Murat’gil dört kardeşti. Babaları yoktu. Hepsi bir yerde yaşıyordu. Gelinler anlaşamadığı için Murat’ın ailesi ayrılmak zorunda kaldı. İnekler için kullandıkları ahırın bir tarafını Murat temizledi. Bu ahır onlar için hem ev hem de inekler için ahır oldu. Sildiler, temizlediler gerekli eşyalarla donattılar. Bir köşede kendileri, diğer bir köşede de inekler kalıyordu. Beş can burada yaşamağa başladı. Ev dikmek için kolhoz onlara yer vermiyordu. Kendilerinin özel toprağı olan iki buçuk dönüm tarlada ev dikmek olurdu. Lakin orası köyden çok uzak olduğu için ev dikmeye uygun değildi. İyi kötü böyle yaşamlarını sürdürüyorlardı. Kışın inek onlarla birlikte kalıyordu. Murat büyük oğlu Selim’e demişti ki, inek ihtiyaçlarını giderirken bir kovayı ineğin kıçına [bacağına] tutsun, etrafa pislik sıçramasın. Vaziyet iyi değildi, lakin şimdilik çıkış yolu da gözükmüyordu. Selim akıllı çocuktu, babası anası kolhozda çalışıyordu, kardeşleri Fikret ve Emine’ye o bakıyordu. Murad karısı Senem’e diyordu ki, çok dert etme, Allah büyüktür. Zamanla evimiz de olur, ambarımız da mal karamız da. Yaz geldi inek yaylaya gitti.
1941-yılda savaş başladı. Savaşın 12. günü Murat askere gitti. Diğer kardeşini de çağırdılar askere. En büyük abisini yaşı elliden çok olduğu için gitmedi savaşa, lakin o da evde bulunmuyordu. O, köyden uzakta, demir yolu inşaatında çalışıyordu. Askerlik kolay değildi. Selim ise daha çok evde bıraktığı ailesini düşünüyordu. Senem tek başına aileyi nasıl geçindirecekti. Senem anlıyordu ki birçok insan onların vaziyetindedir. Sabırlı olmak gerekiyor. Babasına haber verdi. Babası altmış, altmış beş yaşlarında sağlam bir adamdı. Babası geldi. Kızına dedi ki, böyle olmaz, gelin bu ahırın kenarına bir sundurma dikelim. Senem çeyizi olan mahmudiyesini babasına verdi ki, satsın gereken inşaat malzemesini alsın. Kış girene dek sundurma ve onun bir kenarında ambar olarak kullanmak için bir kuyu hazır olmuştu. Bu kuyuya öteberi, patates, elma, ayva dolduruyordular. Üstünü de sağlamca kapattıktan sonra içindekiler don vurmuyordu.
Bu arada Murattan mektup geldi. Yazıyordu ki, “Senem, hep sizi düşünüyorum. İmkânım olsa bene verilen yemeğin yarısını size yollarım. Bensiz ne yapıyorsunuz? Biz sabah akşam askeri talim geçiyoruz. Burada çalışmak yok, değirmen yok, tarla yok ancak savaşa hazırlanıyoruz.”
1941 yılının kışı iyi geçti. Senemgilin erzağı vardı. 42. yılda durumları ağırlaştı. Senem boynundaki, gerdanlığın üzerindeki altınları kesti. Onları bir küçük torbaya doldurdu ve koynunda gizletti. Altınla gezme zamanı değildi. Hırsızlık başlamıştı. Kendi köylülerinden korkmuyordu. Ama başka köylerden yabancı hırsızlar meydana çıkmıştı. Babasına çarık diktirmişti. Onları giyiyordu, hiçbir işten kaçmıyor, ağır işler de görüyordu. Dağlarda ot biçti, taya kurdu. Harmanda çalıştı. Arpa, buğdayı ambarlara taşıdı. Hiç işten kalmadı. Yılda ne kadar çok iş günü olursa, yılın sonunda kolhoz bu günlere hesaplayarak onlara kolhozun mahsulünden pay verecekti. Elbiseleri çok yıpranmıştı. Ayağına giyecek doğru düzgün bir şey de yoktu. Senemin renkli ipekten kaftanı ve yünden elbisesi vardı. Ama onları giymeye utanıyordu. Savaş çok anaya, geline, kıza yas elbisesi giydirmişti. Savaşta ölenlerin haberleri geliyordu köye. Onun kocası cephedeydi. Süslü püslü ortalıkta görünemezdi. Para edecek elbiselerini sattırdı. Çocuklarına giyecek aldı. Kendi yine eski yamalı elbiselerinde kaldı. 42. yıl daha az buğday vermişti kolhoz, yaza zor çıkmıştılar. 43. yıl da ağır geçiyordu. Kıtlık vardı. Senem çocuklarını basmıştı koynuna, onlar için her çeşit fedakarlığı yapıyordu. En büyük derdi Murat’tan mektup olmamasıydı. İlçe merkezine Askeri komiserliğe gitti. Komiser dedi ki, “Bizde de bir haber yoktur. Haber gelirse sene bildiririz.” Vaziyet git gide zorlaşıyordu. Gaz yağı, tuz, sabun bulunmuyordu. Köylerde iş gücü azalmıştı. Erkeklerin yaptığı işleri şimdi kadınlar yapıyordu. Senem de diğer kadınlar gibi çift sürüyordu. Bu iş kolay değil. Ama toprağı ilkbaharda ekmek için şimdi sürmek gerekiyor. Şimdiden buğday, arpa, mısır ekilecek tarlaları hazırlıyordular. Senem harmanda çalışıyor, oradan ambara koşuyor, her işe ulaşmaya çalışıyordu. Akşam geç saatlerde eve geliyordu. Sabah açılır açılmaz yine işinin başındaydı. Tarlalar engebeli idi. Kotana üç çift öküz koşuluyordu. Öküzleri idare etmek kadın işi değil, ama ne yapacaksın. Çalışmak lazım. Biliyor ki, para lazım, çocuklarının ona ihtiyacı var. Vatana ve cephe fonuna yardım gerekiyor. Askeri fona yardım için devlet her aileye devlet istikraz senetleri veriyordu. Bu istikraz biletlerinin parasını vermek lazımdı. Çok insan borçlanıyordu. Evlerde satılacak bir şey kalmamıştı. Evde tavuk kaz yoktu. Bir inekleri vardı. Onu satamazdılar. İnek de olmasa daha ağır olurdu durumları. Çocuklar sütsüz, peynirsiz kalırdı. Katlanmalıydılar. Murat gelse bu eziyetleri de unuturdular.
Murad 1941. yılda gitmişti cepheye. Ona çok savaşmak nasip olmadı. Onların bölüğü düşman kuşatmasından çıkamamış, Murat da arkadaşları da esir düşmüştü. Almanlar esirlere çok kötü muamele yapıyordu. Söylenenlere göre faşistler esirleri aç tutuyor, sonra onlara tavuğa civcive den serper gibi mısır ve çekirdek taneleri serpiyordu. Esirler yemek için birbirini eziyordu. Alman faşistler de onlara bakıp gülüyor, eyleniyordu. Yenilecek şeyleri mayınların üzerine koyuyor. Esirler oraya toplaşıyor, mayın patlıyor, ölen ölüyor, diğerleri yaralanıyordu. Muradın hale gücü kuvveti vardı. O düşünüyordu ki, bu esirlikten kurtulmanın bir yolunu bulmak gerekiyor. Şimdi kaçamazsa sonra kaçmaya gücü kalmayacak. Bir gece fırsat bulup kamptan kaçtı. Ormanlık alanda partizanlara koşuldu. Onlarla birlikte dövüşlere katıldı. Partizanlarla birlikte savaştığı dövüşlerin birinde ağır yaralandı. Onu ve birkaç arkadaşını önce arabayla sonra ise askeri uçaklarla askeri hastaneye götürdüler. Hospital’da tedavileri devam ediyordu. Tez tez Senem’e mektup yazıyordu. Ama mektuplarının cevabını alamıyordu. Üç dört mektubuna cevap olmayınca ilçe askeri komiserliğine mektup yazdı ki, ailesinden bir haber versinler. Ama yine bir sonuç olmadı.
Büyük Sovyet devletini bir Gürcü yönetiyordu, ülke savaşta olduğu için o hem de devletin başkumandanıydı. Yanına da Beriya ve onun gibi küçük kavimlerin temsilcilerini almıştı. Geçmişte Müslüman Türkler onlara ne yapmıştı ki, öç alır gibi hareket ediyordular? Önce Kuzey Kafkasya’dan Çeçen, İnguş, Karaçayları sürgün ettiler. Bahane o oldu ki, bu halklar Alman işgali döneminde Almanlarla iş birliği yapmışlar! 1944. yılın mayısında Alman işgalinden azat edilmiş Kırım’dan Kırım Tatarlarını da sürgün ettiler. Şimdi sıra Gürcistan’ın güneyinde yaşayan Müslüman Türklere gelmişti. 1944. yılın Kasım ayının 14 -ünde Türkleri sürgün ettiler. Bu bölgede Alman işgal olmamıştı. Bu halk için Almanlarla iş birliği yaptı diyemezdiler. Şimdi de bu halkı güvenilmez halk adlandırdılar, birkaç kişinin suçunu bütün halka yüklediler. Bu güvenilmez dedikleri halkın 24-25 bini cephedeydi ve ölümüne savaşıyordu. Bu vatan için binlercesi canını vermişti. Savaş devam ediyor. Kimin kimden ne haberi var. Fırsat bu fırsat deyip hareket etmişler. Kadını, ihtiyarı, çocukları kim savunacak? Sürgün için bundan iyi zaman bulamazdılar. Sahipsiz insanları daha kolay sürgün etmek olurdu. Eli silah tutanlar cephede ölecek. Sürgün olan halkta yollarda ve sürgün yerlerinde ölecekti. Gürcü milliyetçileri de amaçlarına ulaşacaklar. Plan hazır. Yaz aylarında sürgün hazırlıkları yapılıyordu. Demir yolu inşaatı de bitmek üzereydi. Köylere kim yerleşecek, kolhozun mal karasına kim sahip olacak, hepsi düşünülmüştü. Ama bu planlardan ne Murat’ın ne de Senem’in haberi yoktu. Onlar gibi Ahıska Türklerinden kimsenin bu menfur ve gizli plandan haberi olamazdı. Her şey gizli yapılıyordu. Halk gece gündüz çalışıyor, Zafer kazanmak için elinden gelenin en iyisini yapıyordu. Bu kanlı savaş tez bitsin.
Cepheden mektuplar köye gelmiyordu. Türkler sürgün edildikten sonra Ahıska Türklerine gelen postayı DGT kurumunun elemanları okuyor, sonra yakıyordular. Ama bu bölgede yaşayan Gürcü, Ermeni, Rus, Yahudilere mektup geliyordu. Cepheye giden mektuplar da sahiplerine verilmiyordu. Onları da imha ediyordular. Cephedeki askerlerin sürgün olunan halktan haberleri yoktu. Murat nerden bilecek ki, onun mektubu Ahıska’ya geldiği zaman onun ailesi Ural dağlarında soğukta vagonlarda can çekişiyor. Onun gibi binlerce Ahıskalı asker sürgünde hastalanan, ölen yakınlarından habersizdi.
Tren yoluna devam ediyordu. Senem çocukları doldurmuştu yorganın altına, nefesiyle onları ısıtmaya çalışıyordu. Döşekler yaş olduğu için donup odun gibi oluyordu. Nefesle ne yapacaksın. Çocuklar soğuktan tir tir esiyordu. Vagonun tavanı buz bağlamıştı. Vagonda onlarla birlikte 60 kişi kadın, çocuk, ihtiyar yolculuk ediyordu. Bir güçlü erkek yoktu ki, donmuş kapıları aça bilsin. İstasyonlarda tren duruyor, ekmek, aş dağıtıyordular. Ama bunların vagondan kimse çıkamıyordu. Trenler Volga nehrini geçmiş doğuya gidiyordu. Şimdi soğuklar daha da güçlenmişti. Uralsk istasyonunda kapıları açtılar, Senem vagondan indi ki, sobada yakmak için yakıt bulsun. Adamların bir kısmı vagonların altında geçip bir yere gidiyor, oradan taş kömür getiriyordu. Senem de gitti. Bir kova kömür almıştı. Geri döndüğünde vagonlarını bulamadı. Tren gitmiş, giden trene çatma şansı da kalmamıştı. Senem delirmişti. Başka bir tren gelmişti, treninden kalanlar bu trenin vagonlarına doluştular. Sanem ne yapacağını şaşırmış öylece duruyordu. Bir teyze elinden tuttu. Senem kendine geldi. “Kızım gel bizde binelim, belki ileride kendimizin vagonuna ulaşırız.” Bu teyzede onların vagondandı. İkisi de son vagona bindiler. Bu vagonda çok soğuktu. Senem elindeki kovada ki, kömürü bir ihtiyara verdi ki, sobada yaksın, bir azda olsa ısınsınlar. Kendisi de bir köşeye sıkışıp oturdu. Gözyaşı ve acı içinde çocuklarını düşünüyordu, çocuklarıma ne oldu. Ne yapsın, derdini kime desin, kim ona yardım ede bilir. Kim onun için treni durduracaktı. Gözyaşı içinde kalmıştı. ‘’Ya rabbi, sen büyüksün. Sen çocuklarımı koru’’. Senem bayılmıştı.
Senem’in çocuklarının bulunduğu vagon Kızıl Orda istasyonunda durmuştu. Vagonlarda kontrol yapılıyordu. Bu günlerde ölenleri vagondan alıp bir yerlere götürüyordular. Senem’in kızı Emine de ölmüştü. Onu da abilerinin elinden alıp götürdüler. Kardeşler birbirini kucaklayıp içlerin çekerek ağladılar. Selimgilin tren Arist istasyonundan sonra doğuya gitti.
Senem her istasyonda eniyor ve çocuklarını arıyordu. Çocuklarının bulunduğu tren onlardan bir iki gün önde gidiyordu. Arist istasyonunda Senemgilin tren batıya döndü. Sonra Taşkent’e geldiler. Askerler vagonları boşaltıp onları kolhozlara payladılar. O istasyonda ne yapacağını bilmiyordu. Dil de bilmiyordu ki, derdini kimselere anlatsın. Aşağı yukarı koştu. Bir askeri elbiseli Ahıskalı adam ona yardımcı oldu. Ona dediler ki, sen çocukların bulunduğu trenin numarasını söylersen biz Arist’en o trendekilerin nereye gittiğini öğrene biliriz. Ama Senem trenin numarasını bilmiyordu. Bu asker Senem’i de kendi köylülerinin yerleştiği köye götürdü. Senem’i de küçük bir odaya yerleştirdiler. Bir yerlerden bulup bir kat döşek bir iki kap kacak verdiler. Komendanta götürdüler, kaydını yaptılar. Ona dediler ki, şimdilik kolhozda çalış, bizde çocuklarını araştıralım.
Selimgilin tren Kara Balta’ya geldi. Oradan halkı kolhozlara payladılar. O günlerde Selim’in 9, Fikret’in 7 yaşı vardı. Selim getirdikleri eşyaları bir yere yığdı ve kardeşi de yanında eşyaların üzerine oturdu. Amcaları da başka trenle gitmişti. Yakın akrabaları yoktu. Köylüleri Yusuf dedeye yaklaştı. “Dede siz nereye gitseniz, bizi de götürün.” Yusuf dede bu perişan durumdaki çocukların yüzüne bakamadı. Gözleri doldu. Karısı Efruz nineye dedi ki, bu çocukların eşyalarını da bizim arabaya alacağız, bizimle gelsinler.
Tedaviler sonuç vermemiş, Murat’ın sol ayağını kesmiştiler. Onu hastaneden taburcu etmiştiler. 1945. yılın mayıs ayında Ahıska’ya geldi. Oradan kendi ilçeleri Adıgön’e geçmişti. Polisler onu yakaladılar ve polis idaresine götürdüler. Murat nerede ise ailesinin, köylülerinin buradan sürüldüğünü biliyordu. Amacı köyünü, ana, babasının mezarını ziyaret etmekti. Birde öğrenebilirse ailesinin gittiği adresi öğrenmek istiyordu. Polis reisi ona dedi ki,
“Sen köyünüze gidemezsin. Bu kanunen yasaktır. Biz seni trene bindirip buradan göndereceğiz. Git, Özbekistan’da aileni bul.” Murat reise dedi ki,
“Siz bana izin verin köyüme gideyim, babamın anamın mezarını göreyim. Bir az köyümüzün toprağından kendimle götüreyim. Bu dünyanın işini bilmek olmaz, ben topal adama bir de buralara gelmek nasip olur mu?”
“Olmaz dedim. Yasaktır dedim. Buradan seni göndereceğiz.”
“Yoldaş reis, ben 4 senedir evimden uzaklarda vatan memleket hasretiyle, ölüm korkusuyla yaşadım, şimdi bene izin verin gedeyim, evi göreyim. Ailemi sürgün etmişler. Bunda sizin suçunuz yok. Ama bene köyümü görmeye izin verebilirsiniz’’. O, reise çok yalvardı, rica etti. Bakın sizin emriniz altında araba var. Beni bir asker eşliğinde köyüme götürsünler. Köyümde yarım saat bulunayım, sonra nereye isterseniz götürün.” Reis olmaz yasaktır aynı şeyi tekrarladı. Murad’ı bir odaya salıp arkadan kapıyı kilitlediler. Murad tek başına kalmıştı.
Yaşadıkları şerit gibi gözünün önünden gelip geçti. Bu dehşetli savaşta Gürcü, Ermeni, Rus ve diğer milletler Sovyet askeri olarak kardeş gibi düşmana karşı savaştılar. Yaralanan oldu, ölen oldu. Yemeklerini birbiriyle bölüştüler. Şimdi bu Gürcü reise ne olmuştu? Diyor ki, bu Moskova’nın emridir, size doğma köylerinize girmenizi yasaklamışlar. Emir var. Tamam, Moskova’yı anlamakta zorluk çekiyorum. Ya bu kapı komşumuz? Bin yıllardır birlikte yaşıyoruz. Şahsen benim kimseye kötülüğüm dokunmamıştı, hiç kimseyle kavga etmemiştim. Bunlara ne olmuş, ben düşman muamelesi görüyorum. Ya rabbi, sen büyüksün, dedi ve beklemeye koyuldu. Onu dışarı sokağa çıkarttılar. Bir arabaya bindirdiler. Çok sinirliydi, sinirinden eli ayağı titriyordu. Yüreğinde küfür etti, siz gestapodan daha zalim imişsiniz. Alçaklar. Araba yola çıktı. Ahıska’da Murat gibi onlarca gariban gazi var idi, Ahıska Türklerinden. Akşam saat altıda onları Ahıska’dan Tiflis’e giden trene bindirdiler. Onlar silahlı askerler eşliğinde memleketlerinden gönderildiler. Askerlere demişler ki, dikkatli olun, bu insanlar kaçmasınlar.
Topal asker vatanından kovuldu. Almanların amacı Sovyetleri işgal edip, buradaki milletleri kendileri için çalıştırmak, sömürmekti. Sovyetlerin zenginliklerini talan etmekti. Almanlar bu amaçlarına ulaşmak için yıllarca hazırlık yapmıştılar. Silah teçhiz etmiş, asker hazırlamıştı. Amacına ulaşmak için toplu kırgından da kaçınmamıştılar. Baltık devletleri, Ukrayna, Belarus, Moldova, Rusya’nın Avrupa kısmında her yeri dağıttılar. Binalar, okullar, köprüler, yollar zarar gördü. Taş üstünde taş koymadılar. Milyonlarla insan öldü. Binlerce insanı esir edip Almanya’ya götürdüler. Sonuç daha vahim ola bilirdi. Murad gibi binlerce Sovyet askeri Almanlara direndi. Vatanı savundu, Sovyet halkını savundu. Ölümüne kanlı savaşlarda iştirak ettiler. Yaralananların, ölenlerin sayı hesabı yoktur. Onların kanı bahasına Sovyetler Alman faşistlere galip geldi. Gürcüler ‘’Muratların’’ sayesinde Alman işgali görmedi. Şimdi bu Gürcü ona köyünde yarım saat bulunmağa izin vermemişti.
Murat’ın bir ayağı yoktur. Bir yıldan fazladır ağrılardan canı acıyor. Asa ile gezmeyi doğru dürüst öğrenmemiştir. Onun yardıma ihtiyacı var. Ona kim yardım edecek. Düşünüyordu ki, eve gider çocuklarına sahip çıkar. Onlar da gerektiği durumlarda ona asalarını verirler. Şimdi ne olacak? Gam, keder, belirsizlik onu boğuyordu. Ne yapsın? Parti, hükümet, ordu ondan yüz çevirmişti. Değersiz çöp gibi ortalıkta kalmıştı. Gözyaşları içine akıyordu.
Murat, yılın en sıcak günlerinde gelip Buhara vilayetine çıkıyor. Kokant istasyonunda trenden iniyor, Murat. Onu Ahıska’nın Sür köyünden olan bir kadın kendi evine götürmüş. Akşam onunla görüşmek, tanışmak için epey insan toplanmıştı. Ona dediler ki, bu bölgede Hevot, Orsep, Yeniköy, Çoğurza, Boga, Tsiriyoh, Temlala, Azgur köylerinden Ahıskalılar var. Ama Adıgön ilçesi köylüleri yoktur. Her kolhoza 5-10 aile paylaşmıştı hükümet görevlileri. İnsanların durumu da iyi değildi. Difteri ve dizanteri hastalığı kırıyordu insanları. İyi beslenememe bir taraftan bir taraftan da hastalıklar insanları perişan etmişti. DGT-nin temsilcileri de halka zulüm ediyordu. Murat, Kokant’ta Krasnovodsk Taşkent trenine bindi. Samarkant yönünde yolculuğu başladı. Kattakurgan istasyonunda trenden indi. Mintan ilçesinde Kobliyanlılarla yani kendi ilçesinin insanlarıyla karşılaştı. Buralarda da durum aynıydı. İnsanlar eziyet çekiyordular. Bu bölgede bir ay ailesini aradı. Kimse doğru dürüst bilgi veremedi. Sırasıyla Andican, Namangan, Oş vilayetlerine gitti. Ama ailesini bulamadı. Her gittiği yerde açlık, hastalık, yoksulluk gördü. Kasım ayında gelip Taşkent’e çıktı. İstasyondan bir Ahıskalı onu Yengiyol ilçesine götürdü. Yorulmuştu, ağrıları tazelenmişti. Onu Ğoroma köylüleri misafir ettiler. Yine onu görmek için insanlar toplanmıştı. Bu insanların da dertleri az değildi. Birçoğunun yakını savaştan dönmemişti. Onların da yitenleri vardı. Onun için de üzülüyordular, ama kimse ona ailesini bulmakta yardımcı olamıyordu. Binlerce kilometre Orta Asya cumhuriyetlerinde adres olmadan nasıl insan bulursun?
Söylenenlere göre Adıgön, Ahıska, Aspinza, Bogdanovka bu dört ilçeden 97 bin insan sürgün olunmuştu. Bu insanlar niçin böyle eziyet çekmeliydi. Suçları neydi? Cevap veren yoktu. O, Goromalılarda bir hafta kaldı. Bir gün ona Goromalı Seyfet amca, Yengiyol hastanesinde Murat’gilin köyden kimsesiz bir kadının yattığını söyledi. Sürgün halka tatbik edilen olağanüstü durum devam ediyordu. Sürgün edilen kişilerin kayıtlı bulunduğu yerleşkeden başka yerleşkeye gitmesi yasaktı. Murat, değneklerine basa basa hastaneye gitti. Halden düşmüştü. Gece olduğu için onu içeri almadılar. Murat’a birisi anlattı ki, bir iki manat güvenliğe versin, onu içeri alırlar. Öyle yaptı. Hastane odalarının birinde yatan Senem’i buldu. Senem ölüm halinde yatıyordu. Zayıflamış, bir kemik bir deri kalmıştı. Halsizlikten konuşamıyordu. Aklı yerinde idi. Murat’ı tanıdı. Gözlerinden yaş geldi. Ama konuşamadı. Murat’ı hemşireler odadan çıkarttılar. Sabaha kadar hastane duvarının dibinde bekledi. Onun bir kol saati vardı. Işıklanandan sonra pazarda saatini sattı. Parasıyla ekmek, meyve, yoğurt aldı. Yeniden hastaneye Senem’in yanına geldi. Senem’e bir bardak yoğurt yedirdi. Senem’in gözlerine ışık gelmişti. Ağır ağır başına gelenleri anlattı. Çocukları yolda kayıp etmiştir, balalarını koruyamamıştır, onu af etsin. Murat geceyi yine de hastane duvarının dibinde kaldı. Sabah yene odaya geldi, ama Senem’i bulamadı. Senem ölmüş, onu morga götürmüştüler. Murat eşi Senem’i kendisi gibi savaştan dönmüş bir gazi ile ilçe kabristanlığında defin etti. Kendisi de hastalanmıştı. Aynı hastanede yattı. Bir hafa sonra Murat da öldü. Aynı tanıdık gazi onu eşi Senem’in yanında defin etti.
1960. yılda Frunze (Bişkek) şehrinde garda 24-25 yaşlarında bir gençle tanıştım. Ahıskalı sürgünlere tatbik edilen seyahat etme yasağı 1956. yılda kalkmıştı. Bizim Ahıska’nın insanıydı. Nereli ve kimlerden olduğunu sordum. Buralarda ne yaptığını, nereye gittiğini öğrenmek istedim. Dedi ki, ismim Selim’dir. Taşkent’ten geliyorum. Baba ve annemin mezarını bulmaya gitmiştim, bulamadım. Kimse de bene mezarların yerini gösteremedi. Ben de iki yan yana isimsiz mezar buldum. Onlara baş taşı yaptırdım, üzerine de baba anamın ismini yazdırdım.
Soruştum ki, nasıl olmuş ki, sen baban anan mezarını yerini bilmiyorsun. Selim de bana yukarıdaki acı öyküyü anlattı. Gözleri doldu, ağladı. Ben de ona koşuldum. Bene de köylülerim babamın anamın mezarını göstermeseydiler, onun gibi nerede defin edildiklerini bulamazdım. Ben de babam anam vefat edende yanlarında değildim. Hepimiz 5 kardeş de savaştaydık, 5 erkek kardeşten kimse babamızın tabutunu taşımamıştı.
Kederli kederli kardeşi Fikret’i sordum. Şimdi Fikret nerededir, ne yapıyor? Of çekti. Fikret Çocuk Esirgeme Kurumunda 1945 yılında hastalıktan ölmüştü.
Bekir oğlu Mahaddin Uravelli (1924-1986)