Cumartesi”… Hepimiz de, ne kadar sevinçli olurduk. Ders aralarında, ayakkabılarımızı Boyacımız, minik paralarımıza boyayıverirdi. Saçlarımızı, Berberimiz, yine minik paralarımıza tarayıverirdi… Kâküllerimizi, hafiften dalgalandırıp, yukarıya kaldırarak…Bunu tam beğenmeyenlerimiz için, bir daha, bir daha denemekten, yüksünmeksizin!..

Osman; Kamu Ekonomisi, İktisadi Büyüme ve Gelişme Teorileri, Türkiye Ekonomisi’nin Yapısal Analizi, Dünya Ekonomisi, Uluslararası Entegrasyon ve Avrupa Topluluğu meselelerini, alabildiğine yaşayacak, soluyacak, bir yaşam biçimine dönüştürecekti… Çağdaş Türk aydını kimliğini yoğunlaştırarak…

 Hava güzelse, Cumartesi dördüncü dersten sonraki Bayrak Töreni, bahçede yapılırdı… Dalgaların, rıhtımla flört temposunun eşliğinde…Kâkülleri briyantinle kaldırılmış saçlarımızın üstüne, hafif arkaya, biraz da, yana doğru yerleştirilmiş, armalı keplerimizin siperlik ucundan, nazlı nazlı dalgalanan Bayrağımız’ı, her seferinde, her seferinde, yine, göz buğulanmalarıyla seyre dalmış, İstiklal Marşımız’ı söylerken, herbirimiz, çelik gibi, birer Atatürk kesilirdik.

Her gittiğin yerde, her yaptığın işte bunu, bu uğuru, bizim uğurumuzu, iliklerinde hissettin değil mi Osman?

Demek Osmancığa 1993’te, “Türk Sivil Havacılık Sektörü’nün Reorganizasyonu Projesi”nde sergilediği üstün yararlılık dolayısıyla, Fransız Cumhuriyeti Hükumeti “Palmes Academiques” nişanını takacaktı. Onun yaklaşık, onbeş yıllık Anadolu hizmetinin, başka bir pırıltılı halkası… Uluslararası ilişkiler elbette, mutlakta tasnif edilecek tartılarla yürümez ve sağolsunlar dostlar, beyhude yere takmazlar nişanları; olsun; ama bu da Osmancığın, edindiği, geliştirdiği olanaklarla sergilediği, A’dan Z’ye milli sentezimiz doğrultusundaki gayretleri dolayısıyla, “nice güzel nişanı” çoktan hakkettiği gerçeğini değiştirmez. Onun için o nişan Osmancığın, onbeş yıllık Anadolu hizmetinin, “başka bir pırıltılı halkası” olarak anılmak, gayet yerindedir…

Ve heyecanla geçiştirilen Cumartesi öğle yemeği… Geç kalmamışlarsa, bizi almaya gelmiş büyüklerimizle sarmaş dolaş, birbirimize güzel dilekler yağdırırken, dizginden boşalırcasına, yukarıdaki tramvay yoluna fırlayış…

Ne harika ayrıcalık; Osman, otuz sekiz yıl sonra, 1994’te yuvaya döndü. Evet Galatasaray Lisesi Ortaköy Şubesi değil, ama daha da hoş, aynı mekânda oluşan Galatasaray Üniversitesi’ne… Onun kuruluşunda, çocukluğumuzun dekorunda, çabalar sarfetti, dekan oldu; ilkokul dershanelerimizde cübbe giydi, dersler verdi.

**

Buralarda usul usul büyüdük… Yukarıki okulumuzda, daha da büyüyecek olarak… Ama bilhassa hayatımızın şuradaki kesiti ne kadar berrak ve ne kadar uzun sanki; her bir ayrıntı, sürekli başucumuzda gibi… Basamakların yüksekliği, tümsekleri, koca binanın duvarlarındaki çizgiler, gizli gizemli yerlerimiz, şimdi Rektörlük olan Revirimiz’in önündeki kamelyanın, yeri, aynı demirleri, aynı süs şekilleri, aynı yeşilleri, aynı gülleri, hemen herşey; mendil kapmaca oynadığımız köşelerden, baharda bize erik satan kayıkçının, Kabataş Lisesi ile, okulumuzun arasında, rıhtımdaki parmaklıkların önünde, yanaştığı, minik ekmek teknesinin, hem, işte gözden uzak, hem, her iki okula da ulaşmasına imkân bahşeden, stratejik tezgah noktası.

Felsefe Hocamız Monsieur Dubois, kendine özgü bir üslupla, “Ce n’est pas le temps qui passe, c’est nous qui passons” (“Geçen, zaman değil, biziz geçen”), derdi. Bu sözün bunca doğrulanabileceğini nasıl düşünebilirdik… Okulumuzun, “tablo çerçevesi” hemen neredeyse aynıyla duruyor ve onun içinden “figüranlar” olarak sanki, gelip gelip, geçiyoruz işte…      

Bütün bir hayat, şu binalarla, şu yeşil soğuk arabanın durduğu, yirmi adımlık bir mesafeden ibaretse, Osmancık oraya,  şu pırıltılı, örnek başarıların hepsini yığdı.

Bize de, şu mekandaki buğulu anıları, daha güzeli, en güzeli, Biricik Merih’i, Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu’nu, yadigâr  bırakarak…

“Pazar” sabahı, evde uyanırken Pazartesi’nin söze kolaydan sığmaz kâbusunu yaşayıncaya değin, ancak, ilkbaharı uğurlama telâşına kapılmış lâlezar kadar süren, bir tutam ışıltılı sevinç yaşardık, şuradaki çocukluğumuzda…

Osmancım, Pazarlar’dan, artık hiç korkmuyorum… Sonunda öyle bir Pazar var ki,  “korkularımızı” alıp kaçıyor… İşte hepsi hepsi, biraz, “ilkbaharı uğurlama telâşına kapılmış lâlezar” kadar süren hayatımızı noktalayıp… Bu süreçte “bir tutam ışıltılı sevinç yaşamış ve yaşatmışsak”, bunları, arkamızdakilere bir “teselli” olsun diye  bırakarak…

Biz, bu “uğurumuz” mekânda, Kulübesi şu çift taraflı mermer merdivenlerin altındaki, Yahya Amca’nın oradan, Tramvay Caddesi’ne fırlayabilmek üzere, numaralarımızın yazıldığı, avuçlarımızın sıcaklığı, koyu pembe çıkış kağıtlarımızı, beklerken, sen bizi atlattın, gittin.

Alacağın olsun!

Nur içinde yat, Osmancık!..

[*] Galatasaray Üniversitesi Yayınları, 18.

[†]  “Gelecek Program’dan Fragmanlar” deyimi, Lise’deki yıllarımızda (1950’ler ve 1960’ların başları), sinemalarda, filim başlamadan once,  müteakip hafta oynayacak filimden gösterilen kesitler için, kullanılırdı.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir