Avrupa’daki faşizm ve ırkçılık kavramları, sosyal bilimciler tarafından genellikle II. Dünya Savaşı göz önüne alınarak 1930lu yıllardan itibaren gelişmişçesine yorumlanmaktadır. İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’daAdolf Hitler ve İspanya’da Francisco Franco gibi isimler[2] bu akımlar hakkında yapılan çalışmalarda hep ön planda tutulmuştur. Bunun asıl sebebi ise saydığımız şahısların faşist ve ırkçı fikirleri geniş çapta faaliyete geçiren yöneticiler olarak lanse edilmeleri ve aynı zamanda savaşın kaybeden tarafında yer almalarıdır. Peki, 20. yüzyılın ilk yarısını kana bulamış olan bu fikirlerin temelinde ne yatıyordu? Faşizm ve ırkçılık sadece İtalya, Almanya ve İspanya’ya mı hakimdi? Bir toplumun diğer toplumlara nazaran üstün olduğu, insanların sınıflandırıldığı, kendini üstün görenlerin diğer kesimlere hakimiyet sağlamasının doğanın kanunu olduğu gibi iddialar zamanla Avrupa devletlerinin siyasi kademelerinde kabul görerek nasıl meşruluk kazanmıştı?
Yukarıda sıralanan iddiaların siyaset, edebiyat ve cemiyet kulvarlarında popüler olması ve kendini üstün kabul eden toplumlar tarafından diğer halklara karşı uygulanan acımasız yöntemlerin doğal karşılanması elbette ki sıradan kişilerin ortaya atacağı fikirler değildir. Evrim teorisi ile adını duyuran İngiliz doğa bilimci Charles Darwin, bugün yeryüzünde yaşayan canlıların ortak ata canlılardan doğal seçilim[3]mekanizması ile evrildiğini öne sürerek biyoloji dalında yeni bir akım başlatmıştır. 1859’da yayınlanan “Türlerin Kökeni” ve 1871’deki “İnsanın Türeyişi” isimli çalışmaları ile adından söz ettiren Darwin’in bu tezi sosyal alana entegre edilmiş ve medeni insan-toplum olgusu, sadece ortam şartlarına uygun insan veya toplumların hayatta kalabileceği fikri üzerine inşa edilmiştir. Charles Darwin’in yanında önemli bir isim üzerinde daha durulması gerekir: Herbert Spencer. 19. yüzyılda yaşamış bu İngiliz sosyal bilimci “evrimcilik”[4] adı verilen akımın öncülerindendir. Bu kavrama göre, Rönesans, Fransız İhtilali ve sanayii devrimi gibi hadiseler sonucu batı coğrafyasında terakkivari durumlar yaşanmışken, diğer coğrafyalarda ise daha az gelişmiş medeniyet seviyesi gözlemlenmektedir. Endüstrileşerek gelişen batı dünyası “kültür halkları” kategorisine sokularak üst seviyeyi temsil ederken, gelişmemiş diğer halklar ise “doğa halkları” olarak lanse edilerek “kültür halkları”nın seviyesine ulaşmaya çalışan alt seviye toplumlar olarak görülmüştür.[5] Burada bahsi geçen halkların yaşadıkları coğrafyalar göz önünde bulundurularak insanların genetik özellikleri de etüd edilmiş ve toplumsal başarı seviyeleri hakkında fikir yürütülmüştür. Bu çalışmalar günümüzde etnik merkeziyetçilik[6] ve Avrupa merkeziyetçilik[7] akımlarıyla da etkileşim içindedir. Özellikle Avrupa medeniyetini dünyanın merkezi ve toplumların en üstün seviyesi olarak görerek diğer halkları aşağılama tavrının anlaşılması için sosyal darwinizm konusunun kökenine inmek şarttır.
Chicago Üniversitesi sosyal bilimler profesörü Quincy Wright’a ait “Savaş Üzerine bir Çalışma”[8] isimli eserde ele alınan 4 adet tespitin modern savaşların esas sebebi olduğu üzerinde durulmaktadır:
· Silahlanma seviyesi ve yarışı,
· Uluslararası hukuk çerçevesinde harp hukuku ve harp yönetimi,
· Toplumun anahatları,
· Medeni ve sanayileşmiş toplumlarının evrimi ile ahlaki değer sistemleri.
Son madde, direkt olarak savaşa müdahil olan milletlerin biyolojik özellikleri ve ahlaki değerlerini de göz önünde bulundurarak bu kavramların milletler arası çatışmaya sebep olabilme potansiyelini ortaya koymaktadır. Bu hadise, I. Dünya Savaşı sırasında öyle popüler olmuştur ki, İngiliz “Times Literary Supplement” yayını, Alman şansölyesi Theodore von Bethmann Hollweg hakkındaki bir yazısında savaşı Hollweg ve yakın ekibinin Darwinci zihniyet ile başlatıp başlatmadığını sorgulamıştır.[9]
Bu akımın İngiliz ve Amerikan edebiyatına olan etkisini de gözlemlemek mümkündür. Savaşın insan doğasının vazgeçilmez bir parçası olması, hakiki özgürlüğün üstün insanlar vasıtası ile mümkün olabileceği, demokrasinin bir palavradan ibaret olması, savaşın bir doğal seçilim yöntemi olması, kitlesel harplerin sadece milletler ve ırkların değil bireysel olarak insanların da baskın özelliklerinin gelişimine yardımcı olması, bazı ırkların üstünlüğü ve dolaylı olarak bu sözde üstün ırkların medeniyet seviyelerinin diğerlerine nazaran daha baskın olması gibi detaylar 19. yüzyıl sonlarındaki edebiyat dünyasında işlenmiş hususlardır. Hadiselerin satır araları incelendiğinde, sosyal darwinizm fikrinin sadece hayatta kalmak için gerekli olan mücadeleye biyolojik bir bakış açısı kazandırdığı değil; kendilerini üstün hisseden toplumların suçluluk komplekslerini bastırmak ve hatta ortadan kaldırmaya yönelik bir zihniyet yarattığı da söylenebilir. Daha detaylı açıklamak gerekirse, sosyaldarwinizm ekolünü benimseyen kişiler kendilerine kabaca şu soruları yöneltmiştir:[10]
“Doğa ve insan toplumunun yer aldığı dünyadaki tüm faaliyetler evvelden bilimsel yollarla organize edilmiş ise, o zaman günah kavramından nasıl bahsedilebilir?“
“Kendimizi üstün görerek alt seviye halklara uygulamayı sürdürdüğümüz faaliyetler kötülük olarak adlandırılıyorsa ve günah işliyorsak, neden cezalandırılmıyoruz da imparatorluğumuz sürekli büyümekte?”
İngiliz cephesinde sosyal darwinizm fikirleri hakkında yazılar yazıp kitleleri etkileyici faaliyetlerde bulunan kişiler arasında Rudyard Kipling,Cecil Rhodes, Charles Dilke, Alfred Russel Wallace[11], Thomas Hardy, Leslie Stephen, Algernon Charles Swinburne, George MeredithveJohn Rushkin gibi edebiyatçı, siyasetçi ve bilim insanları bulunmaktadır. Bu isimlerden birkaçının açıklamalarından örnek vererek nasıl bakış açısına sahip oldukları daha rahat anlaşılabilir:[12]
· Ruskin: “Şüphesiz bir yaratıcı var, ama ne yazık ki dünyadaki her şeye hakim olamıyor; emirleri işe yaramıyor!”
· Wallace: “Tanrı kötüyü cezalandırabilecek beceriye sahip midir? Cezalandırmak istemiyor mu yoksa? Yani insanların iyiliğini düşünmüyor mu? İyilikseverliğini icraatle gösterebilecek bir kudrete sahip değil mi? Eğer bunları gerçekleştiremiyorsa her şeye kadir değildir.”
· Kipling: “Savaş, doğal seçilim süreci içerisinde Tanrısal bir gereçtir. Britanya, savaş sayesinde yerkürenin beşte birine sahip olmuştur.”
Bu sözler dikkatlice incelendiğinde şahısların “inanç” kavramını sorguladıklarını ve bazılarının biyolojik kanunları teolojik olgular ile birleştirerek siyasi güçlerini sahip oldukları güzide özelliklere bağladıkları görülmektedir. Kabaca bu tarz sözler, yaşadığımız dönemde şahıs ve ülke ismi vermeden rastgele kişilere okutulup kimler tarafından yazıldığı sorulduğunda şüphesiz okültist[13] Nazi ideolojisini benimseyen birinin kaleminden çıktığını iddia eden kişi sayısı az olmayacaktır. Savaşı doğal seçilim çerçevesinde gerekli bir olgu olarak kabul ederek roman ve şiirler yazan Rudyard Kipling’in 1907 senesinde edebiyat dalında Nobel ödülü alması da altı çizilmesi gereken önemli bir hadisedir.[14]
Sosyal darwinizm ideolojisinin doğduğu yıllarda dünyaya gelmiş olan ve distopik[15] romanlarından tanıdığımız Herbert George Wells,Aldous Huxley ve Jack London gibi yazarların eserlerine bakıldığında totaliter rejimlerin eleştirildiği anti-ütopik tezlerin işlendiği görülmektedir. Bu yazarlar, dünyaya egemen olan tek bir devletin hüküm sürdüğü hayali bir ortamdan yola çıkarak sosyal mesajlar vermeye çalışmışlardır. Distopyanın en önemli temsilcilerinden George Orwell ise unutulmaz eseri “1984”te, ırkların doğuştan birbirine nazaran bir üstünlüğü olmadığını ve ırkçılığın önünün kesilmediği takdirde oluşacak bir totaliter rejimin dünya toplumları için felakete dönüşebileceği tezini işlemiştir.[16] Görüldüğü gibi, sosyal darwinist fikirlerin egemen olabileceği dünyayı eleştiren ve çoğunluğu İngiliz olan aynı dönemde yaşamış bilim-kurgu yazarları da mevcuttur.
20. yüzyıl başlarında, I. Dünya Savaşı’ndan evvel, dünyanın yaklaşık beşte birine hükmederek sömürgeci zihniyeti en azami düzeyde tutan Britanya İmparatorluğu’nun ‘üzerinde güneş batmayan devlet’ rüyasını sürdürmesi için yayılmacı ve sömürücü politikalara devam etmesi gerekiyordu. Bu evrede sosyaldarwinist fikirlerin siyasette de etkili olduğu açıkça gözlemlenebilir. Afrika ve Asya halklarını alt seviye insan topluluğu olarak göstererek yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kullanıp anakıtadaki medeniyeti yüksek mertebede tutmaya çalışan zihniyet, kendini üstün özelliklerle donatılmış ve doğal olarak alt mertebedeki insanlara üstünlük kurma hakkına sahip hisseden bir toplumu yönlendirmiştir. Güney Afrika’daki elmas madenlerini işleterek bugünkü dünyanın önde gelen elmas üreticilerinden olan “De Beers” firmasının kurucusu ve bu bölgedeki İngiliz sömürgesi Cape Parlamentosu’nun başbakanı olan Cecil Rhodes’un şu sözleri ırkçı görüşteki İngiliz zihniyetinin nelere cesaret edebileceğini açıkça ortaya koymaktadır:
“Bu dünyanın ilk ırkının bizler olduğuna ve yeryüzünün ne kadar geniş coğrafyasına hükmedersek insan ırkı için o kadar iyi olacağına gönülden inanıyorum. Amacımız Britanya İmparatorluğu’nu genişletmek, tüm medeniyet yoksunlarını Britanya egemenliği altına almak ve Anglo-Sakson ırkının mutlak hükümsürdüğü daha büyük bir imparatorluğa sahip olmak için Amerika Birleşik Devletleri ile birleşmektir. Ne güzel bir rüya! Gerçekleşmesi tabi ki mümkündür!” [17]
1894 senesinde piyasaya çıkan “Sosyal Evrim” kitabı ile İngiliz sosyolog Benjamin Kidd, İngiliz emperyalizmini biyoloji ile yorumlayarak konuya etnik boyutun yanı sıra dini unsurları da eklemiş ve Hristiyanlığın İngiliz toplumunun yüksek medeniyet nazarında önemli bir etken olduğunu savunmuştur.[18] 1897 yılında İngiliz tarihçi John Beattie Crozier imzasıyla yayınlanan “Entelektüel Gelişim Tarihi: Modern Evrimin Anahatları Hakkında” isimli çalışmada otoriter yönetim ve şiddet kavramları birleştirilerek, alt seviye toplumların üst seviyedekilerin emrine girmesi gerektiği ve hükmeden medeni toplumların alt seviyedeki insanlara karşı şiddet uygulamasının gerekliliğinden bahsedilmiştir.[19]
1899-1902 yılları arasındaki Güney Afrika Savaşı[20] sırasında sosyaldarwinist düşünce ivme kazanmıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin kuzeyindeki Transvaal bölgesinde bulunan maden kaynakları uğruna Hollanda sömürge devletine karşı başlatılan bu savaş Britanya İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı öncesi yer aldığı en ciddi muharebedir. Mücadele ettikleri düşmanlarının Hollanda’dan göç eden Flemenk asıllı Avrupalılar olması ve o dönemdeki ırkçı-emperyal düzeydeki yayınların da etken olması İngiliz ırkçılığının Avrupa kıtası içindeki diğer milletlere de karşı olduğunu göstermektedir. [21]
1904 senesinde siyasetçi Charles H. Harvey tarafından neşredilen “Britanya Politikasının Biyolojisi” isimli eserde sosyal darwinist emperyalizmin tüm argümanları ele alınarak, biyoloji bilimindeki kanunların siyasete uygulamasının gerekliliği ve büyük siyasi güçlerin doğa bilimindeki kanunlara sadık kalarak yükselebildikleri tezi işlenmiştir.[22]
Bahsi geçen fikirleri savunan kişiler dikkatlice incelenirse, sosyal darwinist ideolojinin toplumdaki sıradan bir kesim değil, aksine toplumu yöneten ve sosyal bağlamda yön veren kişiler tarafından şiddetle savunulduğu görülmektedir. İngiltere’de başbakanlık ve dışişleri bakanlığı yapmış Robert Gascoyne Lord Salisbury’nin 1898’de Londra’da yaptığı bir konuşma sırasında “yaşayan ve ölen milletler” konusuna bahsedilen çerçevede değinmesi ise başka bir örnektir.[23]
20. yüzyılın başından I. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 senesine kadar geçen süre içerisinde İngiltere ile Almanya arasında donanma cephesinde yaşanan silahlanma yarışında da aynı ideolojinin izlerini görmek mümkündür.[24] Sürekli topraklarını ve nüfuz alanını genişletmek peşinde olan bu iki büyük devlet, rakibine nazaran daha fazla donanma gemisine sahip olmanın nüfuz ettiği ve sömürdüğü toprakların genişliğine bağlamaktaydı.
Alman İmparatorluğu’nu[25] sadece Prusya Krallığı ve etrafındaki irili ufaklı prensliklerin birleşimi olarak görmek yanlış olur. Almanya’nın Afrika kıtasındaki sömürge devletleri pek bilinmez. Ne yazık ki bu konuda Britanya ve Fransa’nın sömürge faaliyetleri hakkındaki yayınlar kadar eser bulunmamaktadır. Almanya’nın bu kıtadaki nüfuz alanları bugünkü duruma göre Togo, Kamerun, Namibya, Tanzanya, Ruanda, Burundi ve Pasifik Okyanusu’nda ise Yeni Gine Adası’nın kuzeydoğusu olarak bilinmektedir.[26] Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri kademesinde önemli bir yere sahip olması, Bağdat demiryolu hattını inşa ederek ekonomik imtiyazlar alması, İran ve Afganistan coğrafyasına istihbaratçılar göndererek buradaki Müslümanları Hindistan’daki bulunan İngilizlere karşı kışkırtmak[27] gibi planlar yapılması da bilinmektedir. Bu hadiseler ışığında İstanbul’a gelip İslam halifesinin huzurunda dostluk kuran Kaiser II. Wilhelm ile Almanya’nın Müslüman coğrafyasındaki etkisi yabana atılmamalıdır. Kaiser’in 1898 senesinde Şam’a yaptığı ziyarette Haçlı ordusunu yenip Kudüs’ü teslim alan Müslüman hükümdar Selahaddin Eyyubi’nin mezarını ziyaret edip “Sultan ve dünyadaki 300 milyon Müslüman bilsin ki, Alman Kaiser’i her zaman sizlerin dostu olacaktır“[28] sözünü etmesinin altında yatan sebebin psikolojik emperyal bir strateji olduğu açıktır.
Biraz daha geriye gidildiğinde, 1888 senesinde Alman şansölye Otto von Bismarck’ın huzuruna çıkan Alman gazeteci ve gezgin Eugen Wolf’un Bismarck ile arasında geçen ilginç diyalog göze çarpmaktadır. Wolf, İngilizler’in Afrika’yı yayılmacı ideolojileri ile istila etmeye devam ettiklerini ve Almanya’nın da bu konuda edilgen kalmaması gerektiğini söyleyerek güncel durumu gösteren bir Afrika haritasını şansölyeye verdiğinde Bismarck’ın verdiği karşılık oldukça düşündürücüdür:
“Sizin gösterdiğiniz Afrika haritası oldukça güzel, fakat benim Afrika haritam Avrupa üzerinde duruyor. Bakınız; burada Rusya, burada ise Fransa. Biz ise tam ortalarındayız. Benim Afrika haritam işte bu.” [29]
Otto von Bismarck’ın 1890’da görevinden ayrılmasından sonra şansölyelik makamına gelen Georg Leo Graf von Caprivi döneminde Alman İmparatorluğu’nun Afrika’daki sömürge faaliyetlerinde açık bir artış olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle başbakanlık makamındakiBismarck’ın Afrika’nın istila edilmesi hadisesini Avrupa üzerinde uyarlamak istemesi, İngiltere’de etken olan sosyal darwinizm dönemlerinde Almanya’da da benzer emperyal girişimlerin olduğunun bir kanıtıdır. Bu hadiselerin gölgesinde İngiltere ve Almanya arasında donanma cephesinde gelişen silahlanma yarışının etkileri Amerika Birleşik Devletleri ve Japon İmparatorluğu’nda da görülmüştür. Britanya donanması şef tasarımcısı Nathaniel Barnaby bu yarış hakkındaki düşüncelerini şu şekilde dile getirmiştir:
“İyi şeyler bu dünyada yalnızca çatışarak ve kan dökerek mümkün oluyor. Dünyada haksızlık var olduğu müddetçe kılıç, tüfek ve torpido dünyamızın evrim mekanizmasının parçaları olacaktır.” [30]
Sonuç; 1914 ile 1918 yılları arasında yaşanan bir savaş ve tahminen 10 milyon ölü ve 20 milyon yaralıya sebep olan bir vahşet. Peki, Avrupalılar bu olaydan ders almış mıdır? Britanya İmparatorluğu’nu şımartan sosyal darwinist ideoloji bu sefer de Alman cephesine sıçrayarak “Nasyonal Sosyalizm” adı altında yeni bir oluşum meydana getirmiş ve bu ideoloji 1939 ile 1945 yılları arasında yaklaşık 50 milyon insanın ölümüne sebep olan başka bir savaşa sebebiyet vermiştir. II. Dünya Savaşı’nda dünya nüfusunun yüzde 3’ünün hayatını kaybettiği hesaplanmıştır. Bu savaşların ardında gerçekten de burada bahsi geçen fikirler yatıyorsa ve amaç kendilerini üstün görenlerin karşıtlarını yok etmesi ise “bu kadar çaba ve masraf sadece yüzde 3, yüzde 5 için miydi?” sorusunu sormak gerekir.
Geçen yüzyıldaki dünya siyasetini önemli ölçüde etkileyen bu akımların benzerlerini yaşadığımız dönemde de görmüyor muyuz? Batı coğrafyasından kendilerini daha medeni ve demokrat sayan ülkeler doğu coğrafyalarına insanlık adına müdahalede bulunmuyor mu? Bu sefer aradaki en büyük fark ‘din’ kavramının ön planda olması değil mi? Bunun yanında fosil yakıt, maden ve su unsurları da şüphesiz ekonomik cephede savaşları tetikleyen ilave sebeplerdir. Günümüzde İslami toplumları suçlayan batılı devletlerin neden geçmişlerine bakmayıp öz eleştiri yapmadıkları düşündürücüdür. Bu eleştiriyi kasıtlı olarak yapmıyorlarsa, geçen yüzyıldaki gibi üstün insan psikolojisi etkisinde kendilerinden olmayanları ezme hevesiyle hareket eden bir kitle olduklarını kabul etmiş olmaktadırlar. 19. yüzyılın sonlarında başlayan “sosyal darwinizm” akımı 21. yüzyılda “emperyalizm” adı altında devam ediyor. Peki; acaba önümüzdeki yüzyılda bu akımı hangi isimle tanımlayacağız?
DİPNOTLAR
[1] Bu makalenin hazırlanmasında kullanılan temel kaynaklar:
– Koch, H. W., Der Sozialdarwinismus: Seine Genese und sein Einfluß auf das imperialistische Denken, 1973, München, Verlag: C. H. Beck
– Crook, P., Darwinism, War and History: The Debate over the Biology of War from the ‘Origin of Species’ to the First World War, 1994, Cambridge University Press
[2] Mussolini: İtalyan faşizmi (Fascismo İtaliano); Hitler: Nasyonal sosyalizm (Nazi); Franco: Falanjizm. Günümüzde falanjizmi direkt olarak Franco’ya bağlayan görüşler mevcuttur. Halbuki bu akım, İspanya’daki komünist cepheye karşı Jose Antonio Primo de Riviera tarafından oluşturulan faşist otoriter ideolojidirve fikrin sahibi Jose Antonio Primo de Riviera’nın subay babası Miguel Primo de Riviera’dır. General Franco döneminde ise İspanyol faşizmi doruk noktasına ulaşmıştır.
[3] Doğal seleksiyon olarak da bilinir ve ortam koşullarına uygun organizmaların, bu koşullara uymayan organizmaları eleyerek üreme ve neslini devam ettirme mekanizması şeklinde tanımlanır.
[4] Evolusyonizm; ayrıca İngiliz Francis Galton ile popüler olan “Öjenik” (Eugenics) kavramının da üzerinde durulmalıdır. Sağlıksız ceninlerin elenerek biyolojik bağlamda zinde bir toplum yaratılmasını öngören bu fikir de ırkçı kesimler tarafından benimsenmiştir.
[5]Benzer bir tasvir de Alman filozof Friedrich Nietzsche tarafından dile getirilmiştir. İnsanı, hayvan ile üstinsan (Übermensch) arasında gerili bir ip olarak tasvir eden Nietzsche, insanın kendisini geliştirerek üstinsan olma yolunda çaba sarf etmesini kastederek bir nevi sufi metafizikteki ‘insan-ı kâmil’ kavramını kastetmiş olsa da, onun bu sözleri Nasyonal sosyalist ideoloji tarafından farklı yorumlanmıştır.
[6] Etnosentrizm, etno merkezcilik veya etnomerkeziyetçilik olarak da bilinir. Birey ya da toplumun, olayları incelerken kendi etnik kökenini referans alması ve karşıtlarını kendi köken ve kültürel özellikleri açısından değerlendirmesi; etnik üstünlük ideolojisi.
[7] Eurosentrizm veya Avrupa merkezcilik olarak da bilinir. Avrupalı birey ya da milletlerin, olayları incelerken kendi etnik ve coğrafi kökenlerini referans alması ve karşıtlarını kendi köken ve kültürel özellikleri açısından değerlendirmesi; Avrupa üstünlük ideolojisi.
[8] Wright, Q., A Study of War, University of Chicago Press, 1983, Chicago
[9] I. Dünya Savaşı’nın başlangıcı hususunda taraflar hep birbirlerini suçlamışlardır. İttifak devletlerine göre itilaf devletleri, itilaf devletlerine göre de ittifak devletleri suçludur. Esasında savaşın okul kitaplarında anlatıldığı gibi 28 Haziran 1914’te Saraybosna’yı ziyaret eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı Franz Ferdinand’ın Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip tarafından öldürülmesi sebebiyle başlamadığı bu yazının ana konusudur.
[10] Sosyal darwinist yazarların bu iç dünyaları bir yandan kadercilik cephesine yol almaktayken bir yandan da Tanrı’nın varlığını sorgular vaziyettedir. Bknz:Koch, H. W., Der Sozialdarwinismus: Seine Genese und sein Einfluß auf das imperialistische Denken, 1973, München, Verlag: C. H. Beck
[11]Charles Darwin ile yakın ilişkisi vardı. Darwin, kuramını kitaplaştırmış fakat yayınlamaktan çekiniyorken Wallace ile arasında geçen bir mektuplaşma sonucu kendisinin de benzer fikirleri desteklediğine şahit olduktan sonra cesaret kazanarak 1859’da “Türlerin Kökeni” kitabını yayınlamaya karar vermiştir.
[12]Koch, H. W., Der Sozialdarwinismus: Seine Genese und sein Einfluß auf das imperialistische Denken, 1973, München, Verlag: C. H. Beck
[13] Okültizm; gizlibilim olarak da bilinir. Ezoterik gelenek bağlamında sembolizm, astroloji, simyacılık ve büyücülük gibi akımların hakim olduğu gizemli bilgiler üzerine kurulan bir yaşam tarzıdır. Nazi ideolojisine aşırı bağlı kişilerce bir inanç tarzı olarak da tanımlanmaktaydı. Nasyonal sosyalizm, Hristiyanlık inancının kendi ideolojisinin üstünde olmasını hiçbir zaman kabul etmemiştir. Bu nedenle ‘pozitif Hristiyanlık’ adı altında başlatılan ve etnik saflığı kabul ederek Hz. İsa’nın Yahudiler ile olan bağlarını reddeden bu görüş Nazizmin icat ettiği resmi din olmuştur.
[14]Nazi geçmişi olan bilim insanlarının Nobel ödülü alabildiklerine şaşırmadığımız gibi İngiliz ırkçı sosyal darwinistlerin aynı şekilde ödüllendirilmelerine de şaşırmıyoruz! (bkz: 1973’te Nobel ödülü alan Nazi kökenli Avusturyalı etoloji uzmanı Prof. Konrad Lorenz)
[15] Distopya: baskıcı yönetim altında yaşayan toplumların durumlarını tasvir etmek için kullanılır; ütopya kavramının zıttıdır.
[16]Hitchens, Ch., Why Orwell Matters, 2002, Basic Books, New York
[17]Koch, H. W., Der Sozialdarwinismus: Seine Genese und sein Einfluß auf das imperialistische Denken, 1973, München, Verlag: C. H. Beck
[18]Kidd, B., Social Evolution, 1894, McMillan and Co., New York
[19]Crozier, J. B., History of Intellectual Development: On the Lines of Modern Evolution, 1897, Longmans, Green and Co., New York
[20]II. Boer Savaşı olarak da bilinir. Boer kelimesi Hollandaca ‘çiftçi’ anlamına gelir ve sömürge döneminde Afrika’ya yerleşen Hollandalılar için kullanılan bir tabirdir. Anadili Hollandaca olan 7 milyona yakın Boer’un bugünkü Güney Afrika, Nambiya ve Botsvana’da yaşadığı bilinmektedir.
[21]Churchill, W., The Boer War, 1989, Cooper, London
[22]Harvey, C. H., The Biology of British Politics, 1904, Swan Sonnenschein & Co. London
[23]“living & dying nations”; Searle, G. R., A New England?: Peace and War 1868-1918, 2004, Oxford University Press
[24]Tarih bir kez daha tekerrür etmiş ve donanma cephesindeki bu silahlanma yarışı II. Dünya Savaşı öncesinde de İngiltere ile Almanya arasında yaşanmıştır. 1922, 1927, 1930, 1935 senelerinde Amerika, Japonya, Fransa ve İtalya’nın da iştirak ettiği Donanma Konferansları ile sorun giderilmeye çalışılsa da bu girişimler bir sonuç vermemiştir. Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bknz: Nazi Almanyası’nın Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Karl Dönitz’in hatıraları: Dönitz, K., Zehn Jahre und Zwanzig Tage: Erinnerungen 1935-1945, 2011, Bernard & Graefe, Bonn
[25]II. Reich; 1871-1918 yılları arasında Prusya Krallığı ile bugünkü güney Almanya’daki yerel derebeyliklerin birleşmesi ile oluşan imparatorluk; III. Reich ise 1933-1945 yılları arasında Nazi ideolojisinin egemen olduğu imparatorluk olarak tanımlanır.
[26]Afrika’daki Alman sömürgeciliği Nazi döneminde de devam etmiştir. Ayrıntılı bilgi için bknz:
Linne, K., Deutschland jenseits des Äquators?: Die NS-Kolonialplanungen für Afrika, 2008, Ch. Links Verlag, Berlin
[27]Kreutzer, S. M., Dschihad für den deutschen Kaiser: Max von Oppenheim und die Neuordnung des Orients (1914-1918), 2012, Ares Verlag, Graz
[28]Benner, T. H., Die Strahlen der Krone: Die religiöse Dimension des Kaisertums unter Wilhelm II. vor dem Hintergrund der Orientreise 1898, 2001, Tectum Verlag, Marburg
[29]Ullrich, V., Otto von Bismarck, 1998, Rowohlt Verlag, Hamburg
[30]Koch, H. W., Der Sozialdarwinismus: Seine Genese und sein Einfluß auf das imperialistische Denken, 1973, München, Verlag: C. H. Beck