HAÇLl ORDUSU YETMEDİ, SADDAM’LA DA OLMADI, ALİ’NİN TORUNLARI’NI VURMAK ÜZERE, BÖLGE’DE YENİ BİR EMEVİYYE ORDUSU KURULMAK İSTENİYOR:
Amaç İnançta, Demek ki, Giderek Üniversitede, “Aklı” Köreltmektir.
“Yeni Osmanlıcılık” Budur. “Yeni Anayasa” Denilen de – Ankara’nın Yıllar İçinde Birikmiş Dağ Gibi Vebali Saklı olarak – Maalesef, Budur.
“Hedef” Bölgede, Ne Pahasına Olursa Olsun, Petroldür.
Prof. Dr. Tolga Yarman
Bu yazının ana bir amacı; üniversitede yaşadığımız sorunların; gerçekte, bölgeyi ve ülkemizi etkisi altına almış ve son otuz – otuz beş yıldır, artıkenerji zemininde gelişegittiği iyiden iyiye belirginleşmiş, büyük bir sorunlar yumağının bir parçası olduğunu, vurgulmaktır. Bunlar tam kavranmadan,mücadele korkarım, beyhudedir. Nihaî hedef, kestirmeden söylenebilecek olursa, inançta, demek ki giderek üniversitede, “aklı” köreltmektir. İstenen“akıl” değil, sadece nakildir, şekildir. Cumhuriyet’i yıkmak tam da bu demektir. “Yeni Osmanlıcılık” budur. Hedef bölgede, ne pahasına olursa olsun, petroldür.
Burada diyeceklerimi, diyegelmekteydim ki; 24 Mart 2010’da Boğaziçi Üniversitesi, Rektörlük Binası, Üst Katı’nda, Kütüphane’de, davetli olduğum bir toplantı gündeme geldi ve diyegeldiklerimi, keza burada diyeceklerimi, ilk bir ağızdan teyit etti. Gelişmeyi, Dışişleri Bakanlığı’na rapor ettim (Posta Taahhüt Numarası: RRO2084965251, Yenişehir, Anakara). Daha sonra ise Başbakanlığa (nasıl olsa duyurulmuş olacağına kesin gözüyle bakıyor olmama karşın, bir vesile zuhur etti), ayrıca, ilettim (Posta Taahhüt Numarası: RRO1523508738, Çengelköy, İstanbul). İlk mektup, aşağıda… Dışişleri Bakanlığı’na yazdığım ve aşağıya aldığım mektupta, burada yapacağım sunum itibariyle, can alıcı satırların, altlarını, çiziyorum.
MEKTUP
20 Mayıs 2010
Dışişleri Bakanlığı
Balgat, Ankara
Aşağıda kaleme aldığım gelişmeyi, derin önemine binaen, dikkatinize sunuyorum.
19 Mart’ta, e-posta kutuma su ileti geldi:
Kimden ihakkitekiner[at]aydin.edu.tr
kime
tarih19 Mart 2010 18:23
konu İstanbul Fulbright Bursiyerleri Derneği – Kokteyl Duyurusu
gönderena ydin.edu.tr
Değerli Üyelerimiz,
ABD İstanbul Konsolosluğu ve Derneğimiz tarafından ABD Büyükelçisi Sayın James F JEFFRY onuruna 24 Mart 2010 Çarşamba Günü 19:00 ve 21:00 saatleri arasında Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük Binası Konferans Salonunda bir kokteyl verilecektir. Davete katılmak isteyen üyelerimizin bilgilerini 0212-3359061 numaralı telefona veya serifsoys[at]state.gov adresine bildirmeleri rica olunur. Davet programı ekteki belgededir.
Davete katılımınızı rica eder; selam ve saygılarımı sunarım.
Prof.Dr Haydar ÖZPINAR
İstanbul Fulbright Bursiyerleri Derneği Başkanı
**
1968-1972 arası TÜBİTAK Bursu ile, Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) (Nükleer Mühendislik alanında)doktoramı tamamlamıştım… 1982’de ITÜ’de akademik merdivenin en üst basamağına terfi ettikten kısa bir süre sonra,Fulbright Konuk Öğretim Üyesi olmuş, bu çerçevede, 1984’de California Institute of Technology’de ağırlanmıştım.
Diyeceğim o değil… Aradan geçen 26 yıl boyunca bu özelliğim hiç hatırlanmadıydı! O nedenle yukarıdaki davet bana, ilginç geldi. Belirtilen adrese, davete katılacağımı yazdım.
24 Mart’ta, 19.00’da belirtilen yerde oldum. Yaklaşık yüz kişi kadar olduğumuzu, sanıyorum.
ABD Ankara Büyükelçisi James F. Jeffry tanıtıldı. Kürsüye geldi. Bir saate yakın bir konuşma yaptı.
Konuşmanın; yarı yerinden itibaren, nereye gideceği belli olmuş gibiydi. Büyükelçi, bölgeyi, uzun uzadıya, tahlil etti. İran’ı, tehdit olarak gördüklerini, bilhassa vurguladı. Türkiye’nin canlılığını, bu arada, başka ülkelerin, hatta Putin-li Rusya ileMedvedev-li Rusya’nin farkının dahi, kestirilebilir olmasına karşın, Türkiye’nin kestirimlere pek gelmediğini, vurguladı. Kayseri ve Konya sanayi bölgelerimizi, Uzak Doğu Kaplanları’na benzetti. Türkiye’nin kendi omuzları üzerinde durabildiğini, belirtti. Başbakan’ı ve Cumhurbaşkanı’nı övdü. (Silahlı Kuvvetler’den ve Muhalefet’ten hiç bahsetmedi.) Söz BOP’a gelince, Osmanlı İmparatorluğu’nu övdü!.. Hükumet’le harika bir ilişki sürdürdüklerini belirtti. Sonra “Biz, ülkelerin iç işlerine karışmayız!”, demesine karşın, sözü, Türkiye’nin demokratikleşmesine ve Anayasa değişikliğine getirdi. Bunun gerekliliğini vurguladı ve referandum için, bizlerden destek beklediğini, açık bir dille ortaya koydu…
Kalakaldık. Ama dediğim gibi, konuşmanın buralara kadar gelebileceği, epey bir belli olmuştu. Büyükelçi, birkaç soru alabileceğini söyledi.
Prof. Suna Kili söz aldı. Yer yer göz yaşlarını tutamayarak, “Bizi, Araplar’a itiyorsunuz, bu, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırıdır, biz laik ve çağdaş bir ülkeyiz”, bunu yapamazsınız”, dedi. Duygulu ve içten konuşması alkışlandı. Prof. Kili’nin konuşması Büyükelçi’ye, üslupta ölçülü ve yumuşak, ancak özde sert bir tepkiydi… Büyükelçi, Prof. Kili’yi yatıştırıcı, kısa bir yanıt verdi…
Prof. Fuat İnce, ABD’nin, bugün Türkiye’de ılımlı İslam’ı desteklediğini, ancak bunun köktendinciliğe dönüşebileceğini, dikkate alması gerektiğini ifade etti; gerçekten de, Türkiye’de demokrasinin temellerinin aşındırılmakta bulunduğunu ve demokrasinin giderek yok olduğunu, ABD’nin bundan endişe edip etmediğini sordu. Büyükelçi, yine yatıştırıcı kısa bir yanıt verdi; soruyu geçiştirdi…
Söz alma sorumluluğundaydım. Büyükelçi ile ilk defa karşılaşıyordum… Ama hakkındaki tanıtım yazısı okunurken, benim Boston’da (MIT’de) doktoramı yaptığım yıllarda, onun da orada, komşu North East ve Boston Üniversiteleri’nde öğrenim gördüğü, işaret edilmişti. Bu çerçevede ona ilk ismiyle hitap etmeyi öne çektim; söz aldım ve özetle şöyle dedim (Turkçesi ile yazıyorum):
– Sevgili Jim, aynı tarihlerde Boston’da okumuşuz. Orada, ABD’nin iki veçhesini gördüm. Birincisi, okulum, bir bilim cennetiydi. Bu çerçevede, ABD’de, Hocalarım’dan, Meslekdaşlarım’dan, giderek öğrencilerimden başlayarak, ebedî dostluklarım vardır. İkincisi, o tarihlerde Vietnam Savaşı sürüyordu. Korkunçtu. ABD’nin bu ikinci veçhesi, şimdi, bölgemizde… Havuç için değil, Petrol için buradasınız. “Türkiye’nin Demokratikleşmesi” diyorsun. Seni bir arkadaşımız olarak görmesem, bu konuyu, genelde ülkemizde yaşadığımız sorunları, burada konuşmazdım. Ama konuyu madem sen açtın, dostça konuşalım. Üçte birlik oy oranlarıyla, üçte ikilik parlamento çoğunluğunun elde edildiği bir süreçte demokratikleşmeden bahis, abestir. Bu konuya hiç değinmedin. Yüzde onluk ülke seçim barajı var. Milyonlarca oy zayi oluyor. Demokrasi adına en önce buna mani olmamız gerekmez mi? Partilerin içinde hemen neredeyse, demokrasi yok; bir defa, bunun demokrasi özlemi itibariyle, rahatsız edici bulunmaması, ayrıca çok tuhaf. Üç, dört lideri kontrol etmeye çalışarak, Türkiye’yi, kontrol etmeye yönelmeniz, bence harika bir strateji, ama “demokrasi” bu değil. Biz “gerçek demokrasi” için mücadele ediyoruz… Korkarım, senin anladığın demokrasi, değil, bu… Onun için sözlerine hiç katılmıyorum. Bizden istediğini, bu çerçevede, hiç istememelisin. Ne diyorsam, içtenlikle ve vukufla söylediğime, güven lütfen. Bu kadar!..
Büyükelçi’nin, sözlerimden hoşnut olmadığını tahmin edebilirsiniz.
Büyükelçi, bana kısa bir yanıt verdi:
– Enerji için burada değiliz (kim inanır, değil mi?), bölge istikrarsızdı, onun için buradayız. Üçte birlik oy oranı ile üçte ikilik parlamento çoğunluğu elde etme olasılığı, eskiden de vardı (El hak, doğru, söz konusu hüner, Rahmetli Özal’ın icadıydı),yüzde on baraj mı iyidir, yüzde beş mi, bu tartışılabilir…
Aslında herhangi bir büyükelçi, herhangi ciddi bir ülkede, böyle bir konuşma yapsa, tam bir yabancı militan sıfatında algılanıp, o ülkenin iç işlerine karıştığı savıyla, derhal “istenmeyen insan” ilan edilir ve sınır dışına çıkarılır…
Toplantıdan sonra, kokteyl vardı. Kalmadım, ayrıldım.
Zaten kestirmekteydim ve pek çok televizyon programında dile getiriyordum: Demokratik süreçlerde alınan kararlara saygımız saklı olarak, ancak Anayasa değişikliği, esas olarak, Türkiye’yi ve bölgeyi, malum istekler doğrultusunda yeni baştan dizayn etmenin son bir temel aparatı olarak gerçekleştirilmek isteniyor… Bu hissimi beton gibi yerine oturtan bilgi, üstelik birinci ağızdan önüme gelivermişti…
**
Keyfiyet budur…
Güzel dileklerle, sevgiler, saygılar sunuyorum…
Prof. Dr. Tolga Yarman
Dışişleri Bakanlığımız’a (20 Mayıs 2010’da) yazdığım ve yanıtından mahrum kaldığım mektup, budur. Metni, 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu Öncesi’nde, sorumluluk duyuyor olarak basınımızın dikkatine sundum. Benim izleyebildiğim kadarıyla (münferit, çeşitli elektronik ortamların sorumlularının duyarlılıkları saklı olarak, ifade ediyorum), bir tek Değerli Arslan Bulut, köşesine taşıdı (Yeniçağ, 27 Temmuz 2010).
Bu yazıda 7. Üniversite Kurultayımız’da (14-15 Aralık 2012, İstanbul), yaptığım konuşmamın ana başlıklarına yer veriyorum. Bunları, az önce dikkate getirdiğim mektubun içeriği uzantısında, ayrıca desteklemek üzere, 17 Kasım 2011’de gerçekleşen“TMMOB Türkiye Enerji Kongresi” için çağrılı olarak hazırladığım (ancak süre sınırı nedeniyle bir kısmını Kongre’de dile getiremediğim), “Enerji Zemininde, Bölgenin ve Türkiye’nin Emperyallar Tarafindan Yapilandirilmasında Stratejik Denklemler”, başlıklı yazımı işaret etmek isterim.
ÜNİVERSİTE KURULTAYIMIZ’DA YAPTIĞIM KONUŞMAYA (15 Aralık 2012, İstanbul) YÖN VEREN, TEMEL BAŞLIKLAR
Strateji çalışmalarında önemli bir veçhe, karşı tarafın ya da tarafların, “düşte” olsun, karargâhlarına ve zihinlerine girip, neler planlandığını, çıkartsayabilmektir.
Olanlar; keza bunların sükûnetle tahlili, bu suretle yapılacak çalışmanın, mihengidir.
Spekülasyondan (gerçek dışı çıkartsamadan) uzakta durmaya özen gösterek yapılacak, soyutlamadaki başarı,ayrıca, derindeki şablonların ortaya çıkartılmasında, önem taşır.
Topraklarımıza dönük olarak, olanların tek başına müsebbibi olarak, emperyalleri göstermek, ne kadarnaif bir yaklaşım oluşturursa… Onlar’ı, olanlardan, tamamen yalıtmak, ya da Onlar’ı komplo teorilerinin özneleri gibi göstermek, bir o kadar saflıktır. Yüz bin kişilik bir orduyla dibimize kadar girmiş olanların… Silah, mühimmat derken, milyarlarca doları bir çırpıda savuranların… Etrafı göz açıp kapayıncaya kadar, kan gölüne çevirenlerin, bizim için, bir “iyilik” düşünmeyeceğini varsaymak, gaflettir…
Bölgede öyle bir savaş makinası vardır ki, bırakın ağzınızı açmayı bir yana, yan gözle bakanın dilini biçiyor.
Söz Meclis’ten dışarı, her avanak heyeti hükumet etmenin bir bedeli vardır. Her bıçkın heyeti alaşağı etmenin de bir bedeli vardır.
Gelir dağılımının bozuk olduğu ortamlarda demokrasi yoktur, çünkü piyasada, sandığın fiatı teşekkül eder. “Kaddafi bir-iki milyar dolara düşürüldü”, rahat, denebilir.
Başka bir deyişle, ortada vasat var demek, bunu birileri dışarıdan hiç kaşımıyor demek değilldir. Birileri kaşıyor demek ise, ortadaki koşullar buna müsait bulunmamakta, demek,katiyen değildir.
Ulkemizde, bölgede ve benzer başka yerlerde vasat vardır; ancak bize dönersek, buraları, birileri, fena halde kaşımaktadır.
Bu çerçevede; yuvarlak son 40 yılımız’ı; vazetme onurunu taşıdığım, “A-a, Stratejik Azdırma Teoremi” ile, bir tahlilini – az önce ifade ettiğim gibi – şu bağlantıdan, “Enerji Zemininde, Bölgenin ve Türkiye’nin Emperyallar Tarafindan Yapılandırılmasında Stratejik Denklemler” başlığı altında okuyabilirsiniz.
Kısacası, bölge, kesin olarak, yeniden yapılandırılmak istenmektedir.
Bu, daha şimdiden, önemli bir biçimde başarılmıştır.
Hedef petroldür, doğalgazdır.
Nihayette (keşke yanılsam), İran’ı vurmaktır.
Giderek, Çin’i ve Rusya Federasyonu’nu kontrol edebilmektir.
Okyanus Aşırı Odak için Temel bir Teorem Şudur: “Önce OPEC Petrolünü tüket” (Drain OPEC Oil First) ve“dışarıda koz bırakma”!..
Proje (yukarıda sunduğum mektuptan açıkça okunduğu şekliyle), “Yeni Osmanlıcılık” şemsiyesi altında geliştirilmek, istenmektedir.
Bu Proje, yurdumuz ve bölge, fena halde kaşınmak suretiyle, evvelce yaratılmış çelişkilerle, yürütülmektedir.
PKK (bizim bin tane kusurumuz saklı olarak ifade ediyorum), bunun, önde gelen bir aracıdır.
Bu araç, şimdilerde “Yeni Osmanlıcılık” büyük şemsiyesi altında yer almaktadır.
Yeni Osmanlıcılık’tan, tabii hiç telaffuz edilmese de, kökteki kasıt, belli ki, şudur:
– Şekle dayalı, biat kültürüne rapt edilmiş, Emeviyyeci, nakli öne çeken, aklı iptal edilmiş, hakkaniyetsizliğe, adaletsizliğe, zalime karşı başkaldırı refleksleri köreltilmiş (yapay ama etkin, uzulerek ifade ediyorum) bir Sünni Blok meydana getirmek ve bunu, tamamen şekil olarak algılanması temin edilecek, Komşu Şii Blok’la karşıtlaştırılmak.
Keşke yanılsak, İran, böyle vurulacak, görünmektedir.
Acıdır ve ağzıdan yel alsın, şu ki, 1980’de Saddam İran’a nasıl saldırtıldı ise (ayrıca elbette saldrımama idrakini gösterebileydi), ama işte aynı biçimde, söz konusu Sünni Blok, İran’a dönük olarak, korkarız, Saddamlaştırılmak istenmektedir.
Bunun önüne; saygın ama, çalışmayan siyasi kalıplarla çıkmak, olası görünmemektedir. Cumhuriyet’in;yönetimde ve inançta aklı, nakle karşı, öne çıkartan, bağımsızlıkçı coşkusuyla karşı cıkmak, mümkündür.
Cumhuriyet’in derdi, inançla değildir; yobazlıkladır. Yobazlık, akla rağmen, salt nakli karşısındakine zorla, dayatma cürmünün adıdır. (Söz aramızda, bilim kilisesinde dahi, yobaz çoktur.)
**
Yukarıda işaret ettiğim bağlantıdaki metinde açıklanan A-a Stratejik Azdırma Denklemi, ayrıcahızlandırılmış filim gibi Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da, daha yeni uygulanmıştır, uygulanmaya devam edilmektedir.
Halen (Aralık 2012 itibariyle), ise Suriye’de (ayrıca iki yıldır), yürürlüktedir.
Ana fikir, dediğim gibi, İran’ı; Eski Osmanlı Toprakları’nda oluşturulacak, sözde Yeni Osmanlıcılık adı altında toplanacak olan, aklı başından çalınmış olacak, geniş, sünni bir kitleyle vurmaktır…
Savaş böylelikle bir defa, çok daha ucuza getirilebilecektir…
Çünkü bu sefer, operasyon; Perulu, Meksikalı çocuklara değil, Allah korusun, bölgeden tedarik edilmiş başta, Kürtçü çocuklara, gördürülecektir…
Oysa (dediğim gibi, bizim saymakla bitmez vebalimiz saklı olsa da), “emperyalizmin kucağında milli kurtuluş savaşı olmaz”. Kürtçüler ve peşlerinden sürükledikleri; keşke öyle olmasa, İran vurulurken, ucuz asker olarak kullanılacaklardır.
Bu beyanı; olmakta olanları, yıllar öncesinden görüp ihbar etme ayrıcalığıyla, ortaya koyduğumu, belirtmek isterim…
Türkiye’de hal-i hazırda akla gelebilecek her türlü melânet (evet, bizim gafletimiz ve vebalimiz saklı olarak), buradan kök almaktadır.
Üniversite’de olup bitenleri böylesi bir bütün tahtında ele almak gerekir.
Nedir, söz konusu sorunlar?
Sıralayalım:
PKK Sorunu.
İnanca derin bir saygıyla ifade ediyorum, Türban / Ilımlı İslam Projesi.
BOP Projesi, demek ki esas olarak, “Yeni Osmanlıcılık”.[*]
Demokratik Açılım.
Füze Kalkanı Projesi… Şimdilerde Patriotlar.
Zazaki’nin aynı bir Kırmanski potasında eritilmek istenmesi. (Bu bağlamda, araları iflah etmez derecede bozuk, Talabani ve Barzani’nin bir araya getirilmesi.)
Özde herhalde, kimi mazarrat saklı olsa da, genel olarak Ergenekon.[†]
“Convention on Syber Crimes” (Siber Suçlar Anlaşması)’nın Meclis Genel Kurulu’na getirlmemesi.[‡]
12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu.
Bunun sonucunda, yargının,“demokratikleşiyor” yaveleri altında, el hak, ciddi olarak siyasete raptının başarılmış olması.
Sözüm ona, demokratik yeni anayasa çalışmaları.
Hatırlamakta yarar var:
– Dünya ve Türkiye Betonarme yalanlarla yönetiliyor.
Görünen odur ki, yeni yargı yapısıyla Silahlı Kuvvetler halledilmiştir. Böyle olmasa Yeni Anayasa gündeme gelemeyecektir. Yürürlüğe katiyen konamayacaktır.
Bu çerçevede şu denklemi vazetmek, gayet yerindedir:
12 Eylül 1980 = 12 Eylül 2010.
Bu çerçevede 12 Eylül 1980 ile 12 Eylül 2010 arasında, üniformanın değişmesinden başka bir fark yoktur… Pentagon’a sadık generaller o gün kendilerince, ne kadar iyi niyetli idiler ise, bugün aynı odağa bağlı sözde dinci erbap, kendilerince, ilk bakışta o kadar iyi niyetlidirler. Oysa her iki “topluluk” da fena halde kullanılmışlardır, kullanılmaktadırlar.
Aynı bağlamda, artık Pinochet gibilere, ya da işte darbelere ihtiyaç hiç kalmamıştır. Çünkü medyayı ve finans çevrelerini kontrol edenler, aynı amacı, pakalâ sağlayabilmektedir.
Tanrıaşkına, 2010 Anayasa Referandumu’nda, bugün anayasada yapılmak istenen hangi değişiklik vardır ki, gündeme getirilmemiş olsun?
Maksat işte, esas olarak, 2010’daki Referandum’la, bugünkü korkarız ki, “bölücü anayasayı”oluşturabilmek üzere, Silahlı Kuvvetler’i, edilginleştirmektir.
Siyasetin demokratik zeminden uzaklaştırılması, %10 Barajı mevcut iklimin olmazsa olmazıdır.Demokratikleşmeyi konuşanlar, nedense bu arızayı ağızlarına almamaktadırlar.
Giderek genel temsiliyet bunalımı, partilerin içinde kuvvetler ayrılığının ortadan kaldrılması, dile hiç getirilmemektedir.
Giderek, devlet yönetiminde kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması, adı demokratikleştime olarak telaffuz edilen, karakter olarak ise, tam antidemokrat projenin başka temel bir parçasıdır.
Aynı çerçevede, siyasetin yine demokrasi kisvesi altında, “yalaka kültürüne” irca edilmesi büyük proje altında, sistemli olarak yürütülen bir alt uygulamadır.
Üniversite’nin, tıpkı inanç dünyasında olduğu gibi şekilciliğe ve biat kültürüne rapt edilmek istenmesi de, söz konusu projenin bir kesitidir.
Keza, iste 4+4+4 Projesi… Buradaki denklemi çok kimse görmüş, gençler özetlemişler: Genç İşçi, Genç Gelin, Genç (ama yukarıda anlattığım şekilcilik ve nakilcilik bağlamlarında yetiştirilmiş olacak), İmam…
Anlatılagelinen çerçevede, bugün Üniversite’de olanlar, 12 Eylül 1980 sonrası operasyonun devamı olarak, ortaya çıkmaktadır.
Üniversite, bugünkü iktidarla başkalaştırılmak isteniyor hiç değildir. Tersine evvelki yöntemlerle, bugünkü ve o zamanlar horlanmış olanların, tepkisine abanılarak, bugünkü iktidar eliyle başkalaştırılmaya, aklı başından çalınmaya, biata icbar edilmeye devam edilmektedir. Biz maalesef bu sürece boyun verdik, vermeye devam ediyoruz.
Yaratılmak istenen, Emeviyyeci, el pençe divan duran, yobaz üniversitedir.
Baksanıza, 1980 sonrası bile Üniversite, el hak, bugün olduğundan daha çok konuşuyordu!..
Türkiye’de Marksist tahlil tam çalışmaz. Çünkü emek ve sermaye ayrışmasının yanı sıra siyasi kavga esas olarak, göç izdihamında, yerleşik dinamiklerle, yerleşikleşmeye çabalayan göçer dinamiklerin, göç izdihahımda şiddetlenen çatışmalarıyla şekillenir ve siyasi damarları belirler. (Buraya, “göçmen, yani muhacir dinamikler”, ayrıca eklenmelidir.)
Marksist tahlil, tam çalışmıyor, çünkü bu, kuşkusuz çok değerli ve sömürünün matematiğini teşkil eden tahlil, şu ki, son toplamda, sınıflar oluşurken nasıl etkileşirler diye bakmaz; sınıflar oluştuktan sonra nasıl çatışırlar, bunu anlatır. Oysa bizde sınıflar tam oluşmamış ve oluşagiderken, etkileşliyor, kavga ediyorlar.Laik-Antilaik çatışması dahi buradan besleniyor, görüşündeyim. Böylesi bir çatışma, apaşikar, sınıfsal bir ayrışmayı işaret ediyor değildir. Şu ki, bu ayrışma, dışarıdan çok ehilce istismar edilmektedir.
Değerine gönülden inanarak ifade ediyorum, Marksist tahlilin bizde tam çalışmadığına dair savımın sebebi, derinde, görebildiğim kadarıyla, şudur:
– Batı’da sanayileşme kentleşmenin yegane motorudur, bizde değildir.
Bu çerçevede, Teletaş’ta, Netaş’ta çalışan sigortalı, sendikalı işçiyi; kente gelmesinden hemen sonra, siyasal mekanizmalar çerçevesinde, söz gelişi Kadıköy Meydanı’nda, bir büfe edinmiş genç bir göçer,toplumsal rahatlık bağlamında, çok hızlı geçebilmekte, onlarla bir sınıf dayanışmasını, hiç bir biçimde öne çekmemektedir.
**
Özetleyecek olursak… Türkiye, kendi “vebalimiz” elbette saklı olarak (nereden bakarsanız bakın) PKK, ya da darbecilerle değil, son toplamda, Pentagon’la uğraşagidiyor… Türkiye’de uzun zamandır değişmeyen tek bir vesayet vardır. Bu (sanılanın tersine), Silahlı Kuvvetler Vesayeti değildir. Pentagon Vesayeti’dir.
**
Bu durumda, hızlıca sıralarsak, yapılması (ya da yapılmaması) gerekenler, esas itibariyle, yukarıdan beri anlatılagelenlerden çıkıyor olup, şunlardır:
Durumu ifşa edeceğiz. Anlatacağız.
Diyanet İşlseri Başkanlıği’nın kaldırılması gerektiğini düşünenlere – demokratik süreçlerde, saygım, elbette saklı olarak ifade ediyorum – Diyanet’in lağvedilmesini, zinhar savunmayacağız. Bilhassa, aklarağmen nakli öne çeken Diyanet Anlayışı’na karşı çıkacağız. Diyanet’in aklını başına devşirecegiz. Diyanet İşleri Başkanlığı, bir Cumuriyet kurumudur, bunu unutmayacağız.
Üniversite’nin aklını kaptırmayacağız.
Tılsımlı kıvamlarda, omuzdaşlıklar kuracağız. “Emeğe saygıyı yükselten, şu ki göreneğe, inancına bağlı insanlarımız” ile, bilhassa, yan yana duracağız
Oyunu bozacağız.
Dilimize dikkat edeceğiz. Abartıya kaçmadan ama, anlaşılır Türkçe ile konuşacağız.
Örneğin, “laik, sosyal, demokratik hukuk devleti”, demeyeceğiz. “Aklî, dayanışmacı, özgürlükçü, hukuk devleti” diyeceğiz.
İran’ın vurulmasına, alet olmayacağız, buna aval aval, katiyen bakmayacağız.
“Kuran Kursları”na karşı çıkmayacağız, Kuran’ın mealiyle okutulmamasına karşı çıkacağız.
Güpegündüz, Kızkulesi’ne karşı rakı kadehlerini kaldırıp, hepsi hepi 100 metre arkamızdaki, inananlarıküstürmek pahasına, içki yasağını tam da bu dekor içinde protesto etme şapşallığını sergilemeyeceğiz.(Yoksa, her şey bir tarafa, göz göre göre tuzağa düşüyor oluyoruz.)
Türbanlı’ya, “Kızım sen ne istersen onu tak, ama neden sömürüye, faize karşı çıkmıyorsun?”, diyeceğiz.
Cami yapımına karşı çıkmayacağız, caminin, bilhassa yapım yerinden rahatsız oluyorsak, o zaman,“yapım yerini” eleştireceğiz. “Oraya değil, şuraya yapın!” diyeceğiz. “Sultan Süleyman, Süleymaniye’yi, Taksim’e ya da Çamlıca Tepesi’ne yaptırmayı bilmez miydi de, gitti, Haliç Sırtı’na yaptırdı?” diyeceğiz
Cumhuriyet’in inanaçla bir sorunu yoktur. Yobazlıkla vardır, bunu anlatacağız. Yeni Osmanlıcığın ne anlama geldiğini anlatacağız.
Konuların bir bütün teşkil ettiğini unutmayacağız..
Savaş makinasının uçakları Libya’da binlerce çocuğa bomba yağdırırken, besbelli ki, tam da civ civ önüne atılırcasına, önümüze, dikkatleri başka tarafa çekmek üzere atılan, “Dersim Olayı”nın üstüne, mal bulmuş mağribi gibi kapanmayacağız… “Örgütlü haydutluğa” çanak tutmayacağız.
**
Ah şunu bir idrak edebilsek:
– Bizim karakterimiz bağımsızlıktır.
Dipnotlar
[*] Durup duruken, Sultan Abdülmecit’in doğum gününü kutlamak… Abdülhamit İstibdadı’na karşı başkaldıranların, darbeci olduklarını, ileriye sürmek… Onlar’ı bir de istibdadın yanında durarak, “darbeci” ilan edenleri ise, demokratgöstermek… “Muhteşem Yüzyıl” gibi sıradan bir dizinin çeşitli kesitlerine, “Ecdadımız küçük düşürülüyor!”, diye karşı, avazeler (üstelik dizi bilmem kaçıncı halkasına gelmişken), çıkarmak… Bütün bunlar, nereden çıktı acaba? (Tepkiler, Yeni Osmalıcılık Mimarları’nın tepkileri olup, dışarıdan örgütlenmedi ise, doğrusu çok şaşırırım.)
[†] Bu olayın teknik olarak tek başına bizim içimizde vücut bulmuş şer odaklar tarafından başarılmayacağını, muhakkak dış yönlendirme ve destekle beslendiğini düşündüğümü, kaydetmeliyim. Bu konuda, keza yan konularda Meclis araştırması istenmelidir. Ne hazindir ki istenmemektedir!..
[‡] Söz konusu anlaşma, 2002’de ortaya gelmiş bir metindir. Bu metni Hükumetimiz 2010’da imzalamıştır. Ama metin, Meclis Genel Kurulu’na getirilmemektedir; anlaşma bu yüzden, yasalaşamamaktadır. Yasallaşsa oysa, mühürsüz, imzasız, çoğunlukla uyduruk olduğu ortaya çıkmış, bilişim verileri ve yalnızca bu veriler zemininde, bırakın özneleri yıllarca tutuklu bulundurmayı, giderek haklarında hüküm tesis etmeyi bir yana, bahse konu özneler hakkında tek bir“isnatta” dahi bulunmak mümkün olmayacaktır. Bu çerçevede, Ergenekon ve Balyoz davaları itibariyle yıllardır tutuklu yargılanan pek çok güzel insanımız behemehal özgürlüklerine kavuşacaklardır.