Zorunlu Eğitimin Sorunları

Sayı 57- Ocak 2018

Anarşist bir yazar olan Catherine Baker, bu kitabında çocukların zorunlu eğitimi ile birlikte ortaya çıkan birçok soruna değiniyor. Kızı Marie’yi okula göndermeyen yazar Baker, zorunlu eğitime ve okullara karşı olup, bu konuyla ilgili gerekçelerini detaylı bir biçimde göstermiş. Kitabında gerek kendi gözlemlerinden çıkardığı sonuçlarla, gerekse çeşitli yazar, düşünürlerden alıntılar yaparak inceleme ve eleştirilerde bulunuyor. Kızına hitap ederek yazdığı bu kitapta eğitimde adaletsizlik, korku, standartlaşma gibi sorunları inceliyor. Bahsini ettiği sorunlar öylesine evrensel ve güncel ki katılmamak imkansız hale geliyor. Bu nedenle ben kitabı, eğitimi düşünen her bireyin okuması gerektiğini düşünüyorum.

Kitapta yer alan merkezi fikir, zorunlu eğitimin çocuklar ve hatta yetişkinler üzerinde çok çeşitli problemler yarattığı ve okulun ortadan kalkması gerektiği. Baker bu konu üzerine oldukça iyi bir şekilde yoğunlaşıp, birçokları tarafından sıklıkla eleştirilen zorunlu eğitim konusundaki sorunları anlamamızı kolaylaştırmış.

Öncelikle tüm bu tartışmaların merkezinde olan çocukları, önce toplumun sonra Baker’ın nasıl tanımladığına bakalım. Yazar, toplumda çocuk sözcüğünün geleceğin yetişkinini belirtmek için kullandığından bahsediyor. Fakat bu tanımı şu sözlerle eleştiriyor, “Çocuk, bir yetişkin taslağı ya da tasarısı değildir” ve ekliyor; “Çocuk şimdi, şu an var olan bütünsel bir canlıdır. O da bütün canlılar gibi her an ölebilir.” Baker, eğitimin belli bir görev üstlenmesini istemiyor. Çocuğun, toplum tarafından yoğrulup biçimlendirilen bir kil parçası olarak görüldüğünden bahsediyor. Bir canlının sırf çocuk olduğu gerekçesiyle yadsınmasına karşı çıkıyor.

Okulların, çocukların yetişkinlerle birlikte olmasını engellediğini, onların yetişkinlerden tümüyle ayrı tutulduğunu ve bir karantina ile onları toplumdan uzaklaştırdıktan sonra dünyaya salıverdiği düşüncesine katılan yazar, suçlular neden kapatılıyorsa, çocukların da aynı nedenle okullara kapatıldıkları düşüncesinde. Öğrenme sürecini yalnızca okulda yaşamak zorunda bırakıldığımızdan bahseden Baker, sadece yasal zorunlulukları bulunan çocukların değil, yetişkinlerin de okula gitmek zorunda bırakıldığı düşüncesini şu sözlerle aktarıyor, “Eğlenceyi, öğrenimi ve işi birbirinden ayrı tutuyoruz ve yaşantımız parçalara ayrıldığı sürece asla kendimizle bütünleşmeyeceğiz.”

Sık sık çeşitli düşünürlerden alıntılar yapan yazar, Faucault’ın sınavların bir disiplin aygıtı olduğunu savunan sözlerini alıntılayarak, bireylerin devletin malı olduğunu, bu köleliği kabul edecek biçimde yetiştirildiğimizden bahsediyor. Baker, kitabının altıncı bölümünde, öğretmenden bir yandan psikologluk yapması istendiğinden bahsediyor. Bu öğretmenlerin bazı çocuklara kişilik bozukluğu, hafif geri zekâlı ya da psikotik gibi tanılar koyma ‘cesareti’ göstermelerini eleştiriyor. Örneğin, öğretmen okuma zorluğu çeken bir çocuğa disleksi tanısı koyabiliyor. Oysa yazar, altı yaşındaki bir çocuğun okuma yazmaya yalnızca ilgi duymuyor olabileceği görüşünde.

Baker, pedagog ve psikologların düşüncelerine de bilimsel veriler ve yapılan gözlemlerin sonuçlarıyla karşı çıkıyor. Örneğin, psikologların okuma öğrenmek için en uygun yaşın altı olduğunu söylediğinden, ancak İsveç’te çocukların yedi, sekiz hatta dokuz yaşlarında okumaya başlatılmasıyla birlikte öğrenme sürecindeki zorluklardan büyük bir bölümünün aşıldığının gözlenmesi gibi.

Cinsel kimlik ile ilgili, kendisine katıldığım fikirlerini de şu sözlerle paylaşıyor yazar, “Gördüğüm insanların kadın mı erkek mi olduklarını öyle hemen, bir çırpıda teşhis edemiyorum. Çünkü bir insanın -erkek ya da kadın- kendini ne olarak gördüğünü öğrenmem gerekiyor; o insan kendini bir kadın olarak görüyorsa bence de kadındır. Ancak benim gözümde insanlar cinsiyetlerine indirgenemez.”

Yazar eğitim konusundaki bence en önemli ve büyük sorunlardan birini, adaletsizliği de eleştiriyor. İstatistiksel verilere dayanarak yaşam koşulları daha elverişli toplumsal kategorilere bağlı olan çocukların daha başarılı olduğunu, ortaokuldan sonra lise öğrenimine devam edebildiklerini ortaya koyarak, lisenin yalnızca zeki çocuklar için var olduğu algısını sert ama esprili bir dille yıkıyor. Bu yanlış algıya göre; kadınlar, siyahlar ve yoksulların aptal olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor, “…parası olan da zeka fışkıran bir beyin alabilir kendine!”

Okulu bir hapishaneye benzeten Catherine Baker’ın öğretmenler için de söyleyecek sözleri var elbette. Öğretmenleri de birer gardiyana benzetiyor. Baker, öğrencinin okulda “cezalar ve ödüller” üzerine yoğunlaştırıldığından bahsediyor. Bu ceza-ödül sistemini eleştiren yazar, burada sorumluluğun bir kısmının öğretmende olduğu görüşünde.  Ancak tüm suçu öğretmenlere yüklemiyor. Onların zorunlu eğitim sisteminin sadece bir parçası olduğunu düşünse de neden olduklarını düşündüğü zararları da göz ardı etmemekte. Öğretmenlerin öğrencileri istenilen kalıba soktuklarını belirterek, onların çocukları toplumsallaştırmalarını eleştiriyor. Öğrencilerle kendileri arasında bağ kurup, yenilikçi adımlar atarak, çocukların öğrenmekten keyif almalarını başarabilen öğretmenlerin de düzenin dışına çıktıkları için diğerleri tarafından yadırgandıklarını, dışlandıklarını ve hatta Milli Eğitim tarafından cezalandırıldıklarını anlatıyor Baker. 

Çocukları sevgiden değil, sevgisizlikten korumak gerektiğini düşünen yazar, sevgi yoksulluğunun, gezegenimize işkencelerin en korkuncu olan tecavüz kadar zarar verdiğini söylüyor. Bu nedenle de kızı Marie’ye yaşamının en güzel yıllarını saatler, günler, aylar boyu bir yerlere kapatılarak geçirmesine göz yummayacağını, istediği gibi sevmesini; oynayıp, koşup, dans etmesini öğütlüyor ve ekliyor, “Belki de gün gelir bir masanın başına oturup çalışmak istersin. Ama şimdi değil, daha sonra.”

Kızı Marie’ye, “Sen sensin Marie. Senin tek amacın kendin için var olmaktır. Seni kendin için var olmaktan alıkoyacak her şey sana aykırıdır,” sözleriyle seslenen Baker, her çocuğun hayallerinde sonsuzluğu yakaladığından, kurdukları dünyada çok güçlü ve mutlu olduklarından bahsediyor ve daha sonra bu çocukları ehlileştirmenin büyük bir yıkım olduğunu ekliyor, kitabın özeti niteliğindeki bu sözlerine.

Kitap içindeki düşünceler kimine belki aykırı görünebilir. Ancak ben kitaptaki ana fikri doğru anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Zorunlu eğitim sisteminin zorunlu tuttuğu şey, okulda öğrenmektir. Okulun çocukluk süresini kısalttığı fikrine katılan Baker ise öğrenmeye değil, içinde birçok problemi birlikte barındıran zorunlu eğitime karşı çıkmaktadır.

Melis Özge Akçaoğlu [1]


[1] Uludağ Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Almanca Öğretmenliği – 1. Sınıf Öğrencisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir