Çatışkının Çelişkisi

Sayı 17- Savaş ve Uygarlık (Kasım 2007)

Kişiler:

Cemil   :  Haber ve foto muhabiri, özgür çalışır.

Selçuk :   Bir AR-GE Merkezinde proje müdürüdür. Cemil ile üniversiteden arkadaştır.

Erbil     :  Sağlık teknisyenidir. Bir hastanede çalışır. Önce Cemil ile arkadaştır, sonra Selçuk’la Cemil aracılığı ile tanışır. Arkadaştırlar. Zaman zaman görüşürler.

[Karmaşık bir oda :fotoğraf makineleri, fotoğraflar, yazılar, gazeteler, kitaplar, yemek artıkları, dağınık giysiler; sigara kokusu, sabun kokusu, kağıt kokusu, insan kokusu karmaşığı bir salon, bir oda; toplu taşım araçları gibi Kapı, önce zil sesi sonra vuruş sesi ile titrer; Cemil kapıyı açar; gelen Selçuk’tur. Cemil çevreyi düzenlemeye uğraşmaktadır. Bir yandan da radyosunda istasyon aramaktadır.]

Selçuk :   Günün aydın olsun, Deklanşör Cemil, ne haber?

Cemil   :   Olursa olsun, ama olmuyor işte.

Selçuk :   Yine, dönemsel sarsıntına mı yaşıyorsun?

Cemil   :   Ruhum gibi, düşüncelerim de eriyor, çözülüyor, dağılıyor.

Selçuk :   Yalnızca onlar mı? Evin de biraz öyle gibi geldi bana, ha ha ha.

Cemil   :   Evim mi? Ben sadece burada yaşıyorum. Yüklüce bir kira ödeyerek.

Selçuk :   Evin yok, düşüncelerin ve ruhun da eridiğine göre. Eh başkaca da bir şeyin yoktu…Sahi, sana mülkiyetsiz diyebilir miyim?

Cemil   :   Neden? Üstelik ne öyle, edepsiz, şerefsiz der gibi… mülkiyetsiz?

Selçuk :   Evet, evet bence bu uydu, yakıştı, nasıl desem… ha evet, cuk oturdu sana.

(Kapı çalar, genç, orta boylu, uzun saçlı, kara gözlüklü biri girer; Erbil)

Selçuk :   Bak sen, demek yaşamayı öğrendin…yaşamdasın hala… gel bakalım, söyler misin?

Erbil     :   Neyi, kime?

Selçuk :   Sence şu bizim Cemil’e mülkiyetsiz desek, uygun ve ilginç olur mu?

Erbil     :   Senin üzerinde durmalı biraz bence…

Selçuk :   Neden, neyim varmış benim?

Erbil     :   Sen, bir tür şeye benziyorsun.

Selçuk :   Neye?

Erbil     :   Şu bizim hastanelerdeki, çok hastalı doktorlara.

Selçuk :   Çok hastalı doktorlar mı? Onların nesi varmış ki?

(Radyoda “çek  elini üstümden, dikenlerim incindi” şarkısı söyleniyordu)

Erbil     :   Onlar, onlar bir tür ilaç firmaları için çalışırlar.

Selçuk :   Nasıl?

Erbil     :   Çok hastaları vardır ama az kazanırlar.

Selçuk :   Eee.

Erbil     :   Eee si, bu nedenle ilaç firmalarının belirlediği ilaçları yazıp dururlar.

Selçuk :   Çok doğal değil mi bu?

Erbil     :   Doğal olmayan yanı şu; hastalığın nedenini yok etmezler.

Selçuk :   Ya! Ne yaparlar?

Erbil     :   Hastalığı iyileştirirler.

Selçuk :   Eh bu da bir iş, kötü mü?

Erbil     :   Her neyse anlayamazsın. Akıllısın ama anlayamazsın. Her zamanki gibi

Selçuk :   Sen benim soruma yanıt vermedin, şu zavallıya bak, her yeri karmaşık, düzene koymaya çalışıyor, radyoyu kulağına dayamış dinliyor ve ona verdiğim ikinci ad konusunda düşünceni söylemedin.

(Erbil, Cemil’e ona doğru döner, uzanır ve radyoyu elinden çeker alır)

Erbil     :   Sen özgür gazeteciliği sürdürüyor musun hala?

Selçuk :   (Gülerek) O ne anlar o işten, çalışıyormuş gibi yapıyor sadece.

Cemil   :   (Karmaşık ifadeli yüz hatlarıyla gözünü bir Erbile, bir Selçuk’a yöneltir) Evet sürdürüyorum, süründürerek, sömürülerek, çözülerek, çizilerek, gerilerek.

Selçuk :   (Oturduğu koltukta,  sağa sola yaylanarak, yüzünü buruşturarak) Vah vah, vay vay, oy oy oy.

(Radyoda ikinci şarkı başlamıştı; “derinden gelen ses, yüreğimi kirletme”)

Erbil     :   Neden öyle, çözülmek, çizilmek, gerilmek filan…

Selçuk: Çünkü o, sakıncalı?

Erbil: Sakıncalı mı? O mu? Neden?

Selçuk: Çünkü, bir kere, kötülüklerden söz ediyor hep.

Erbil: İkincisi?

Selçuk: İkincisi, belki daha da kötüsü; yorumlarında hep kötülüklerin nedenlerinden söz ediyor.

Erbil     :   Yani?

Selçuk :   Yanisi, kötülüklerin nedenlerinden ve o nedenlerin ortadan kaldırılabilir olmasından söz ediyor.

Erbil     :   Daha doğrusu, daha doğalı ne olabilir ki?

Selçuk :   Daha doğrusu, doğalı; sadece kötülüklerden söz etmeli.

Erbil     :   Anladım, ilaç firmalarının en pahalı ilaçlarını yazan, çok hastalı doktorlar gibi olmalı.

Selçuk :   Ya da benim gibi, evet işte bak anladın.

Erbil     :   Hımmm, sende bu nedenle ona “mülkiyetsiz” demek istiyorsun.

Selçuk :   Ama mülkiyetsiz değil mi? Üstelik tek mülkiyeti denebilecek, düşünce ve ruhuda çözülüyor, dağılıyor, eriyormuş. Öyle söyledi sen gelmeden önce.

(Cemil,söze karışır,yarı öfkeli, yarı sıkıntılı bir sesle, başını kaldırmadan)

Cemil   :   Evet öyle söyledim,çünkü, öyle.

Erbil     :   Bence olan biten öyle olan değil.

Selçuk :   Dinle bak, ünlü ruh çözümleyici, düşünce açımlayıcı konuşuyor. Dinle.. peh peh peh.

Erbil     :   (Sağ eli ile Selçuk’u göstererek) Bunun göremediği, aklını içine sokup kavrayamadığı, çevren çözülüyor, eriyor, çürüyor.

Selçuk :   Oh oh oh.

Erbil     :   Ama sen, ruhun ve düşüncen sanıyorsun.

(Cemil düzenlemeye ara verir, Erbil’e bakar; Selçuk ise koltuğa iyi yaslanır, dikkatlice bakar Erbil’e)

Erbil     :   Bu sana mülkiyetsiz derken, aklını satıp mülkiyet edinemediğini belirtiyor.

Çünkü bu akıllı. Anlıyor.

Seluçk :   Ha işte, böyle gerçeği arasıra bile olsa dillendirmen çok güzel.

Erbil     :   Anlıyorsun ama,

Selçuk :   Ama mı? Aması ne?

Erbil     :   Aması onu sürekli satıyorsun. Sattıkça, aklın işe yaramayan, kötülüklerin kaynağı oluyor.Sen ise satamıyorsun. Satamadığın için alamıyorsun. Alamadığın için mülkiyetsiz kalıyorsun.

Selçuk :   Ne akıl yürütme ama, pöh. Aklı varsa neden satamıyor.

Erbil     :   Satamıyor çünkü, aklını kendi işliyor.

Selçuk :   Benimkini başkası mı işliyor.

Erbil     :   Evet, tam olarak öyle. Sen, senden isteneni, istendiği ölçüde, istenene göre    işliyorsun.

Selçuk :   O, O nasıl yapıyor muş?

Erbil     :   O, öyle yapmıyor. Aklını gerçeğe göre yönlendiriyor. Gerçeği ulaşınca da…

Selçuk :   Gerçeğe ulaşınca da kendini yitiriyor değil mi?

Erbil     :   Gerçeğe ulaşan kendini yitirmez. Sadece önce tedirgin olur, sonra onu paylaşmak ister.

Selçuk :   Mülk edinmek için değil mi?

Erbil     :   Hayır gerçek için. Ama mülk edinmesi için, gerçeğin bir bölümünü, görünen yanını ver yeter derler. O ise gerçek bir bütündür der, inat eder, almazlar. Almayınca da, satamaz değil mi?

Selçuk :   Ya

Erbil     :   Satamayınca da mülk alamaz. Alamayınca da mülksüz kalır ve sen ona mülksüz dersin. İşte hepsi bu.

Selçuk :   (Kızgın bir gülümseyişle) Mülksüz değil, mülkiyetsiz dedim.

Erbil     :   Biraz çirkin sanki, mülksüze göre…

(Cemil, başını kaldırmadan konuşmaya girer)

Cemil   :   Evet evet ben de öyle dedim. Şerefsiz gibi dedim.

Selçuk :   Biz, seninle neden anlaşamıyoruz sence?

Erbil     :   Anlaşıyoruz bence, hem de çok  güzel anlaşıyoruz. Ama karşıt anlaşıyoruz.

(Selçuk, ayağa kalkar, gitmeye hazırlanır)

Erbil     :   Gitme hazırlığındasın.

Selçuk :   Evet, gitmeliyim, gel senide bir yerlere bırakayım. Bu yitik kardeşimiz düzene soksun.

Cemil   :   Evet  bugün bu işi bitirmeliyim iyice dağıldı.

Selçuk :   Kendine de benzer bir ilgi göstermelisin.

Erbil     :   Senin ilgiye gereksinim yok mu sanıyorsun.

Selçuk :   Çıkalım, kavgamızı arabada sürdürelim.

Erbil     :   Hoşça kal, mülksüz, iyi düzenlemeler.

Selçuk :   Yarın telefonlaşalım.

(Çıkarlar, Cemil yalnız kalınca, bir süre durur. Çevresine göz gezdirir.Radyoda bir başka şarkı “ellerim hiçliğine uzandı, hiçliğin sonsuz” Cemil, mırıldandı kendi kendine)

Cemil   :   Mülksüz, mülkiyetsiz, mesnetsiz, meymenetsiz, memnuniyetsiz…

(Gülümsedi. biraz hüzün yüklü)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir