Trablus Muharebesi (Piyes)

Sayı 19- Din ve Din Öğretimi (Mayıs 2008)

Yazan:

Cafer CABBARLI

(Tiyatro)

[Trablus Muharibesi veya Ulduz]

Türkiye Türkçesine Aktaran:

Yaşar Ahıskalı

Bu oyun ve yazarı hakkında bilgi için lütfen tıklayınız

Kaynak: Cabbarlı Cefer. Menim Tanrım Gözelik. Bakı, 2000.

© Behlul Abbasov Bakü / Azerbaycan

Trablus’ta Türklerle İtalyanlar arasındaki savaşın tasviri

Beş perdelik trajedi

 

Oyun Kahramanları

Ramiz

Yıldız

Halit

Haris

Abdurrahman

Şemse

Şuayb

İzzet Paşa

Senusi

Enver

Cinner

Yaver

Bir subay

Arap

BİRİNCİ BÖLÜM

İstanbul etrafında dağlar arasında bir mağara. Haris ayakta, Yıldız ise rahatsız bir şekilde oturmuş.

Yıldız. Ah! Niçin Ramiz gelip çıkmadı? Akşamdan gittiler, sabah oluyor, hâlâ bu vakte kadar gelmediler. Allah’ım, başlarına bir şey gelmesin. . .

Haris. Neden sabırsızlanıyorsun? Gelirler, elbet. Diyelim ki gelmediler, ne yapalım?

Yıldız. Oh, Haris! Öyle söyleme. Yüreğim çatlayacak.

Haris. Yıldız! Ramiz bir hayduttur. Haydudun yaşaması zaten tehlike demektir. Her dakika ölüm korkusu var. Bu gün değilse yarın, öbür gün. Sonunda ya vurulacak, ya da tutuklanacak. Sen daha bir şey olmadan böyle huzursuzsun, ya öldürüldüğünü duyarsan ne yaparsın?

Yıldız. Kendimi öldürürüm! Benim bütün hayatım onun için değil mi? Ben sadece onun için yaşıyorum. Onsuz bir dakika bile nefes almak istemiyorum. Ah, hâlâ gelip çıkmadılar. Yarabbi, sen Ramiz’i koru! (dinler). Galiba dışarıdan ses geliyor. Belki de geldiler. (Gider)

Haris. Ah! Yıldız, sen Ramiz için yaşıyorsan ben de senin için yaşıyorum. Niye Ramiz senin gibi bir meleğe sarılır da ben sarılamam, niye? Haris insan değil mi? Yok yok! Yıldız benim olacak! Öyle sanıyorum ki, Ramiz ya vuruldu ya da tutuklandı ki, şimdiye kadar gelmedi. Şimdi tedbir almalı. Onun için de Yıldızı… (Yıldız üzgün halde girer)

Yıldız. Allah’ım, Ramiz niye gelmedi? Buradan bu kadar uzun ayrıldığı hiç olmamıştı.

Haris. Yıldız, niye böyle sabırsızlanıyorsun? Ramiz ve arkadaşları camiye namaza gitmediler ki, mutlaka geleceklerini bekliyorsun. Ramiz hırsızlığa gitmiş. Belki de vuruldu.

Yıldız. Hayır! Ramiz hırsızlığa gitmedi, Ramiz mazlumları savunmaya gitti. İkide bir ’’vurulmuş’’ demekten kastın ne? Beni daha fazla üzmek mi istiyorsun? Yoksa, sahiden böyle bir haber mi duydun?

Haris. Kastım seni her zaman, her şeye karşı soğukkanlı bakmaya alıştırmaktır. Yoksa, bir şekilde Ramiz’e bir şey olursa, kendini kaybedip başını belaya sokarsın. Başka bir Ramiz’le yaşamak mümkün olduğu halde!

Yıldız. Yeter! Bir daha benim yanımda böyle sözler söyleme, anlıyor musun? Ramiz’e bir şey olursa intihar ederim.

Haris. Bak, Yıldız, sana acıdığımı söylemek istiyorum. Bilmeni isterim ki, sana bir şey olursa, Ramiz’den başka da senin için kendini feda edecek birisi var. Yeter ki ona biraz cesaret ver.

Yıldız. Yanılıyorsun, defol karşımdan, şeytan! Sen Ramiz’e, kendi arkadaşına ihanet etmek mi istiyorsun? Hak yolunda mücadele edenlere hiçbir şey olmaz. Defol! Yüzüme nasıl bakabiliyorsun? Şimdi anladım. Sen burada kalmaya layık değilsin!

Haris. Yıldız, benim sözlerimi ihanet sanma. Sen bu dağlar arasında, engeller içinde, bense vatanımda büyük bir aşiret reisi, zengin bir adamım. Bu ince vücudu…

Yıldız. Defol! Uzak dur diyorum sana, şerefsiz! (Gider)

Haris. Yok, olmadı. Artık burada kalmak olmaz. Ramiz duyarsa beni öldürür. Yıldız söylediklerimi ona anlatacak. Ancak Ramiz bu kadar geç kaldığına göre vurulmuş olmalı. Onun için de konuyu açtım. Herhalde, başlanan şey bitmeli! (Bir şey görmüş gibi telaşla gitmek isterken Abdurrahman girer)

Abdurrahman. Haris, burada mısın? Niye Ramiz gelmedi? Bir şey olmasından korkuyorum…

Haris. Abdurrahman, gel seninle biraz konuşalım.

Abdurrahman. Dinliyorum.

Haris. Abdurrahman, sen Arapsın, değil mi?

Abdurrahman. Babam Arap idi, ben de ona benzer bir şeyim.

Haris. Şakayı bırak, dinle, söyleyeceklerim var. Sen de Arapsın, ben de. Burada sadece ikimiz Arap, dört tarafımızda ise Türkler! Onlar bizden birini incitirse, bizimkine yardım eder misin?

Abdurrahman. Mazlum kimse onu savunurum.

Haris. Ya özellikle bir Arap ise?

Abdurrahman. Ben ‘’özellikle’’ bilmem. Mazlum hangi milletten olursa olsun, mazlumdur. Ona yardım edilmelidir.

Haris. Öyleyse dinle, Abdurrahman. Biliyorsun ki, ben büyük bir aşiret reisiyim. Şeyh İdris gibi bütün Yemen diyarına hükmeden bir şahıs benim dayımdır. Ben Bingazi’de oturuyordum. Fakat, bu olay beni geçici olarak oradan alıp İstanbul’a gelmeye mecbur etti.

Abdurrahman. Onları boş ver. Bir şey söyleyecektin?

Haris. Dinle, ben İstanbul’a geldim. Seni çocukluktan tanıyordum. Seninle buluştum. Sen beni bu haydut mağarasına getirdin. İki aydır buradayım.

Abdurrahman. Burası haydut mağarası değil. Burada olanlar zulme karşı çıktıkları için cezalandırılıp, hükümet tarafından takip edilenlerdir. Onlar da mazlumları savunma heyeti kurmuşlar. Onun için burası hak taraftarlarının mağarasıdır.

Haris. Ne olursa olsun ismi haydutlar mağarasıdır. Bize “haydut” diyorlar, öyle değil mi?

Abdurrahman. Onun içindir ki, burası önceleri gerçekten de, haydutların yuvası idi. Biz de gelip onlara katıldık. Fakat, Ramiz geldikten sonra işler büsbütün değişti. Buraya gelen bir mazluma zulmettiğimizi gördün mü? Her zaman zalimleri ezip mazlumları koruduğumuzu görmüyor musun? Halkın sözüne ne bakıyorsun?

Haris. Her halde burada sadece ikimiz Arabız. Başkanımız Ramiz ve bütün yoldaşlarımız Türklerdir. Herhangi bir şey olursa, ikimiz, tabii ki birbirimizden yardım isteyeceğiz.

Abdurrahman. Burada hepimiz yoldaşız. Birisine gereken yardımı herkes yapmalıdır. Farz edelim ki ikimiz yardımlaşıyoruz. Söyle şimdi ne var? Bir şeye ihtiyacın varsa, başım gözüm üste.

Haris. Abdurrahman, Yıldız, kumandanımızın sevgilisi, beni seviyor. Ben de onu. Bu zamana kadar da sadece onun için burada kaldım.

Abdurrahman. Ne, Yıldız mı? Yıldız seni mi? Seviyor mu dedin? Hayır, hayır, yanılıyorsun! O, herkesi sever, herkesi güler yüzle, tatlı dille karşılar. Sen başka türlü görmüşsündür.

Haris. Ben çocuk değilim ki, beni seviyor diyorum sana. Hatta. . .

Abdurrahman. Asla! Yanılmışsın. Ya da yalan söylüyorsun. Yıldız mı? Seni ha? Rüya mı görüyorum? Sen Yıldız’ın kim olduğunu biliyor musun?  O bir Paşa kızıdır. Ramiz bir teğmen. Bunlar birbirini sevmişler. Paşa, kızını tabii ki, teğmene vermez. Bir de bu Yıldız sultan saraylarında şehzadeler tarafından hasreti çekilirken bile gitmedi. Halkın haydut dediği bu mahlukun arasına Ramiz’le beraber gelmeğe razı olmuş. Bu haydutlar, hayvanlar yürüyemediği dağların arasında, mağarada yalnız Ramiz’in hatırı için yaşıyor ve hayatından da memnundur. Babasını, annesini, ismini, hayatını bile yalnız Ramiz’e feda eden bir kız, şimdi seni mi seviyor diyorsun? Asla!..

Haris. Abdurrahman, Yıldız kim olursa olsun, fakat, bana inanmalısın. Abdurrahman, dış görünüş yüreğin aynasıdır.

Abdurrahman. Yüreğini de gördük! Kendi kumandanının, kendi arkadaşının helaline ihanet gibi bir namussuzluk ediyorsun, şerefsiz!

Haris. Abdurrahman!

Abdurrahman. Yeter, sus! Artık biliyoruz, arkadaşına ihanet eden bir haini bu mağara kabul etmez! Arap olduğun için sana dokunmuyorum. Sabaha kadar bu mağarayı terk et. Yoksa, seni it gibi mahvederim. (gider)

Haris. Bu da işe yaramadı. Fakat, işler zorlaştı (düşünür, aniden). Ha, ha, ha! Sen de git Ramiz’e şikayete. Ben kendimi kaybetmem Yıldız’ı alacağım, vesselam! (dışarıdan ses gelir.) İşte, galiba Ramiz geliyor. Ben şimdilik gideyim. Sonra. (gidiyor.)

Ramiz (dışarıdan). Hadi, kardeşler! Sabaha az kaldı. Gidin yatın, tatlı uykular! (Ramiz ve Halit girerler) Oh! Bu gün kendimden ne kadar memnunum. Yoruldun mu?

Halit. Tabii, efendim! Bu kadar çalıştıktan sonra insan yorulmaz mı?

Ramiz. Ben hiç yorulmadım. Zavallı Tevfik’in sevgilisini ağlayarak kucaklaması ve sevincinden dili tutulup teşekkür ederek, ayağıma kapanıp öpüşünü görünce kahroldum, ağladım. Ah, bir zamanlar ben de onun gibi sevgilimden zorla ayrılmıştım. Bu yüzden onu çok iyi anlıyordum. Gece gündüz bu yolda çalışsam yorulmam. Yıldız nerde acaba? Sevincimden kendimi o kadar kaybetmişim ki, Yıldız’ı göremedim. Hâlâ da nereye gittiğini sormuyorum. Halit, baksana Yıldız nerede? (Halit gider.) Ne yapmalı? Her şey bir korku yaratıyor. Hayatımız böyle, her dakikası bir azap, her azabı bir sevinç, her sevinci bir göz yaşı. Acaba, Yıldız nereye gitmiştir? Bakalım ne oldu? (çıkarken Halit girer.) Ne oldu? Halit, gördün mü?

Halit. Hayır, efendim. Abdurrahman ile gittiğini söylüyorlar.

Ramiz. Belki de geç gelmemden endişelenip beni aramaya gitti. Zavallı Yıldız! Sahiden de, ona çok acıyorum. Daha dün anasının koynundan ayrılan bu kızcağız, bu dağlar, kayalar arasında yaşıyor, sürekli bir azap, korku, tehlike içinde çırpınıyor, inciniyor. Onun bu halini görünce ciğerim parçalanıyor. Ama ne yapmalı? Ah, İzzet Paşa! Beni de bedbaht edip, dağa taşa attın, kendi kızını da! Ah, hâlâ da Yıldız gelmedi. Yüreğim daralıyor. Başına bir şey gelmiş olmasından korkuyorum. Halit, yorgunsun ama bir bak arkadaşlardan kim varsa birini onları aramaya gönder. Zahmet olacak ama. . .

Halit. Hayır, zahmet olmaz, efendim! (gider)

Ramiz. Zavallı Yıldız’ın benim için bu kadar incinmesi beni mahvediyor. Saraylarda şehzadeler ona hasret iken o, bu haydut adı taşıyan harabeye gelmiş, haydut denen bu kitle ile yaşıyor. Oh, haydut! Bu çirkin ad benim vicdanımı parçalıyor. Ben dün kimdim? Alnı açık bir asker! Bugün kimim? Yüzü kara bir haydut! Ne kadar çirkin bir ad! Ne kadar mazlumlara yardım ediyorum, zalimleri eziyorsam, zenginlerden alıp fakirlere veriyorsam, yalnız Yıldızımın hatırı için bu mağarada kalıyorsam da bu menfur adın üzerimde olduğunu düşündüğüm zaman varlığım sızlıyor, acılar içinde kalıyorum (Halit girer.)

Halit. Gönderdim, efendim! Doğru mudur diyorlar, nereye gitmek istiyorsunuz?

Ramiz. Halit, bu menfur haydut adını üzerimde taşıyamıyorum!

Halit. Biz ki, her zaman mazlumlara yardım ediyoruz. Boş verin ne diyorlarsa desinler.

Ramiz. Yaptıklarımıza bakan mı var? İnsanlara melekler gibi sevgi gösterip, peygamber gibi iyilik yapıyorsun, yine de sana haydut diyorlar. Namuslu bir adama bir defa bile haydut deseler, hayatı boyu vicdan azabı çekmesine yeter. Ne yapmalı, nereye gitmeli? Ah, İzzet Paşa, İzzet Paşa! Acaba, bu Yıldız neden gelip çıkmadı? Yoksa zavallıyı yakaladılar mı? Aman Allah’ım, çatlayacağım! Arkasından gideceğim!

Haris. (girer.). Ya reis! Birkaç kelime sizinle gizli konuşmak istiyorum.

Ramiz. Konuşunuz! Ne iştir? Benim Halit’ten, hatta arkadaşlarımızın hiç birinden gizli bir işimiz yoktur.

Haris. Ya reis, sözlerim son derece gizlidir.

Halit. Efendim, ben onsuz da yoruldum. Müsaade ederseniz, giderim.

Ramiz. Peki, hoşça kal! (Halit gider.). Söyleyin, yoksa Yıldız’dan bir haber mi getirdiniz?

Haris. Doğru anladınız, Yıldız’dan!

Ramiz. Zavallı Yıldız tutuklanmış mı? Hayır, hayır, şu an bütün İstanbul’u birbirine katıp ya Yıldız’ı kurtarır, ya da kendimi öldürürüm. Söyleyin Yıldız nerede?

Haris. Ya reis, söyleyeceğim. Yıldız’ın tutuklanması veya mutsuz olması hakkında değil. . . Sizin. . . Sizin. . . (susar.)

Ramiz. Söyleyiniz? Söyleyiniz, ne olmuş? Yüreğim daraldı!

Haris. Ey reis, biliyorsunuz ki, ben Arabım. Bilirsiniz ki, Araplar kendi reislerini ne kadar severler. Özellikle sizin gibi merhametli bir reisi! Bir de, birkaç aydır ben sizinle ekmek yedim. Yoldaş oldum. Söyleyeceklerim sizin için arzu olunmayan şeyler olsa da, bana kızsanız da, size olan muhabbetim ve yoldaşlık görevim beni açık konuşmaya mecbur ediyor.

Ramiz. Nihayet, konuşacak mısın? Yoksa beni azap ve intizar altında öldürmek mi istiyorsun?

Haris. Ya reis! Yıldız. . . (şeytani bir sesle geri çekiliyor ve cesaret edemiyormuş gibi susar.)

Ramiz. Ne olmuş? Yıldız vurulmuş mu?

Haris. Hayır!

Ramiz. Tutuklanmış mı? Tehlikede mi?

Haris. Ya reis, hayır?

Ramiz. Tamamen serbest mi?

Haris. Evet, ya reis!

Ramiz. Şükürler olsun, Allah’ım! Nihayet söylediniz, ne olmuş?

Haris. Ya reis, Yıldız… E, cesaret edemiyorum, doğrusu, size acı çektirmek istemiyorum. Bağışlayınız.

Ramiz. Bu ne tereddüt? Vallahi, biraz daha konuşmasanız, deli olacağım.

Haris. Söylemeye cesaret edemiyorum. Bırakın, bu bende sır olarak kalsın.

Ramiz. Ey Allah’ım! Bağrım çatladı. Beni işkenceyle öldürmek mi istiyorsun? Söylesene, emrediyorum!

Haris. Ya reis, Yıldız’dan… Yıldız’dan emin misiniz?

Ramiz. Anlamadım, açık konuşunuz. Ne demek istiyorsunuz?

Haris. Ya reis, Yıldız başkasını seviyor!

Ramiz. Nasıl? Yıldız başkasını mı seviyor dedin? !

Haris. Evet, ya reis! (Ramiz kızmış halde.)

Ramiz. Sus, melun! Yoksa şu an seni gebertirim.

Haris. Evet, ya reis! Gerçekler acı olur! Ben önceden biliyor ve söylemek istiyordum.

Ramiz. Allah’ım! Yıldız’da bana ihanet eder mi? Of… Yıldız… Yıldız…

Haris. Bu acı gerçeğin sizi kızdıracağını ve beni dinlemeyeceğinizi biliyordum. Fakat, benim size olan bağlılığımı, bu acı gerçeği dinlemeseniz de. . .

Ramiz. Gerçek mi? Söyle! Söyle! (üzülür.)

Haris (dışarıya). Kendini kaybetti. Şamar tam yerini buldu! (Ramiz’e) Ya reis! kızacaksan, konuşmayayım.

Ramiz (üzgün). Söyle!.. Söyle, dinliyorum!

Haris. Ya reis, Yıldız sizin helaliniz. Sizin helalinizin başkasıyla kırıştırması…

Ramiz (konuşmasını kesiyor.) Yeter! Allah aşkına sus, zalim! Benim hayatımı mahvettin, yeter! Ah, Yıldız! Yolunda çirkin haydut adını alıp bu vicdan azabı ile dağlara taşlara sürüklenen bedbaht Ramiz’i. Söyle! Kiminle?

Haris. Abdurrahman ile.

Ramiz. Allah’ım! İkinci darbe! Canım gibi sevdiğim bir adam! Abdurrahman kendini bana melekler gibi masum, peygamberler kadar da doğru gösteren bir adam! Abdurrahman… Böyle bir adamın da ihanetini gördükten sonra insanlara güven mümkün mü?

Haris. Ya reis, Abdurrahman Arap’tır. Ben de Arabım. Bilirsiniz ki, Araplar ne kadar birbirine tutkun olur, birbirini korurlar. Bakınız ne kadar size muhabbetim var ki, kendi hemşerimin, bir Arabın ihanetini gizlemeyip size söylüyorum. Ben bunun karşılığını almak için her ikisiyle de mücadele ettim. Mümkün olmadı. Gerçek şu ki, Yıldız’ın Abdurrahman ile nereye gittiğini bilmiyorsunuz. Belki de, gelip, sizi aramaya gittiklerini söyleyecekler. Amma…

Ramiz (sözünü keser.) Yeter! Ah, şanssız Ramiz! Yalnız onun için yaşadığın bir kız da, Yıldız da, sana ihanet ediyor. Artık niçin yaşıyorsun, öl! Ramiz, öl.

Haris (sessizlikten sonra). Ya reis! Dünyaya güven yok. İnsan bugün bir türlü, yarın başka türlü. Bugün dürüst, yarın hain. Bugün birinin yolunda hayatını feda eder, yarın aynı adamın hayatını yok etmeye çalışır. Bugün sever, yarın bıkar veya kaçıp gider. Bu gün birini sever, yarın diğerini. Dilde başka, yürekte başka. Sözde başka, işte başka. . .

Ramiz. Yeter, yeter! Artık benimki nasihati geçmiş. Abdurrahman. Ah, Yıldız, Yıldız.

Haris. (kenara). Bitti. Ölümden kurtuldum. Ok hedefi on ikiden vurdu!

Yıldız (gelir ve gülerek). Abdurrahman, çok memnunum, git dinlen. Ramiz’i sorguya ben çekerim.

Haris. Ya reis, ben gideyim. Gördünüz mü ne dedi? Sizin hayatınız için de korkuyorum. (Haris gitmek isterken Ramiz eliyle onu durdurur. Haris saklanır gibi bir köşeye çekilir. Yıldız onu görmez, sevinerek Ramiz’e doğru gider ve masumane bir sesle).

Yıldız. Ramiz, neden bu kadar geç geldin? Bilmiyor musun ki, zavallı Yıldız sensiz azap çekiyor.

Ramiz. Azap mı çekiyorsunuz, yoksa başkaları ile kırıştırıyor musunuz?

Yıldız. Bu nasıl söz! (bakınır, Haris’i görür.) Anlamadım, ah! Paşa kızı iken uğruna haydutlar mağarasına gelmeye razı olduğum bir adam, bir hainin sözü ile benden şüphe ediyor! Daima bir azap, korku, meşakkat içerisinde bu son mükafat! Ölüm! Ölüm böyle diri olmaktan daha iyidir!

Ramiz. Söyle, Abdurrahman’la nereye gittin?

Yıldız. Sen biliyorsun ya, sormana ne gerek var?

Ramiz. Abdurrahman’ı seviyor musun?

Yıldız. Seviyorum!

Ramiz. Ya beni? Beni sevdin mi?

Yıldız. Bir taraflı, bir renkli hayat insanı usandırır. Bir zamanlar seni seviyordum. O kadar seviyordum ki, vahşiler gibi dağlarda, çöllerde yaşamaya razı oldum. Şimdi ise usandım. Artık onu seviyorum!

Ramiz. Yeter! Allah’ım, Ramiz’in kurşunların parçalayamadığı yüreğini bir kadının sözleri ile mi parçalayacaktın? Of, kadınlar! Abdurrahman. . .

Yıldız. O suçlu değil. Ben onu seviyorum! O ise benim sevgimi geri çeviriyor.

Ramiz. Yeter! Git sevgilini de al, istediğiniz yere gidin. Git, artık bana gözükme!

Yıldız. Ben bir teğmene köle miyim ki, ona itaat edeyim? Seninle burada olduysam, onunla da burada olmak istiyorum.

Ramiz. Ah, alçak kadın! Konuşmaya nasıl cüret ediyorsun? (kalkıp boğazından tutar, elleri boşalır, bırakır) Ah, Yıldız, Yıldız! Allah’ım, benim ki, bütün varlığım, bütün hayatım ona bağlıdır! Haris, götür öldür! Ancak onu yaralama!

Haris. Ya reis, zehir ile (kendi kendine). Zehir yerine bayıltıcı. Bayıldı mı onunla beraber vatanım Trablus’a! İstediğim de bu! Gidelim!

Yıldız. Ha, ha, ha! Erkekler, erkekler! Yüreğiniz o kadar kötü ki, bu iftiraya inanırsınız. Benim saf sevgimi unutup sokaklarda gezinen kötü kadınlar gibi konuşursunuz! Böyle bir yerde yaşamak ölümden güzel mi? Haşa! Ölürüm! Sevdiğimden son mükafat! Gidelim, gidelim, hain! (giderler.)

Ramiz. Ah, Yıldız! Sevgi deye beslediğin alevli, yakıcı hislerinin sonu bu mu? Benim, ki bütün hayatım senin içindi. Zalim, şimdi sen ölüme mi gittin? Sus, ey benim yüreğim, niçin çırpınırsın? Niçin dövünüyorsun? Niçin inliyorsun? Senin sevgine hakaret ettiler. Seni sevmiyorlar! Ey, kara duvarlar! Niçin gülümsüyorsunuz? Mutsuzluğa mı? Hayır, hayır, ağlıyorsunuz, Yıldız’ıma yas mı tutuyorsunuz? Haris, cellat, yırtıcı! Nasıl da kıyıp o zarif vücudu öldürecek! O bir zamanlar sevgiyle çırpınan yürekciği susturacak! O sıcak bedeni soğutacak! Allah’ım, Allah’ım, bütün varlığım onun içindi. Ah, Yıldız, Yıldız! Bu taş yürekli korkunç insanın elinde ölmek için mi beni seviyordun? Yıldız! Yok, bırakmam! Belki yeni sevgi onu mutlu edecek, bu bana yeter! Bırakmam! (gitmek ister, durur.) Artık vakit geçti, bitti. Artık benim de yaşamam anlamsız! (intihar etmek ister.) Oh, yararsız, rezil bir haydut kendini öldürmüş! Yıldız!.. (Halit girer)

Halit. Efendim, Ahmet Rahmi gelmiş. Tevfik’i sevgilisiyle İstanbul’dan yolcu ettiğini söylüyor. (sessizlik) Efendim, Ahmet Rahmi diyor ki, bugün İtalya devletimize savaş ilan etmiş. Trablus’u işgal etmişler. İki kruvazör bizi habersiz bombalamışlar. Diyor ki, Trablus’ta askerimiz az, göndermeye yol yok, düşman kuvvetli. Bugün şehirde halk aşırı heyecanlıymış.

Ramiz. Buldum, Halit! Arkadaşları uyandır, yanıma çağır, söyleyeceklerim var. (Halit gider.) Güzel tesadüf, ölüm arıyordum, işte ölüm! O çirkin “haydut” adını silmek, yiğit bir asker gibi düşmanlarla savaşıp vatanım için ölmek! Pak askere iyi bir ölüm arıyordum. İşte bu, istediğim ölüm. Gönüllü gideceğim.

Halit (içeri gire.) Geldiler, efendim (arkadaşları gelir.)

Ramiz. Kardeşler! Siz de biliyorsunuz ki, ben çoktandır bir askere yakışmayan bu çirkin haydut adından rahatsızdım ve bu çirkin bir ad ile anılıyordum. Artık, kardeşlerim, ben bu adı taşımak istemiyorum! İtalya, devletimize harp ilan etmiş. Ben şerefli ölmenin yolunu buldum! Vatan yolunda ölmek gibi büyük bir saadeti ben çoktan bekliyordum. Zaman geldi ve ben gidiyorum. Kardeşler, kendinize başkan seçin.

Halit. Efendim, vatan yolunda ölmeye ben de gidiyorum!

Abdurrahman. Trablus sizden önce benim vatanımdır. Ben sizden de önce giderim!

Sesler. Ben de gidiyorum! Ben de! Ben de gidiyorum! Ben de!

Ramiz. Abdurrahman! Sen de mi buradasın? Hadi kardeşler! Madem ki, hepiniz vatan uğruna ölmek istiyorsunuz, gidelim! Elveda, ey kara duvarların arasında, haydut olarak Yıldızımın koynunda olduğum için bahtiyar olduğum mağara! Haydi kardeşler, gidelim!

Perde kapanır

İKİNCİ BÖLÜM

Bingazi. Zengin bir Arabın evi. Yıldız ve Şemse.

Yıldız. Ah, Şemse! O zaman benim bütün varlığım titriyordu. Bela ve işkence beni boğuyordu. Bu çirkin adın üzerime atılması, daha doğrusu, Ramiz’in buna inanmış görünmesi keskin bir hançer gibi bağrımı deldi. Ben onu aşağılamaya çalışıyordum. İstiyordum ki beni öldürsün. Sonradan her şeyi anlayıp pişman olacağını biliyordum. Günahı için yıllarca vicdan azabı çeksin istiyordum. Abdurrahman’ı seviyorum deyince, o… zavallı yıldırım çarpmış gibi çırpınıp:  ”Ya ben” diye bağırdı. Şemse, bu ses benim kulağımda hâlâ da çınlıyor! Oh, bu seste hem öfke, hem de göz yaşı vardı.

Şemse. Öyle adamı ben parçalardım! Fakat zavallı kendini kaybetmiş. Olayı anlatsaydın, belki anlardı. Erkeklere hanımlarının ihanet haberinden acı bir şey olamaz.

Yıldız. Kim derse desin, Ramiz bunu yapmamalıydı. Çünkü onun uğruna ne kadar azap çektiğimi biliyordu. Canımdan çok sevdiğim bir adamdan böyle bir şey görünce ölmek istedim. O da öldürmek istedi. Kıyamadı. Beni öldürmeyi senin kardeşine buyurdu. Zavallı son sözünde dayanamayıp, ”ama onu yaralama” dedi. Kardeşin mağaradan çok uzakta, bardakta bir ilaç verdi. Ben zehir bilip sevgilim tarafından son armağan diye, son damlasına kadar içtim. Meğerse, ilaç zehir değil, uyuşturucu imiş. Ayılınca kendimi onun kölesi ve vatanımdan çok uzakta gördüm ki, sonunda buraya geldik.

Şemse. Yıldız, o benim üvey kardeşimdir. O kadar adidir ki, fitnelerinden şeytan bile kendini kurtaramaz. Öz kardeşimin yerinde reis olmak için onu öldürdü. Sonradan geçici olarak buradan kaçtı. Kardeşimin öcünü almak istiyorum. Ancak o kadar uyanıktır ki, fırsat vermiyor. Hiç bir şey beni onu öldürmekten vazgeçiremez. Ancak seni o kadar sevdim ki, seni serbest bırakırsa, intikamdan bile geçmeye hazırım.

Yıldız. Şimdi ben öyle bir terslik yapmaktan pişman olduğum gibi onun da pişman olduğunu biliyorum. Hatta kendini öldürmesinden korkuyorum. Ah, şimdi düşünüyorum da, asıl suçlu benim. Zavallı ben, kendi sevgilimi zehirli yılan gibi kalbinden vurdum. Ah, bir kez Ramiz’i görseydim, hiç olmazsa özür dilemeye…

Şemse. Yıldız, seni onun elinden kurtarmak için bütün gücümle çalışacağım. Bunun için de ne kadar korkunç yol varsa, hatta onu öldürmek bile gerekse, sakınmam. Onsuz da yüreğimde kardeş acısı… Ne olursa olsun korkma! Ben Arap kızıyım, dediğimi yaparım!

Yıldız. Benim burada senden başka kimsem yok. Ben nere, İstanbul nere, Bingazi nere! Tek umudum sende, o da olmazsa , kendimi öldürmektedir.

Şemse. Yıldız, Arap kızları kocaları kadar metin ve yiğit olurlar! Şimdi Türklerle İtalyanlar savaştıkları için İstanbul’dan buraya bir çok gönüllünün geldiğini duydum. Sen rahat ol. Adam gönderip, belki Ramiz’i tanıyan birini bulup haber öğreneyim. Artık sen çok üzülme!

Yıldız. Git bacım, seni Allaha havale ediyorum, git belki Ramiz’den bana bir haber getiresin. Ah, ömrümün sonuna kadar senin kölen olurum. Köle, zincirlenmiş köle! (Şemse gider.) Ah, zavallı, bir bacı gibi benim için uğraşıyor. Fakat, o da güçsüz! Ah, Ramiz nerededir? Bir dakika ayrılığına, incinmesine razı olmadığın Yıldız’ın acılar içinde! Gel, sevgilini kurtar! (Diğer odaya geçer, Haris girer.)

Haris (oraya dikkatle bakar.) İzzet Paşa… Yıldız’ın babası… Gönüllü… İstanbul haydutları… Abdurrahman… Yıldız… Şemse… (şeytani düşünce ile ara sıra susarak sonra aniden bir şey bulmuş gibi kararlı) Burada da kalmak olmaz! Bingazi tehlikelidir! Gitmeliyim (ellerini bir birine vurur, Araplardan biri gelir. Emreder.) Arkadaşı kalsın, kendini yalnız bırakın! Artık dışarıdan içeri, içeriden dışarı kimseyi bırakmamalısınız. Yoksa… Çağır! (Arap sakince eğilip çıkar.) Galiba dayımdan mektup getirmişler (Şuayıb içeri girer ve eğilir.)

Şuayıb. Ya reis. Cerden, dayınız Şeyh İdris’ten mektup getirdim.

Haris. Hoş geldiniz, oturunuz. Önce dayımın emirlerini ve orada olan durumdan etraflı bilgi verin, sonra dinlenmeğe gidersiniz.

Şuayıb. Ya reis! Şeyh İdris’in eskiden beri Şeyh Senusi ile rekabette olduğunu biliyorsunuz. Epeydir bizimle Şeyh Senusi’nin arasında savaş oluyor. O güçlüdür. Ondan kurtulmak için Şeyh İdris İtalyanlarla irtibat kurmuş. İtalyanlar vaat etmişler ki, Trablus’u işgal ettiklerinde hakimiyeti tamamen bize verecek, yalnız ticaret işlerini ellerinde tutacaklar. Şeyh İdris de var gücüyle ve adamları ile onlara yardım etmeye söz vermiş. Şeyh Senusi ise bütün gücünü Türklerin emrine vermiş. Dayınızın tek bir varisi sizsiniz. Yani ondan sonra bu kadar büyük bir ülke sizin olacak. Onun için Şeyh İdris emrediyor ki, Trablus’a girip oradaki taraftarlarınızı bir araya getirip, İtalya komutanlığının emirlerini yerine getiresiniz. Bu da size inanmak için İtalya komutanlığının kendi imzası. Bu da dayınızın mektubudur. Ben de burada sizinle kalacağım. Fakat, buranın durumunu ve cevabınızı yazıp arkadaşlarımla göndermem gerek.

Haris. Burada Türkler, serçelerin karakuş korkusundan yuvaya doluştuğu gibi, Trablus’tan Derne’ye kadar her yerden kaçıp buraya, Bingazi duvarları arasına sığınıyorlar. Buradan kaçacak yerleri yoktur. Askerleri çok azdır. Gelmeye yer yok. Bu günlerde savaşmak niyetiyle İstanbul’dan buraya epey bir gönüllü gelmiş. Hatta diyorlar ki aralarında İstanbul’un haydutları da var. Bir de Enver bey gelip Şeyh Süleyman el Barani’nin tebligatı sayesinde Şeyh Senusi’nin yardımıyla Araplardan gönüllü topluyor. Ancak bana silahlarının olup olmadığını söylemediler. Korkarım ki, yağmurdan kurtulup doluya tutulmayalım. Türklerin elinden kurtulup İtalyanların pençesine düşmeyelim!

Şuayıb. Hayır, ye reis! Anlaşma yapıldı, hatta İtalyanlar birkaç milyon para verdiler. Şeyh İdris diyor ki, Arap toprakları Arapların olmalıdır. Türklerden ve Senusi’den kurtaralım. İtalyanlar sözünü tutmazsa, onları da kovalamak zor değildir, diyor.

Haris. (kâğıdın birini yere koyar, diğerini okur). Aziz yiğit bacımın oğlu! Bu mektup sana ulaşır ulaşmaz Trablus’a hareket et. Orada nasıl hareket edeceğini İtalya kumandanlığı ile konuşmuşuz. Bu hereketimiz gelecekte Trablus’ta bizim hakimiyetimizi sağlayacak. Acele et! Yaz! Mektup yaz ki, bu gün dediklerini yapacağım. Kendin de hazır bulun, bekle, gideceğiz. (Şuayıb gider.) İyi oldu, bu uğursuz Türklerden kurtulmak kolay değildi. Yok, yok, bura İstanbul değil ki, Türkler hakim olsunlar. Burası Trablus. Onu İtalyanlar alıp İdris’i hakim edecekler. Ondan sonra da Haris hakim olacak! Haris gibi bir reisin de Yıldız gibi bir hanımı olmalıdır. Yıldız’ın güzelliği bütün Afrika’da dilden dile dolaşmalıdır! Trablus’a hareket etmeliyim. Ancak şimdilik Türkler burada güçlüdürler. Şehirden çıkarken yakalanmamak için tedbir gerekir.(Şemse içeri girer.) Şemse, niçin geldin? Bir haber mi var? Söyle, Yıldız nasıl?

Şemse. Haris, ne zamandır ben sana kardeş demedim. Ancak bu gün Yıldız’ın hatırı için diyorum. Kardeş, gel sen onu bırak, yazıktır. Kalsa da sana bir hayrı olmaz. Ya kendini öldürür ya da çıldırır.

Haris. Şemse, ben Yıldız’a bir kötülük etmedim! Ölümü emredildiği halde kurtarıp getirdim ki, isterse bana hanım olsun. Bir suç işlemedim ki! (kendi kendine) bu kıza güvenemiyorum!

Şemse. Haris, hepsini biliyorum. Bizim ailede sen ne yaptınsa hepsini bağışlıyorum. (Haris tiksinir.) Ancak o zavallıyı serbest bırak! Çünkü dediğine göre, o, başkasını seviyor, Onun da seveni var!

Haris. Şemse, ben de seviyorum! Ya ben? Abla, Arabın kalbi yok mu? Ben insan değil miyim? Benim sevmeğe hakkım yok mu?

Şemse. Yok!

Haris. Niçin? Sebep? Bu Afrika çöllerinde olan vahşilere, yırtıcılara, hatta küçük sineklere bile birbirini sevmeği kimse yasaklamıyor da, niçin benim sevdiğime engel olsunlar? Sebep?

Şemse. Çünkü, onu senden çok seven var!

Haris. Şemse, bu benim elimde değil. Yüreğimi mi parçalayayım? Kendimi mi öldüreyim? Seviyorum, işte o kadar!

Şemse. Öldür! Kendine acıyorsun da, başkasına neden acımıyorsun? Vazgeç o zavallıdan! O, zaten bedbahttır.

Haris. (Yan tarafa.) Ah, hain kız, sabret! Seni de…Şemse, ben onu getirdim ki, istiyorsa bana hanım olsun, istemiyorsa gitsin! Engel olmayacağım.

Şemse. Doğru mu diyorsun, Haris? Gitmesine razı mısın?

Haris. Ne zaman ben sana yalan söyledim? Madem öyle istiyorsun, öyle olsun, ne diyebilirim ki? Onun gibi binlerce kız var, senin kalbini kırmam.

Şemse. Öyleyse, ben hemen onu İzzet Paşa’ya teslim edeyim.

Haris. Yok, yok! İzzet Paşa’nın burada olduğunu biliyor mu?

Şemse. Yok, galiba bilmiyor.

Haris. Onu İzzet Paşa’ya göstermek olmaz. O onun babasıdır. Yıldız ondan habersiz başkasıyla kaçtı. Onu görürse didim didim eder. Kalsın, kendimiz Ramiz’in yanına göndeririz.

Şemse:  Fark etmez. Öyle olsun! Kendinden sorarız. Herhâlde bir iki gün sabreder.  Kardeş artık senden çok memnunum.

Arap:  (İçeri girer). Ya reis! Gelen düşmandan kenti savunma hususunda İzzet Paşa’nın odasında toplantı var. Bütün Arap reislerini çağırmışlar. Sizi de oraya davet ediyorlar.

Haris:  (Düşünür). Geleceğimi söyleyin! Şemse, Yıldız gitmek isterse biz göndeririz. O, kendi çıkarını bilmiyor. Elden ele düşüp acı çekmesin!

Şemse:  Çok iyi…

Haris:  Şimdi ben İzzet Paşa’nın evine gidiyorum. Kendine de söyle, gitmek istiyorsa, ona bir diyeceğimiz yok.

Şemse:  Çok güzel! (Haris gider, fakat hemen kapıdan dönüp gizlenir.) Yok, biliyorum bu katilin yüreğinde insaf yoktur. Reis olmak için kuzu gibi kardeşimi öldürdü. Ancak bedbaht kızı ben kurtaracağım! (Arap içeri girer).

Arap. Hanım, Abdurrahman sizi görmek istiyor. (gider).

Şemse. Cevap getirmişler (gider, Haris saklandığı yerden çıkar).

Haris. Ah, melun kız! Seni öyle susturayım ki! İlk fırsatta kardeşini ebediyen susturan Haris, seni, üvey bacısını susturamaz mı? Hedefine ulaşmak isteyenlerin yüreklerinde acıma olmamalıdır. Olsaydı Muhammed’i öldürmezdim. Güzel, İyi huylu bir adamdı. Gece ikimiz bir odada yatarken güçlü parmaklarımı boğazına yerleştirip boğdum, öldürdüm! Onun yerine reis oldum. Bunun da elinde aciz kalmam! ! O, İzzet Paşa’nın yanına gittiğimi sanıyor. Hayır, İzzet Paşa’nın yanına koy Senusi gitsin. Haris ise… Her şeyin hazırlanmasını emrettim. Trablus’a gideceğim (ses gelir. Saklanır).

Şemse. (telaşla çıkar.) Ah, Allah’ım! Ne kadar mutluyum, Ramiz burada! Abdurrahman’ı gördüm. Yıldız, Yıldız! (çağırır, Yıldız girer.) Yıldız, bacım, korkma!

Yıldız. Ne var?

Şemse. Yıldız, Ramiz buradadır. Sağ salimdir, gönüllü gelmiş!

Yıldız. Ah, Ramiz burada mı? Ah, Ramiz (Şemse’nin boynuna sarılıp ağlar.) Şemse, kıyamete kadar Afrika köleleri gibi sana hizmet edeceğim! Şemse, bacım ölüyorum! Beni Ramiz’e ulaştır. Ah, Şemse, bana acı!

Şemse. Yıldız, korkma! Abdurrahman gelmişti. Ne kadar da iyi bir insandır. Haris beni aldatarak ‘bırakırım’ diyor. Ama biliyorum, yalan söylüyor. Abdurrahman’a söyledim. Belki o Ramiz’i geç buldu. Haris’in hilesinden korkuyorum. O, şimdi İzzet Paşa’nın yanına gitti. Şu an ben de gizlice gidip Türk karargahına haber veririm. Gelip seni kurtarırlar.

Yıldız. (tiksinir.) İzzet Paşa? Benim babam mı? Ah, fark etmez, bırak beni öldürsünler, yeter ki bu yırtıcıdan kurtulayım! Şemse, Allah rızası için beni Ramiz ‘e ulaştır! Eğer mezarımda mezar melekleri; ‘Tanrı kimdir?’ diye sorarsa, derim ki;   Şemse! Ah,  Şemse…

Şemse. Korkma, Yıldız, gidiyorum (gider).

Yıldız. Allah’ım, Ramiz’e bir şey olmasın! Yakındadır, belki şimdi gelir. Ah, yarabbi! Yüreğim daraldı! (eli göğsünde öbür odaya geçer. Haris çıkar).

Haris. Ha, ha, ha! Haris öleceği günü bilmiyor! Git! Sen karargaha yetişene kadar, Haris Yıldız’la kenti terk edip öyle saklanır ki, Azrail bile fenerle arasa bulamaz! Telaşlanma, Şemse! Lanet kız benimle kavga edersin, ha? Kabilenin şüphelenmesinden korkuyorum, acele etme. İlk fırsatta seni de… (Dışarıdan dört Arabı çağırıp geri döner).

Arap. Ramiz, gel, gel (Yıldız yıldırım gibi dışarıya koşar).

Yıldız. Ah, Ramiz! (Haris hemen Yıldız’ın boynunu kucaklayıp elindeki ilacı burnuna tutar. Yıldız bayılır).

Haris. Ha, ha! Bekle. Ramiz gelecek! (işaret eder Araplar onu götürür.) Hava karardı, gören olmaz. Söylediğim yolla kentin kenarına, oradan da Rahmal tepesinin eteğiyle Trablus’a doğru! Haydi! (giderler, Şemse, Ramiz, Abdurrahman, Halit içeri girer).

Şemse. Yıldız! Yıldız! Ya bu nereye gitti? Yıldız! (diğer odaya girer.)

Ramiz. Allah’ım, acaba bir daha Yıldız’ın o ince vücudunu, sevimli yüzünü görebilecek miyim! Oh, ben bedbaht bir iblisin sözüyle zavallı Yıldız’ı aşağıladım, acılar çektirdim (Şemse çıkar).

Şemse. Çok tuhaf! Bilmiyorum nereye kayboldular?

Ramiz. Oh, yine o vahşinin hilesi!

Halit. Sen Yıldız’a nereye gittiğini söylemedin mi? Belki fırsat bulup kaçmıştır?

Şemse. Mümkün değil. Dışarıda bekçiler var. Bir de, benim nereye gittiğimi biliyordu.

Abdurrahman. Yine o iblisin kanlı gözleri. Uğursuz gözlerimde soysuz ruhlar gibi canlandı. Her ne yapılmışsa, o yapmıştır (Ramiz mebhut duruyor).

Şemse (birden kağıdı bulur). Anladım, ah melun! Yıldız’ı alıp Trablus’a kaçmış!

Halit. Ah, zavallı Yıldız! Korkarım o vahşi kızgınlığından zavallıyı öldürsün!

Şemse. O katilden her şey beklenir.

Ramiz (ayılmış gibi). Önemli değil, sağ ol, bacım, sizden çok memnunum, bu kadar yakınlık gösterdiniz. Lazım olursam, her dakika hizmetinize hazırım. Hadi, kardeşler, gidelim! Sen de git, cani! Fakat emin ol ki, bulut ne kadar kalın olursa olsun, güneşin ışığını tamamen kapatamaz! Yıldırım ne kadar güçlü olursa olsun, bir saniyeden fazla sürmez!.. Deprem ne kadar güçlü olursa olsun, bütün dünyayı yıkamaz! Hile ne kadar güçlü olursa, her zaman alt edemez! Git, fakat emin ol ki, ruhlar gibi göğe kalksan, Azrail gibi Allahın sarayına kadar seni kovalayacağım. Keseğen gibi yere batsan, yıldırım gibi komayın duraklarına kadar seni takip edeceğim! Balıklar gibi sulara girsen, su perisi gibi Atlas denizinin karanlık derinliklerine kadar seni kovalayıp yakalayacağım ve sana kanıtlayacağım ki, hile ve zulüm ne kadar güçlü olursa olsun, onlara karşı iki kat daha güçlü savaşanlar her zaman mücadelesinde galip çıkar. O da hileye karşı hak, zulme karşı ceza! Haydi, kardeşler! (giderler).

Perde kapanır.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Elmünasire İstihkâmı. İzzet Paşa, yaveri, Şeyh Senusi

İzzet Paşa. (devam eder). İşte, Batı devletleri Revel[1] toplantısında İslam ülkelerini bölüp Mısır’ı İngiltere’ye, Kuzey İran’ı Rusya’ya, Fas’ı Fransızlara, Yeni Pazar sancağını Avusturya’ya, her yeri bir devlete vermişler. O zaman Trablus da İtalyanlara verilmiş, İngiltere, Rusya, Fransızlar yerlerini tutmuş gibidirler. Avusturya tutmaya uğraşıyor. Bu da İtalya.

Senusi. Öyle… Hazırlıksız işin sonu sıkıntılı olur!

İzzet Paşa. Bugün Trablus’u 24 saat içinde boşaltmak için ültimatom veriyorlar. Bu kadar az bir zaman bile bitmeden, iki gemimizi denizde bombalayıp, aynı gün üç yüz bin asker çıkarıp Trablus’u işgal ediyorlar!

Senusi. Güçsüz güçsüzlüğüne inanıp oturursa, daha da güçsüz olur!

İzzet Paşa. Güçsüz çalışırsa, birine, ikisine karşı çıkar. Yok, bütün dünyaya karşı… her tarafa bakıyorsun her kesin fikri aynı! Ezmek, ezmek, ezmek! Mümkün oldukça, fırsat buldukça ezmek!

Senusi. Doğru! Böyle oldu, böyle de olmalıydı. Böyle devam edersek, böyle de olacaktır!

İzzet Paşa. Evet, başka türlü de olamaz. Karanlık güneşe tabi olmayınca, gece de olacak, gündüz de! Ya hakikat silaha, ya da silah bir defalık hakikate tabi olmayınca güçlü güçsüzü ezmeye, güçsüz de mücadeleye çırpınacaktır. Fakat, önemli olan şu ki, düşman bir değil! Bir taraftan Avrupa’nın vahşileri, diğer taraftan da kendimiz! Tamam da, Şeyh İdris kendi adamlarıyla İtalyanlara yardım ediyor. Hangisiyle savaş etmeli? Gördünüz mü, o gün toplantıda ben; “Şehri teslim etmekten başka çaremiz yoktur’’ derken, Enver konuşmasında beni tersleyip topladığı üç dört bin silahsız, nizamsız gönüllü ile kenti müdafaa edeceğini söylüyordu. Fakat, bundan bir şey çıkacak mı?

Senusi. Gerçekten de! O genç benim de dikkatimi çekti. Onun için de kendi Araplarımı onun emrine verdim. Sözlerinde bir metanet, bir cesaret çınlıyordu.

İzzet Paşa. Enver demek, canlı cesaret demektir. Oldukça metin ve yiğittir.

Senusi. Demek, onun sadece cesareti az değil.

İzzet Paşa. Doğru, Enver yiğittir, cesaretlidir, fakat kanı çok coşkundur. Hiç olmazsa silahımız olsaydı. Çalışmasından hayır çıkacak mı, çıkmayacak mı? (Halit girer)

Halit (acele geçerken paşayı görüp şaşırır) Bağışlayın, paşam!

İzzet Paşa. Nereye? Ne oldu?

Halit. Paşam, komutanımızla Trablus’a doğru gidiyorduk. Düşman Derne’ye doğru silah götürüyordu. Biz az idik. Komutanımız emretti, düşman üzerine atılıp onları kaçırdık. Silahları; birkaç bin tüfek, mermi, top ve mitralyöz aldık!

Senusi. Galiba İdris’in Arapları için gönderilmiş?

İzzet Paşa. Belki de! Siz oraya niçin gidiyordunuz? Hangi bölüktensiniz? Düzenli ordudan mı?

Halit. Gönüllülerdenim, paşam! Bizim bölüğümüz yoktur. Biz ayrı bir birliğiz (arkadan).

Enver. Ne olursa olsun, kim olursa olsun, kimse yerinden kıpırdamayacak.

Senusi. Gelen Enver değil mi?

İzzet Paşa. Evet, o!

Enver. Onlar gidebilirler! Biz onlara zincirle bağlanmadık. Hadi, ne dedimse! (girerek, arkasına.) Herkes olduğu yerde. Paşam, ağırlıkları yüklüyorlar!

İzzet Paşa. Ben emretmedim, istemedim!

Enver (Halit’e). Gelmedi mi?

Halit. Ben hâlâ gitmedim.

Enver. Git, onu yanıma gönder. (Halit gider.). Hiç olmazsa, paşam, vaktinden önce kararınızı bilseydik!

İzzet Paşa. Son raporu bekliyorum. Fakat, herhalde durumun değişmesi mümkün değil.

Yaver. Paşam, rapor gelmiş, subaylar toplanmış, harp konseyi zatı alilerini bekliyor.

İzzet Paşa. Hemen şimdi son rapora bakacağız. Fakat, her halde kalabilmemiz çok şüphelidir.

Enver. Arada tereddüt varsa kalmaktan da bir fayda yok!

İzzet Paşa. Enver, oğlum! Siz çok sertsiniz. Bir defa durumu öyle dikkatle ele alın ki yüze beş yüz çekilmek mecburiyeti doğsun. Biz ölümden korkmuyoruz. Fakat, sonunda ölmekten ne fayda var? (Ramiz acele girer. Paşayı görür. İzzet Paşa da onu görür. İkisi de o an müteesir olur. Ramiz döner)

İzzet Paşa. Dur, nereye? Sen burada mısın? Ya o? (sessizlik.) Duyuyor musun, ya o?

Ramiz. Duyuyorum! O, sizin inatlarınızın alevlerinde! O, sizin rütbelerinizin, madalyalarınızın cehennemleri arasında!

İzzet Paşa. Öyle mi? Beni takip et!

Ramiz. Gerek yok!

İzzet Paşa (Yaver’e). Çadırıma götürülecek!

Ramiz. Ben değil, benim cesedim!

Enver. Paşam, ben onu size takdim ederim.

İzzet Paşa. Konseye gidecek, geliniz.

Enver. Son kararınızı bekliyorum, paşam! (İzzet Paşa, Yaver gidiyorlar.)

Ramiz, Paşaya bir şey mi yaptın?

Ramiz. Oh, beyim, ben yapmadım. Onun kendisi. O, benden kızını talep ediyor. Ama Yıldız’ı götürdüler, takip ettim. Orada da silahlara rastladım. Ama onu bulamadım! Kim bilir nerede? Oh, beyim, kime ne cevap vereyim? Ona mı, yüreğime mi, yoksa üstlendiğin göreve mi?

Enver. Yeter, korkma! Burada özel duruma kimse feda edilemez. Asker askerlik zamanı yaptıklarından sorumludur. Sen Trablus’a gitmek isterken durumu bana anlattılar. İzzet Paşa ile ben konuşurum.

Ramiz. O beni bir defa öldürdü! Bundan sonra da öldürecek olursa, ancak bir ölüyü öldürecektir ki, onun da hiç korkusu yoktur! Ah, niçin ben ona rastlayamadım! Allah’ım, bütün Afrika kanlarla boyanırken niye bana acıyorsun?

Enver. Bunların zamanı gelmedi. Hâlâ sorun büyük bir milletin şeref ve namusu üzerinde dönüyor. İzzet Paşa kenti teslim etmek istiyor. O, hain değil, fakat korkaktır. Şenusi’nin Araplarına silahlar dağıtılmış. Arkadaşlarını ayarla, askerler çekilirse kenti biz savunacağız. Son nefesimize kadar!

Ramiz. Beyim, son nefesimiz azdır! Ben isterdim ki, düşman atları vücudumun üzerinden atlarken bedenimin alevi de birkaç düşmanı yaksın!

Enver. Hadi, hazırlan! İzzet Paşa geldiğinde bana haber veriniz. Ben çadırda biraz düşünmek istiyorum.

Ramiz. Benim arkadaşlarım şimdi değil, her dakika ölüme hazırdırlar.

Enver. Öyleyse gidelim. Yaşamak ölmek için, ölüm yaşamak içindir! (giderler. Haris, Şuayıb, bir Arap çıkarlar)

Haris (Şuayıb’a). Bu daha güzel! O, yatmaya gitti. Bomba hazır! Çadırdan içeriye atar, hemen öteki Araplara koşulursun. Sen burada kimse tanımıyor. Artık hava karardı.

Şuayıb. Ya reis! Biz Araplar her işte basit hareket etmeğe alıştık. Bu ise bana çok zor geliyor. Enver’i, onun gibi bir kahramanı öldürmek? !

Haris. Şuayıb, benim de elim onun için soğumuş! Ben de isterim düşmanla yüz yüze açık savaşarak mağlup edelim. Fakat İtalyanlar biliyorlar ki, İzzet Paşa şehri savunamaz. Şehirde savaş olursa, ancak Enver edecektir. Onunda da yeterli gücü olmadığından bir şey yapamayacaksa da, önce onu öldürmekle binlerce askerlerini ölümden kurtarmak istiyorlar. Dayım onların emirlerini dinlemeyi buyurmuş. Burada zorluk da yok. İşte çadır! Galiba uyumuş.

Şuayıb. Her neyse, kıyamıyorum.

Haris. Şuayıb, deli olma! Enver, Türkiye’de Enver’dir. Arabistan’da ise hiçbir şey! (Ramiz ve Abdurrahman gözükürler)

Abdurrahman. Bunlar kimdir?

Ramiz. Dur, bu Haris değil midir? (bakarlar)

Haris. İnsan da her şeyden korkar mı? Cesur ol, Şuayıb!

Şuayıb. Ya reis, size de cesur olmak gerek. Siz niçin korkup gitmiyorsunuz?

Haris. Yok, ben korkmuyorum. Ancak gitmesi için böyle yapmam gerek.

Abdurrahman. O, yine o melun!

Ramiz. Evet, o, saklan! (saklanırlar)

Haris. Şuayıb, yine durdun. İmansızlık edilecek yer değil. Bak, orada kimse yok…

Şuayıb. Gidelim, ancak siz de yakında durun.

Haris. Onu söylemek gerekmez. Bir şey olursa yardıma geleceğim!

Şuayıb. Artık yeter! Gidelim, madem ki. söz verdim… Gidelim! Yalnız ona yardım olursa. . .

Haris. Ondan korkma! Bir şey olursa, bu Elmünasire istihkamından gölgem de gözükmez. Ecinni gibi ya göğe uçarım, ya da haydutların altına sokulurum. Korkma, Şuayıb gidelim (giderler, Ramiz ve Abdurrahman çıkarlar).

Ramiz. Ah, bu melun neler yapmaya müsteid değildir!

Abdurrahman. Adı ihanet olan her şeye, ancak dürüstlükten başka. . .

Ramiz (yaklaşır). Ah, melun! İhanete karşılık bir ceza vereceğim ki! Gidelim! (Giderler. Az sonra bağırtılar kopar, Şuayıb Abdurrahman’ın, Haris Ramiz’in elinde gelirler).

Haris. Ya reis, affediniz!

Ramiz. Melun katil! Bundan da alçak bir şey bulamadın mı?

Haris. Affedin, ya reis!

Abdurrahman. (Şuayıb’a) Yaptığınıza karşı ödül alacaksınız, öyle değil mi? İhanetin ne tür bir ödül olduğunu galiba bilmiyordunuz? Ben size öğretirim! İşte ödül! (bıçağı kalbine sokar)

Şuayıb. Benim bunda suçum yoktur, ya reis! (düşer ve ölür)

Haris. Affediniz, ya reis.

Ramiz. Melun! Patlatacağın bombanın Türkiye’nin kalpgâhında patlayacağını bilmiyor muydun? Ah, senin bütün varlığın, bütün canın ihanetten meydana gelmiş. Ele dokunacak bir zerresini bile bütün Atlas okyanusunun suyu ile yıkasan temizlenmez!

Haris. Affedin, ya reis, bilemedim. Bir de yemin ederim ki!

Ramiz. Yeter! Yemin etmek gerekmez! Tanıyorum seni. Ah, ellerime acıyorum. Bu kadar alçak bir iblisin kanı ile boyamak istemiyorum.

Abdurrahman. Ya reis, ben bu işi iyi yapıyorum. Siz Atlas denizi ile yıkayamayacağınız o çirkin lekeyi ben bir küfürle temizlerim! Bana bırakın, çekilin.

Ramiz. Hadi, Abdurrahman! (Abdurrahman yakılaşırken)

Haris. Ya reis, ya Yıldız? Beni öldürürseniz, Yıldız ne olacak?

Ramiz. Dur, dur! Ah, iblis! Zehirli hançerini yüreğimin ince noktasından soktun. Ah, hain, niçin onu bana hatırlattın! Allah’ım, sinirlerim sarsıldı! Yıldız! Söyle, katil. Yıldız nerede? Söyle!

Haris. Ya reis, beni öldürürseniz Yıldız da ölü demektir! Ben onu Trablus’a gönderdim. Bensiz onu ya öldürürler, ya kimseye teslim etmezler. Hiç kimse de bulamaz.

Abdurrahman. Konuştuklarının bir kelimesine inanırsam, alçak olduğun kadar aptal değilsin!

Ramiz. Pis. kanlı vahşi! Niye o zarif vücudu bu kadar acılara uğratıp incitiyorsun? Sen de merhamet yok mu?

Haris. Ya reis, bu defa beni affedin, onu kendim size teslim edeyim.

Abdurrahman. Melun, er geç bu bıçak senin melun kalbine saplanacaktır!

Haris. Ya reis, suçluyum, günahlarımı iyilikle temizlemek istiyorum. Affedin beni.

Ramiz. Abdurrahman, bırak! Hain, ona atacağın bombayı yüreğimde patlattın! Yıldız! Abdurrahman, söyle bu haini şimdilik korusunlar.

Abdurrahman. Gidelim hain! Fakat, sevinme, senin vücudun öğle yoğrulmuş ki, gelecekte ancak kendinden günah, başkadan ceza bekleyeceksin. Gidelim!

Haris. Teşekkür ederim, ya reis! Yeminimi yerine getireceğime bir daha yemin ederim! (giderler)

Ramiz. Allah’ım, bu cin midir, Azrail midir benimle karşılaştırdın? Oh, bu kadar şerefsiz, yüreksiz bir alçağın elinde benim zavallı Yıldız’ım. . . (Enver girer)

Enver. Ne gürültüsü bu, kim kavga ediyor?

Ramiz. Hiç, beyim, önemsiz şeyler.

Enver. Harp şurasının kararı açıklandı. Çekilecekler. Benim kararım da bellidir. Kalacağım! Benimle kalacak mısın?

Ramiz. Ben sizinle kalmaya gelmedim. Ben savaşa geldim. Savaş burada olacaksa, ben de burada olacağım!

Enver. Emret, gönüllülerden hiç kimse yerinden kıpırdamasın! İşte, İzzet Paşa da geliyor. O, çekilecek, fakat ben! Ben Bingazi’de iken yaBingazi Türkiye’de kalacak, ya İtalya müzisyenleri sevinç marşı ile cesetlerimizin üstünden geçip Bingazi’ye girecekler! Ramiz, durma!

Ramiz. Oh, o yine geliyor! (Gider. İzzet Paşa ve yaver gelir)

İzzet Paşa. Enver, hazırlan. geri çekileceğiz.

Enver. Uğurlar olsun, paşam! İyi yolculuklar!

İzzet Paşa. Siz çekilmeyecek misiniz?

Enver. Asla, bir karış bile!

İzzet Paşa. Durumu değerlendiriyor musunuz? Yüz elli bin savaşa hazır, nizami düşmana karşı on bin yarı silahlı askeri kırdıracak mıyız? Bunlardan ben sorumluyum!

Enver. Siz çekilebilirsiniz!

İzzet Paşa. Sen de. . .

Enver. Acaba, nereye? Bundan öte bir yer mi var? Atlas okyanusuna mı döküleceğiz, göğe mi uçacağız, yere mi gireceğiz? Rezil korkaklar gibi başı önünde İstanbul’a kaçmaktansa, bir asker gibi Bingazi’nin kumları altında saklanmak daha iyi değil mi?

İzzet Paşa. Ölmek olur, fakat sonuç vermez. Arapsız Arabistan çok mu lazım?

Enver. Mesele şu ya da bu değil. Türkiye’nin askeri namusunun çiğnenmemesi gerekir!

İzzet Paşa. Ben askerlerimin öldürülmesine izin veremem.

Enver. Nereye çekileceksiniz? Bakınız, arkada sonu, ucu gözükmeyen denizler dalgalanır. Çekilecek bir yer var mı?

İzzet Paşa. Bence, geri çekilip askerleri öldürmemek şartıyla anlaşma yapmalıyız.

Enver. Bence, öyle değil. Direnip hepimiz ölmek şartıyla Bingazi’yi savunmalıyız. Yolunuz varsa, siz çekilebilirsiniz (giderler).

Halit. Hücum var! Düşmanlar soldan altıncı tepeye saldırıyorlar (gider).

Bir subay. Paşam, saldırı var! Düşman merkezden hareket ediyor!

İzzet Paşa. Artık geri çekilme düzensiz kaçışa dönüşebilir. Saldırı beklenen zamanından önce oldu. Mecburen savunmalıyız. Karargahtayım (gider).

Enver. Paşam, şimdi gidebilirsiniz! Biz ise, ya İtalyan askerleri kadın çizmelerini yüreğimize basıp “yaşasın İtalya” veya Türk askerleri sert ayaklarını yerlere vurup yiğit sesleriyle bağıracaklar ‘’yaşasın hilal!’’ (dağa doğru atılır.) Hadi, kardeşler, korkmayın! (top sesleri duyulur)

Halit. Beyim, sol taraf devam edemiyor.

Enver. Diri olan herkes yerinden kıpırdamamalı! Haydi! (Halit gider.) Korkmayın, kardeşlerim! (top atılır) Sol taraftan çok müthiş bir saldırı var. Söyleyin İzzet Paşa’ya askerleri sağ taraftan saldırsın. (kumandanlar, toplar, mitralyözler.) Sol taraf dayanamıyor! (Ramiz girer.) Bir asker bile geri atılırsa, bütün savaş hattı bozulur. Ramiz, savaş ölmeyi becerenlerden korkar! Adamlarını al, sol cenah üzerine savunma için değil, tersine taarruz ile yıldırım gibi düşman hattını yarıp arkaya geçmelisin! Savaşın kederi şu anda ve sendedir.

Ramiz. Emin olun, beyim! Ölüme karşı asker gibi, düşmana karşı Azrail gibi gidiyorum! Ölmezsem, yalnız savaş hattını değil, düşmanın bağrını yarıp ileri yürüyeceğim!

Enver. Hadi, kardeşim! Sol cenah devam etmiyor. (gider, toplar atılır). Korkmayın, kardeşlerim! (kumandanlar, toplar.) Atın, atın! Ey medeniyyet adı altında bütün dünyayı kara güçlere tabi etmek isteyen ejderhâlâr, atın! O siyah zincirlerin atında beyaz çehreli, kara vicdanlı Batı durmuşsa, senin de arkanda zengin çehreli, parlak yürekli gelecek Doğu durmuştur! Haydi, atın! Sizden zülüm, bizden ödül! Tüh, merkezden birinci istihkamlar parçalandı. Asker devam edemiyor. Haydin, kardeşlerim! Biraz daha dayanırsanız Ramiz soldan hücum hattını yaracak. Korkmayın, kardeşlerim! Merkez eriyor! Toplar doğru nişan almış, asker dönüyor. Ateş! O karanlık dumanlar hilalin sert ışıklarını perdeleyemez! Aman Allah’ım, asker bozuldu. (kılıcı çekip yürür.) Dayanın, kardeşler! İleriye! (toplar, sesler, bağırışlar. Haris ve Arap içeri giriyorlar.)

Haris. Sen neredeydin?

Arap. Beni vurdular, yıkıldım! Ölü sanıp gittiler. Seni götürdükleri gördüm. Korkudan kıpırdayamıyordum. Sonra o, harbin gürültüsünden coşup seni bağladı, tüfeğini alıp ileriye yürüdü. Ben de kimse olmadığını görüp geldim seni kurtardım.

Haris. Kimse yok. Gel, durma, yoksa yeniden. . . (gidiyorlar. Enver yaralı, Şemse ve Halit girerler.)

Enver. Korkum yok. Düşman kaçtı, bana o yeter! Çıkarın beni oraya, savaşı seyretmek istiyorum.

Halit. Beyim, asker geri çekilecekti. Sizi görüp cesaretlendiler. Bir de Ramiz soldan düşmanın arkasına geçip topları susturdu.

Enver. Ramiz süngüsünü düşmanın ciğerine değil, savaş tanrısının gözüne sapladı. Çıkarın beni oraya (çıkarırlar.)

Ramiz (girer.). Kumandanım, düşman toplarını, silahlarını bırakıp kaçtı! Oh, beyim yaralandınız mı?

Enver. Ramiz, senin yiğitliğin bana yaramı unutturdu. Gel, kardeş alnını öpeyim! Düşman göz açmaya fırsat bulmamalıydı. Düşmanı takip ile Derne’ye doğru hareket edilecek!

Şemse. Abdurrahman sizinle gelmedi mi?

Ramiz. Kanlı kıyametler içinde dövüşürken gördüm. Oh, beyim, demir vücudunuzu öyle görmektense, daha doğrusu, Türkiye bağrında hançerler görmektense, göz bebeklerimde şarapneller patlasaydı!

Enver. Ramiz! (göğü gösterir.) Bak, görüyor musun? Bu hilal o düşman toplarının dumanları altında tutkun, mahzun bir halde bana bakıp sanki ağlıyordu. Şimdiyse aydınlaşmış, şafaklarının hafif nefesle sanki yaralarımı öpüp gülümsüyor. Demin çok alçakta ağlıyordu, şimdiyse yükseklere kalkıp gülümsüyor! Ramiz, dünya üzerinde tek bir Türk kalsa bile, onu deminki hale düşmeye aldırmayıp, süngüsü elinde, bombalar, şarapneller, kıyametler arasından bağırmalıdır:  Yüksel, hilalim, yüksel!

Perde kapanır.

DÖRDÜNCÜ PERDE

Trablus altında tarafsız bir hat. Şemse ve Abdurrahman.

Abdurrahman. Bingazi altında Enver’e suikast yapacakken onu yakaladık. Ama fırsatını bulup kaçtı. Oradan Derne’ye hücum ettik, aldık, sonra Trablus’a yürürken Ramiz aynı Şeyh Saleh’e hareket planı ulaştırmak, hem de Yıldız’dan bir haber öğrenmek için Trablus’a gönderildi. Daha doğrusu, kendisi gitti. Çünkü bize Yıldız’ın öldürüldüğü haberi gelmişti. Bir süredir ne Yıldız’dan bir haber var, ne Ramiz’den, ne de o vahşiden. Ne öldü haberleri var, ne kaldı.

Şemse. Ben Yıldız’ın ölüm haberini yine Haris melununun bir hilesi sanıyorum. Ama kendisi bilir. Ondan her şey beklenir! Şimdi ben gidiyorum. Şeyh Saleh’i görüp görevimi bitirdikten sonra onları arayacağım.

Abdurrahman. Şemse, Arap kadınlarından kurduğunuz gönüllü birlik Bingazi muharebesinde bugüne kadar büyük kahramanlıklar göstermiştir. Özellikle, siz kaç aydır ki, savaşıyorsunuz. Basit bir askerden İzzet Paşa’ya kadar, önce Enver, sonra Ramiz, ondan sonra sizi methediyorlar. Bu kahramanlığınız için herkes sizi seviyor! Bu görev her şeyden ağırdır. Bana dediler ki mümkünse ben de sizinle gideyim.

Şemse. Bana birisi ‘’Trablus’e git’’ demedi. Ben kendim yalvarıp bu görevi istedim. Bu yolun tehlikeli olduğunu biliyorum. Özellikle, Haris bile Bingazi’den bana kızgındı. Orada babamın taraftarlarının korkusundan bana dokunamadı. Şimdi beni görse, galiba bir şey yapar. Ancak hemen öleceğimi de bilsem, yine giderim! Çünkü söz bir, Allah birdir! Eğer o beni öldüremezse, ben kardeşimin, Ramiz’in, Yıldız’ın intikamını ondan alacağım. Gidiyorum! Allah ya ona verir ya da bana!

Abdurrahman. Şemse! Bu uğursuz duvarlar altında iki defa hücumumuz kırıldı. Ne ise, bu duvarlar arasına, düşman içine sizi yalnız bırakmağa korkuyorum. İzin  verin ben de geleyim.

Şemse. Abdurrahman, Allah alnımıza ne yazmışsa, o olur.  Yakalansam, Haris için düşman imzasıyla gelen yazı bendedir. Haris’in bacısıyım deyip, yazıyı gösterirsem beni bırakırlar. Ancak seni görürlerse şüphelenirler. Fakat, yalnızlıktan ne olacaksa olsun, korkmuyorum. İslam yolunda kafirlerle de savaşmazsam ne iş yarayacağım!

Abdurrahman. Oh, Şemse! Herkesin tek gitmesine razı olurum da, sizin tek gitmenize razı olamam.

Şemse. Niye?

Abdurrahman. Evet, niye? Söyleyemem, dilim tutmuyor. Allah’ım ne kadar zor imiş bir yüreğindeki duyguları olduğu gibi o birine söylemek… Hiç…

Şemse. Artık gidiyorum.

Abdurrahman. Gidiniz, ancak yüreğimde bir çok şeyler vardı, size demek istiyordum. Tüh, cesaret edemiyorum. Gidiniz, fakat, yalnız olmayıp mahzun bir yüreğin de sizinle olduğunu unutmayın!

Şemse. Abdurrahman, gidiyorum. Ancak Allah’a dua ediyorum ki, beni sizinle bir daha görüştürsün. Hem de galip ve muzaffer olarak. Sizi de bir daha görmek istiyorum!

Abdurrahman. Aman Allah’ım, o da beni seviyor mu?

Şemse. Abdurrahman, sonra…

Abdurrahman. Oh, Şemse, git! Ancak yüreğim… Ancak yüreğim yine size söyleyemiyorum.

Şemse. Abdurrahman, beni beğendiğinizi söylemek istiyorsunuz, değil mi?

Abdurrahman. Oh, Şemse, beğendiğimi değil. seni bütün varlığımla sevdiğimi…

Şemse. Ben bunu Trablus’tan görüyordum, biliyorum! Artık, Allah’a emanet olun! (gider.)

Abdurrahman. Aslan gibi yiğit, kaplan gibi sert, erkek kadar metin, fakat, yine dilber, yine sevimli! (gider. Karşı tarafta Haris)

Cinner. Haris, nasıl düşünüyorsunuz, şehre girebilirler mi?

Haris. Sormaya gerek var mı? Kıyameti Allah’tan önce Türkler dağıtsalar bile, yine yok edilecekler.

Cinner. Bekleyin daha. İki defa mağlup olmuşlar, bu defa da olacaklar. Ama bu defa güçlerini iyice kaybedip silahlarını yere bırakacaklar. O zaman aldıkları yerleri birer birer verecekler. Biz her bakımdan hazırız. Askerimiz lüzumundan çok, gemiler yerinde, birinci kumandan da Türklerin üzerine kurşun top değil, cehennem ateşi yağdıracaktır. Şimdilik bekleyen iki yüz bine kadar asker var.

Haris. Ben Türklerden çok korkmuyorum. Toplam 20 bin askeri var. Onun da çoğu yollarda, savaşlarda ölmüş. Sonradan onlara katılan bazı Arap reislerinin gücü ile yine 20 bin ancak olur.

Cinner. Her halde güçlerini yakalanan o esir de bilir.

Haris. Onu bana teslim edeceksiniz, değil mi?

Cinner. Siz gösterdiniz, biz de yakaladık. Cezasını size havale olunmasını istiyorsunuz, neden vermeyelim? Söyledim getirecekler. Burada sorgulayacağım. Belki şehirden hücum edilene kadar burada kaldım. Her halde, sonra size teslim ederim. Ne yapacaksanız, kendiniz bilirsiniz.

Haris. O aşırı derecede adi bir adamdır. O olmasaydı, Bingazi’de Enver öldürülmüştü, bu kadar savaş ve mağlubiyetlerimiz olmazdı. İzzet ne yapabilirdi? Savaşı idare eden Ramiz’dir. Orada cephe hattını yarıp arkamızdan darbe vuran ve toplarımız susturan da odur. Ben onunsevgilisini kaçırdım. O benim kanıma susamıştır. Belki de buraya arkamdan gelmiştir. Fakat, ben ondan önce onu kendi sevgilisinin önünde öldürmek istiyorum.

Cinner. Bu mudur, dediniz? O haydut dedikleri bu mudur?

Haris. Budur. Ne kadar alçaktır! Onu bir tanısaydınız!

Cinner. Buraya da topları susturmaya mı gelmiş? Siz nasılsa onu cezasız bırakmazsınız.

Haris. Bir dakika da olsa aman vermem. Onun şerinden kurtulmak için ben her şeye hazırım (dışarıya). Kendi diliyle Yıldız’a hakaret ettireceğim. Yıldız önceden de ondan şüpheliydi. Sonra onun ölümünü görüp ister istemez bana bağlanacaktır. (yüksek sesle) Rahatsız olmayın, ben ona öyle cellat gibi hareket edeceğim ki, ona öyle işkenceler yapayım ki, ne Yahudiler İsa’ya, ne Firavun Musa’ya, ne de Şeddad ibn Herge tebaasına yapmış olsun! Siz emin olun!

Cinner. İşte, getiriyorlar. Ama herif ne kadar da mağrurdur! Lakin az eziyet verirsen, ayaklarına yıkılacak.

Haris. Geliyor mu? Aha, ben biraz saklanayım. Siz onu sorguya çekeceksiniz, değil mi?

Cinner. Konuşturup sözünü aldıktan sonra teslim ederim.

Haris. Pek iyi! Ben saklanayım (saklanıyor. Ramiz’i elleri bağlı getiriyorlar).

Cinner. Ne kadar da sert, ne kadar da kahramanlara yakışır siması var! (Ramiz geliyor.) Sen Türk müsün?

Ramiz. Evet.

Cinner. Sorularıma tam doğru cevap verecek misin? Doğru cevaplarsan, bırakırım.

Ramiz. Ben bir askerim.

Cinner. Ne demek istiyorsun?

Ramiz. Demek istiyorum ki, ben bir Türk askeriyim. Türk askeri ölür, ama yalan konuşmaz!

Cinner. Ha, ha! Türk hırsızlarına bu kadar nezaket isnadından vicdanınız sıkılmıyor mu?

Ramiz. Adi canavar! Milletimin şerefine, göz bebeklerime hakaret ediyorlar da cevaba gücüm yok. Rica ediyorum, bana sen değil, siz diyerek hitap ediniz!

Cinner. Niçin? Sen kelimesini kendine hakaret mi sanıyorsun?

Ramiz. İnsan görmemişlere insanla nasıl konuşulması gerektiğini öğretmeği kendime vazife biliyorum.

Cinner. Ben miyim edepsiz?

Ramiz. Hayır, senin çevren!

Cinner. Sus! Sen nasıl terbiyeli olduğunu içeri girip selam vermediğinden ve rütbede senden büyük bir adamı ’’siz’’ kullanmaya mecbur ve hakaret etmeğe çalışmandan gördüm!

Ramiz. Ellerim açık olsaydı selam verirdim. Hakaret etmeseydin, hakaret olunmazdın!

Cinner. Ellerin açıktı, askeri yumrukla vurup kaçmak istemiştin. Her halde, bunları sonra konuşuruz. Şimdilik konuş, Türk ordusu kaç bindir? Onlara söylemediysen, bir Türk askeri gibi bana söyle?

Ramiz. Bilmiyorum.

Cinner. Niçin?

Ramiz. Çünkü ben onlardan çoktan ayrılmıştım.

Cinner. Türkler Derne’yi aldıklarında orada mıydın?

Ramiz. Oradaydım! O zaman ayrıldım.

Cinner. Nereye gittin?

Ramiz. Trablus’a geldim.

Cinner. Niçin geldin?

Ramiz. Milletimin, vatanımın yararına, düşmanlara karşı çalışmağa!

Cinner. Hangi yollarla çalışıyordun veya çalışacaktın?

Ramiz. Orası askeri sır olduğundan söyleyemem.

Cinner. Duydum sen buraya kendi sevgilinin peşinden gelmişsin.

Ramiz. O benim özel işimdir! Fakat, savaş tamamen milletime ait olduğu için ön plana koymuş durumundayım.

Cinner. Deminden beri böyle insan gibi konuşsaydın ya edepsiz herif! İyi, sen Türklerin şehre gireceklerine emin misin?

Ramiz. Bütün imanımla!

Cinner. Nereden biliyorsun?

Ramiz. Bingazi altında silahlarınızı bırakıp tavşan gibi çöllere dağılmanızdan! Şimdi de bu kadar güçle korkak tilkiler gibi yuvayasokulmanızdan!

Cinner. Öyleyse, niçin Türkler daha önce Trablus’tan kaçtılar?

Ramiz. Türklerin askeri gücü azdı, daha doğrusu, aralarında sizi tanıyan yoktu.

Cinner. Sonradan asker takviye mi geldi?

Ramiz. Gelmese de, önemli değildi.

Cinner. Niçin o az kuvvetle karşı koydunuz?

Ramiz. Biz önce karşımızda başlı ayaklı bir düşman olduğunu zannedip çekildik, sonradan uyumuşken öldürmek istediğiniz Enver gelip, karşımızdaki bir düşman değil, ancak ve ancak kadınlara secde eden ve keman çalmayı başaran Romalılar olduğunu anlattı. Biz de karşılık verdik.

Cinner. Onun için de tam göğsünden kemancılar tarafından yaralandı.

Ramiz. Hayır, Enver yaralanmadı! Enver yiğitliğine karşı savaş tanrısından ödül olarak bir madalya aldı.

Ciner. Yeter artık! Sana dili uzun olmak neymiş gösteririm!

Ramiz. Gerek yok, zaten sizi tanıdık!

Cinner. Medeniyetten uzak serseri bir millete o da azdır!

Ramiz. Medeni bir millet düşmanına, yakaladığı esire zincir vurmaz.

Cinner. Yoksa Türkleri medeniyette de bizden üstün mü biliyorsun?

Ramiz. Türkler medeni değil, insandırlar.

Cinner. Ya biz?

Ramiz. Medeniyet maskesi takmış vahşiler!

Cinner. Ha, ha, ha! Dil pehlivanları! Ya onlar nedir ve nasıl olmalıdırlar?

Ramiz. Onlarda savaşçı savaşçının şerefini ayaklar altına almaz! Savaşçı savaşçıyı eli bağlı karşısında tutmaz! Savaşçı savaştığı adama kadın gibi gülmez. Fakat, siz deminden beri eli bağlı bir adama seviyesiz kadınlar gibi gülüyorsunuz. Kimsiniz siz? Uygar maskeli vahşiler! Evet, tam manasıyla uygar maskeli vahşiler!

Cinner. Sus, alçak! Senin sadece dilin uzun. Ölümden başka hiçbir şeye layık değilsin. Al mükafatını!

Ramiz. Senin gibi canavarların yüzünü görmektense bin defa ölümü görmek iyidir!

Cinner. Al, işte ölüm!

Haris (atılır.). Durun! Ya ben? Bana söz vermiştiniz?

Cinner. Ben de sizi çağırmayı işaret ettim (Ramiz ürküyor.) Götürün bu melunu cezasına çarptırın!

Ramiz. Siz kim oluyorsunuz, kendinize bir asker diyorsunuz. Az da olsa sizde şeref varsa, öldürün beni, bu iblisin eline vermeyin.

Cinner. Son sözlerinde aşırılığa varmasaydın önceki cesaretin için, namusuma yemin ederim, seni sağ tutup ve sonra bıraktıracaktım. Şimdiyse, haydi! (Haris’e.) Yok et onu benim gözümden!

Haris (Ramiz’e). Ya reis, korkmayın! Ben sizi öldürmem! Ne biliyorsunuz ki, sizi serbest bırakmak istemiyorum? Gidelim.

Ramiz. Oh, iblis, def ol! Uğursuz görüntünle bana yaklaşma!

Cinner (askerlere). Götürün onu!

Ramiz. İşte bu sizin askerliğiniz, uygarlığınız, işte bu sizin insanlığınız! Bin defa gösterdiğinizi yine tekrar ettiniz. Bir daha gösterdiniz ki, sizin medeniyetiniz hakaret, zincir ve yine de zincirden ibarettir! (gider.)

Cinner. Ha, ha! Tuhaf, Türkler mağrurdurlar. Ne kadar da asabi! Onu ince bir söz hançerden daha beter etkiler. Onu sözlerimle öldürdüm.Onun cevapları keskindiyse de, soğukkanlılığı daha çok kesiyordu. Çok cesaret almışlar. Hele, durun, hücum etsinler! Etmeseler de, biz hücum edeceğiz!

Bir kişi. Aşağı derede büyük bir bölük silahlı Arap görülmüş!

Cinner. Hangi tarafta? (giderler)

Şemse. (çıkar). Oh, ne güzel tesadüf! Onu da gördüm, dedim. Ramiz’i de takip etmeliyim! (gider. Abdurrahman çıkar)

Abdurrahman. Yine de bir haber çıkmadı. Acaba, Şemse Şeyh Saleh’i buldu mu? Yoksa yolda yakalandı mı! İşte işaret! Sarı fişek. Allah’ım, yakalanmamış, haberi iletmiş! (geri çekilir, Enver’in arkadan sesi gelir)

Enver. İstikamet, karşıdaki kışlalar! Asker, hücum! (asker sahneden geçiyor, elinde kılıç.) Hadi, kardeşler, ileriye! (çeşitli kumandanlar, toplar, tüfekler. . .)

Perde kapanır.

BEŞİNCİ PERDE

Trablus. Şehir meydanlarından biri. Sahnenin yarısı. Haris’in odası.

Haris. Türkler şehri aldılar. O kadar ani oldu ki, çıkmağa hazırlanamadık. İtalyanlar da harp gemilerine sığınıp, Trablus’u terk ettiler. Şimdilik uzak köylerden birine çekilirim. Zaten burayı da ne cin ne de şeytan bulur. Yine de tedbirli olmak gerek. Ansızın buldular? Yıldız ilk iftiradan sonra Ramiz’i görmedi. Onun pişman olduğunu sanıyor. Bu defa da ondan hakaret duyarsa.. Büsbütün gururu çiğnenir, sonra benden başka kime varacak? Babasının korkusundan yalnız başına nereye gidecek? Ramiz’den kurtarmak kolaydır. Her durumda Ramiz’i götüreyim… (gider. Sokakta Abdurrahman ve Halit)

Abdurrahman. Oh, artık yoruldum, gücüm kalmadı. Kim bilir bu büyük şehirde hangi bodrumda sakladılar. Acaba, sahiden de, zavallıları öldürdüler mi?

Halit. Önce kendisi çöllere atıyor, sonra da bulmaları için ödül vaat ediyor. Eğer benim babam da böyle olacaksa, iyi ki, çocukken kaybolmuşum. Ailem yine aklıma geldi. Kim bilir, belki şimdi benim de annem, bacım sağdırlar, beni arıyorlardır?

Abdurrahman. Onu da Enver zorladı. Biliyor musun Enver Ramiz’i ne kadar seviyor?! Onu ne kadar bulmaya uğraşıyor. O gün İzzet Paşa, bulunurlarsa affedeceğine söz verdi. Şimdi o herkesten çok onların bulunmasına uğraşıyor.

Halit. İşsiz olunca ya öyle düşünür, ya da bu kadar uysal olur. Şimdi sen gel onu savaş sırasında gör. Sanki öfkeli aslandır. Gözlerine bakınca insanın ödü patlar.

Abdurrahman. Onları herkes bilir. Ancak Ramiz de bu savaşlarda büyük ad, şöhret kazandı. Gerçekten de, onu hak etti.

Halit. O, bu kez ölümü göze almıştı. İnsan ölümü istedi mi, her yerde göze çarpmaz! Atıyor kendini ateşin alevin içine, sonra kim der ki, bu yiğit değil?

Abdurrahman. Zaten, çok yiğit ve çok keskindir! Zaten İzzet Paşa da onun için onları affetti. Ah, biz onları bulup affedildiklerini paşa burada iken diyebilseydik, hepimiz ne kadar sevinirdik!

Halit. Yıldız’ı Ramiz’le babasının yanında görseydim, Allah’ım, ne olurdu? !

Abdurrahman. Evet, Paşa İstanbul’a gidecek. Çağırmışlar, yeni telgraf gelmiş, duydun mu? İstanbul’da devrim olmuş. İttihat ve Terakki komitesi yönetimden düşürülmüş, yerine Kamal Paşa sadrazam olarak ihtilal komitesi geçmiş.

Halit. Allah’ım, şimdi biz bunları nereden bulalım? Döndüğümüzde bulamadık demeğe de utanacağız. Çünkü mağrurca, nasıl olsa onlardan bir haber getireceğiz demiştik. Vallahi, bana öyle geliyor ki, Ramiz’siz dünya hiçbir şey!

Abdurrahman. Şehir Araplarından bazıları diyor ki, Haris bu taraflara geliyordu. Ancak nerede, hangi yerde, hiç kimse kesin bilmiyor. Ancak buralardadır diyorlar.

Halit. O, o kadar alçaktır ki, yerini bir adama gösterir mi? Gidelim, arayalım.

Abdurrahman. Gidelim! (giderler. Haris girer. Arkasından Araplar Ramiz’i elleri bağlı getirir)

Haris. Ya reis! Bingazi’de beni öldürmediniz. Onun için çok memnunum. Bakınız şimdi sizin hayatınız benim elimde. Şehir kimde olsa fark etmez. Burayı kimse bulamaz. Siz benim elimdesiniz. İstersem sizi hemen öldürürüm. Ancak korkmayın, iyi davranırsanız size dokunmayacağım. Ancak bütün dediklerimi yerine getirmelisiniz! O, benim haremimdir. Yalnız sizden korkuyor. Ama siz onu aşağılayıp geri çevirseniz hem kendinizi ölümden, hem de onu azaptan kurtarırsınız. Ya reis, duyuyor musunuz, de ki: Sen hainsin, Haris’i sevdin, kaçtın. Git, seni görmek istemiyorum! Bu kadar! Şimdi ben Yıldız’ı buraya getireceğim. Duyuyor musunuz, oldukça ağır sözlerle. Ya reis, yapacak mısın? (sessizlikten sonra) Ya reis, yoksa öldürüleceksiniz! Duyuyor musunuz?

Ramiz. Oh, şeytanın öğretmeni, ifritin dedesi! Öldür beni! Niçin bana işkence yapıyorsun, öldür!

Haris. Ya reis, sizi öldürmem. Siz Yıldız’ı seviyorsunuz. Onun mutluluğu için işkenceye razı olmaz mısınız? Ya reis, Allah’a yemin ederim, söylediklerimi olduğu gibi yerine getirmezseniz, gözünüzün önünde öldürürüm. Şimdi siz bilirsiniz!

Ramiz. Senin gibi bir adinin, alçak canavarın elinde kalmaktansa hemen ölmek iyidir. Artık canımdan bıktım, onu da öldür.

Haris. Ya reis, artık diyecek bir şey yok, gidiyorum! Yıldız’ı getireceğim. Şunu da bilin ki, onun her bir davranışı sizin korkunuzdan olacak… Gelecek korkunuzdan, yapma! Şimdi o benim haremimdir. Eğer onu öldürsem, günahı yoktur, sizin aksiliğinizden ve kıskançlığınızdan olacaktır! Anladınız mı? Şimdi siz bilirsiniz (gider).

Ramiz. Allah’ım, yarattıklarına büyük minnetlerle verdiğin iyilik bu mudur? Bundan da beter halin yok muydu ki, beni düşüresin? Bundan da adi, bundan da rezil bir mahlukatın yok muydu, beni buna düşürdün! Bundan daha ağır, bundan daha kara, bundan daha paslı bir zincirin yok muydu ki, kollarıma vursaydın? Ey insanlar, beni şefkatli anne gibi koynunda besleyip ısıtan güneş! Ey yıldırımlar bütün dünyanın yakıcı gücü! Çevirin bütün gücünüzü bahtsız Ramiz’in başına dökün! Güçsüz bedeni külleşinceye kadar, etleri dökülünceye kadar yakın! Ey güneyin korkunç yelleri, bahtsız Ramiz’in kara küllerinin her zerresini bir tarafa dağıtın! Ey dehşetli tufanlar, kasırgalar, kopun! Bahtsız Ramiz’in küllerini Atlas okyanusunun derin, karanlık diplerine götürün ki, o küller bile bu rezaleti görmesinler! (Haris girer, peşinde Yıldız)

Yıldız. Ah, Ramiz! (Ramiz’e taraf yürür)

Ramiz. Oh, zavallı Yıldız’ım, affet beni. . .

Yıldız. Ah, Ramiz, Ramiz! Zincir? ! (ağlıyor, çarpayı üzerine düşer)

Ramiz. Zavallı Yıldız’ım! Oh, sana neler etmedim! (bir dakika sessizlik. Abdurrahman, Halit sokağa çıkarlar)

Abdurrahman. Allah’ım, yoklar. Ancak diyorlar ki, bu aralarda olmaları gerek.

Halit. Dur dur! O, Şemse değil mi? İki kişiyle geçti.

Abdurrahman. Evet, o, gel! Allah’ım, o, gel (giderler).

Haris. Ya reis! Allah’ın kudretine, babamın kemiklerine yemin ederim ki, burada söylediklerimi yapmazsınız onu öldürürüm! Ben Cinner gibi hakareti kabul edecek biri değilim!

Ramiz. Oh, vahşi, yetmez mi? Ne bekliyorsun? Oh, Yıldız’ım, benim bunların suçlusu! Haris. Yeter artık! Vazgeçtim… Bana olmayan, hiç kimseye! Al, bu senin Yıldız’ın! (boğazından tutar, boğarken. . .)

Yıldız. Ramiz, affet beni!

Ramiz. Oh, ey kara zincirler! Vücudum parçalanıncaya kadar sizi sürükleyeceğim! Kırılmazsanız, varlığımı parçalayın! (zinciri kırar. Şemse girer)

Şemse. Oh, alçak, al! (bıçağı hemen Haris’in belinden saplar. Haris yıkılır. Abdurrahman, Halit girer. Yıldız boğulur)

Haris. Ah, öldüm!

Şemse. Öl, herkesin intikamı. . .

Ramiz. Oh, Yıldız’ım, Yıldız’ım! (üzerine atılır)

Abdurrahman. Ah, hepsi burada. Oh, Yıldız!

Şemse. Hâlâ sağ, su!

Halit. Oh, melun! (su getirmeğe gider. Yıldız su içtikten sonra ayılır)

Yıldız. Ah, Ramiz, burada mısın?

Ramiz. Korkma, Yıldız’ım! Sevgilinin kolları arasındasın. Sana bu kadar azap veren o melun rezil it gibi cezasına ulaştı!

Yıldız. Tanrım, şükür sana! Şükür sana, ey büyük Allah’ım! (ağlar)

Abdurrahman. Durun, sizi daha da sevindirmek istiyorum. İtalyanlar büsbütün Trablus’u bırakıp kaçtılar. İzzet Paşa Enver’in aracılığıyla veRamiz’in yiğitliği sayesinde sizi affetmiş! İkinizi de alnından öpmek için yanına çağırıyor.

Yıldız. Ah, Allah’ım, ne büyük mutluluk! Şükür sana yarabbi! Gidelim, Şemse, sen de bizimle, gel!

Şemse. Ben söylemiştim:  Zafer İslamın olursa, Şemse de Abdurrahman’ın olacak! Budur, zafer İslam’da, Şemse ise Abdurrahman’la muhabbet koynunda! (yakınlaşır)

Ramiz. Gidelim! Fakat, mutluluğun ne olduğunu şimdi anladım. Onu ne zengin saraylarda, ne parlak madalyalarda bulmak mümkündür. Saadet iki çarpan kalbin bir birine yaklaşırken, bir amaç peşinde koşarken çekilen acılardır ki, sonu tatlı ve değerli olacaktır! Hadi, gidelim! Sen de kal, iblis! Fakat, anla ki, o da işte ceza! Gidelim!

Perde kapanır

S O N

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir