Önce insanlara koştum umutla, inançla; yakın, uzak demeden, koştum. Doğrulukları, güzellikleri, duyarlıkları, incelikleri konuşmak, paylaşmak istedim onlarla. Oluşturmuş olduğum duygularım, düşüncelerim, düşlemlerim üstüne söyleşmek istedim.
Yalnızca bunları mı?
Güzü, kışı, baharı, yazı, gecenin karanlığını delen yıldızları, onların ötesini düşünmemin yarattığı inanılmaz heyecanını da konuşmak istiyordum. Hüzünlü gün batımlarını, acıları da konuşmak istiyordum.
Yalnız bunlar da değildi istediklerim.
Bu saydığım duygu, düşünce ve düşlemlere ilişkin değişim ve dönüşümlerin hangi koşullarda, hangi çaba ile varlık gösterebileceğini de konuşmak, tartışmak istiyordum. Örneğin, sokaklarda yatıp kalkan çocukların, okulsuz, okumasız bırakılmış çocukların bu yoksunluktan kurtarılmaları için gereken engelleri aşabilmenin yöntemlerini de konuşmak, tartışmak istiyordum.
Duygu ve düşüncelerim iyi anlaşılsın diye, karşılaştığım her insanın gözlerinin ta içine bakarak başladım söze. Bir yandan anlattım, bir yandan da anlattıklarımın, karşımdakilerin yüzünde, gözlerinde, sözlerinde oluşturduğu değişimi ya da dönüşümü gözlemlemeye koyuldum.
O da ne?
Aradıklarıma, görmek istediklerime ilişkin bir iz, bir belirti göremiyordum yüzlerde, gözlerde! Umutlarım suya mı düşüyordu? Kapalı mıydı tüm umut kapıları? Gün ortasında Güneş kararıyor, gökyüzünde; her şey çözülüyor, tuzla buz oluyordu sanki. Yaşama sevinci, üzünçle yer değiştiriyordu. Ne yapmalı, ne etmeliydim şimdi? Bir yolu yok muydu bu karabasandan çıkmanın?
Gittikçe kabaran öfkem, aklımı sollayıp dizgini ele geçirmeye uğraşıyordu. İyi de neye yarardı, hangi sorunu çözebilirdi bu tür bir tepki?
Görme, işitme, dil engelliler arasında bile bir şeyler duyanlar, algılayanlar görülmüyor muydu? Bunlar arasından bile kendileri ve öbür insanlar için birçok saygın başarıya imza atanlar çıkmıyor muydu? İkide bir, demez miydim, “İnsan tükenmez.” diye. Eğer çok istiyorsam, duygu ve düşüncelerimi paylaşmaya hazır insanı ya da insanları bulmayı, umudumu yitirmeden, aramayı sürdürmeliydim. İnsanlar, benim karşılaştıklarımdan ibaret olmadığına göre, aradığım insanı ya da insanları bulabilirdim.
Bu ve bunların benzeri düşünceler aklımdan geçtikçe öfkemin yatıştığını duyumsadım. Dizgini kaptırmamayı başarmıştım, öfkeme.
Egemenliği aklım ele geçirince, daha rahat ve olasılıklı düşünmeye başlamıştım. Art arda sorular üşüşüyordu belleğime. Anlamak istemeyene, bir şey anlatmaya çalışmak ya da “Niçin anlamak istemiyor?” diye gerilmenin ne gereği vardı? Ayrıca, böyle bir hakkı kim vermişti bana? Bu düşüncelere tutundukça umutlanmaya, yeni çözümler düşünmeye başladım.
Peki, şu anda ne yapabilirdim?
Bulmuştum. En iyisi, yazmaktı bunları. Dileyen okur, etkilenir; dilemeyen okumazdı. Benim işim, yalnızca sunmak olmalıydı. Bugün, bu hafta, bu ay, bu yıl okuyan çıkmasa bile, sonraki yıllarda olasıydı, yazdıklarımın okunması. Yakın ya da uzak bir gelecekte bu yazdıklarımı okuyan ya da okuyanlar çıktığında gerçekleşebilirdi, istediklerim, özlediklerim. Ben görmesem de bilmediğim, bilemeyeceğim bir zamanda, bilmediğim, bilemeyeceğim kimseler, başka birçok insana benim bu duygu, düşünce ve düşlemlerimi yaymak için birer savaşım gönüllüsü olabilirlerdi. Böyle bir olasılığın bulunmadığını savunamazdı kimse. Bundan iyisi de can sağlığıydı.
Görüyordum ki umutsuzluğa asla yer olmamalıydı. Yaşamda her zaman birçok seçenek ya da olasılık vardı. İnsan, bunları düşünüp, umutsuzluğa sırt çevirmeli; umut kapılarını sürekli açık tutmalıydı.
Bütün bunlardan sonra, “Unutma!” dedim, kendime. “Umut her şeyindir senin. Otur şimdi, başla yazmaya.”