Köy Enstitülerinin Düşün Babası Sorunu
Köy Enstitüleri, Türkiye’nin kendi ihtiyacından hareketle, kendine özgü öğretmen, sağlık memuru ve toplumsal kalkınma uzmanı yetiştirme modelidir. Düşünce kökü olarak Meşrutiyet’e kadar gider ancak Kemalist dönemde (1923-1938) fikir olgunlaştırılmıştır. Atatürk’ün vefatından sonra 17 Nisan 1940’ta savaş ortamında çok yoksul koşullarda açılabilmiştir.
Bu okullar CHP zamanında açılmış ve CHP zamanında kapatılmıştır. Etkisi çok ve şiddetli olmuştur.
Yenilikçi (ceditçi) aydınlar ve toplumun önemli kısmı Köy Enstitülerini ve Enstitülü öğretmenleri saygın tutmuş, özlemle anmıştır. Köy Enstitüleri Soğuk Savaş döneminde geleneği önceleyen (kadimci) yapıların ise hedefinde olmuştur. Sürekli iktidar olmanın gücünü de kullanarak konuyu bastırmasına rağmen eninde sonunda Köy Enstitülerinin ulusal ve doğru bir proje olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Pedagojiyi ilgilendiren bir konu neden siyasal bir sorun haline gelir? Türkiye’de yaşayan “kesimler” Türkiye’nin geleceği konusunda hala anlaşamamışlardır!
Enstitüler toplumun bilgi temelini değiştirmiştir. Gelenek ve rivayete dayalı, gayri bilimsel bilgiyi bilimsel bilgi ile değiştirmiştir. En önemli etkisi budur. Topluma akıl ve bilimi nasıl kullanacağını öğretmiştir. Bir yandan da yüzyıllar içinde mankurtlaştırılmış Türk toplumunu kendine getirmeye, mankurtluktan kurtarıp tarihin önemli bir aktörü olduğunu anlatıp, kendi kültür tabanı üzerinde durmasını sağlamak olmuştur. Modern ve ulusal! Bunu gelenek alışkanlığını sürdürenler kısa zaman içinde benimseyememişlerdir. Bu süre içinde karşı cephede yer almışlardır.
Köy Enstitüleri yine de tartışılıyor. Tartışılan konulardan biri de bu okul düşüncesinin kime ait olduğudur. Kadimci cephe fikrin Batı’dan aktarıldığını ve yabancı düşünce olduğunu ileri sürer. Kısmen haklıdırlar; son birkaç yüzyıldır biz bilimsel düşünceye epeyce yabancılaşmıştık! Batı’ya bırakmak zorunda kaldığımız İbni Sina, İbni Rüşt… bilim geleneğini geri aldık.
Araştırmalar ilerledikçe enstitünün ilk fikir babası olarak Kastamonulu İsmail Mahir Efendi (1869-1916) adlı eğitimci, bürokrat ve politikacıyı görüyoruz. Hem medresede hem de mektepte (Darülmuallimin) okumuştur. Mektebin medreseden farkı mektebin fenni terbiye/bilimsel eğitim yapan bir okul olmasıdır. Devletin çökmekte olduğu bir dönemde yaşamış ve kendi kuşağındaki bütün vatanseverler gibi kurtuluş çareleri üretmeye çalışmıştır. İttihat ve Terakki içine girmesi bu arayışların sonucudur. Düşünceleri ve Köy Enstitüsünü nasıl temellendirdiği hakkında yazılan kitaptan okunabilir.
Köy Enstitüsü herhangi bir öğretmen okulu değildir. O zaman da vardı öğretmen okulları ama aranan başkaydı.
Fikir babası olmak kadar onun önemine toplumu ikna etmek de önemlidir.
Bursa Darülmuallimin ve Bursa Maarif Müdürlüğü de yapan heyecanlı eğitimci düşünür ve eylem adamı Ethem Nejat 1914’te yayınladığı “Terbiye-i İptidaiye Islahatı” adlı kitabında şunları dile getirmiştir:
“Öğretmen okulları şehirlerin dışında kurulmalıdır. Bu okullar geniş araziye sahip olmalı; ziraat dersleri toprak üzerinde gereken alet ve edavatla uygulamalı olarak yapılabilmelidir. Öğretmen okullarının sınıflarından başka kitaplıkları, mütâlaahaneleri, teneffüs salonları, jimnastik haneleri bulunmalıdır. Dersleri ayanî (deney ve gözleme dayalı) şekilde verebilmek için laboratuarlar, tarih, tabiat, ziraat ve sanayii müzeleri ile elişleri için atölyeler de gereklidir. Yatılı olacak bu okulların bulunduğu çevrede öğretmen evleri de inşa edilmelidir. Nihayet bu okulların bünyesinde tatbikat mektepleri de bulunmalıdır.”
Tarif ettiği okul Köy Enstitüsüdür. Köy Enstitülerinin düşünsel tabanını oluşturan, savunan, geliştiren başka düşünürler de vardır. Şükran borçluyuz.
Bütün bu hengâmede bana kalırsa önemli bir eksik vardır. Önemli eğitim düşünürlerimizden biri olan Cumhuriyetçi İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun bu sistem içinde bulundurulmaması. Gerçi o – çok meşgul ama…
“Düşünmez misiniz?”
– Ne ile?
Şimdilerde önümüze gelen hatip “Sayın Yurttaşlarım”, “Muhterem Vatandaşlarım” diye başlayarak söylev çekiyor. Bilmez ki bir zamanlar “Yurt” ya da “Vatan” gibi sözcükler yasaktı! Hele “yurttaş”, “vatandaş” demek çok ağır bir suçtu hem de dinden, imandan çıkmak anlamında yorumlanıyordu! Siyasi kelimelerdi bunlar. Namık Kemal’i “Burası benim vatanımdır, bu insanlar da benim vatandaşlarımdır.” dediği için hapishanelerde çürüttüler. Magosa zindanının dili olsa da anlatsa.
Şimdiki çakma kafa, güya vatanperveran bu kelimeleri laylaylom kullanıyor. Onun için bedel ödendiğini bilmiyor, çiğ!
Köy Enstitülüler bilimsel bir eğitim aldılar. Doğayı, insanları ve olayları, yağmurun yağışını akıl ve bilim ile açıklamayı öğrendiler. Olması gereken bu değil mi?
O zaman değildi. Toplumda, doğa ve olaylar mitolojilerle anlatılıyor, gerçekler din ile zarflanmış rivayet hatta hurafelerle açıklanıyordu. Bu doğru da değildi doğal da değildi. İnsanlarımızın bilimsel bilgi kullanıp, olay ve olguları bilimin açıklamalarını dikkate alarak akıl süzgecinden geçirmesi gerekiyordu. Bilimsel bilgiye dayanarak verilen kararların isabeti daha yüksekti.
Kur’an’ı Kerim’de “düşün, akıl et, aklını kullan” mealinde ayetler var, düşünmeyi telkin ediyor. İyi de düşünmek bilgi kullanmakla mümkündür. Bilgiyi işleyip karar üretiyoruz.
Hangi bilgiyi kullanacak insan? Rivayet, hurafe, mitoloji, efsane gibi aktarma, geçersiz malumatla mı yoksa akıl kullanılarak yapılan araştırmalarla büyük ölçüde geçerliği, güvenirliği kanıtlanmış bilimsel bilgiyi mi?
Uygarlık tarihi bilimsel bilgiyi kullanan toplumların geliştiğini, uygarlığı geliştirdiklerini, insanca yaşadıklarını, adaletli toplum kurduklarını, yeni teknoloji ürettiklerini gösteriyor. Biz bunu daha önce yaptık ve uygarlık zirvesine çıktık, sonra vazgeçtik ve battık! Gözlüyoruz, bilimsel bilgi kullanmayan toplumlar adaletsiz, ahlaksız, adeta hayvanca yaşayıp pislik içinde yok oluyorlar.
Sonuçta Köy Enstitülü öğretmenler, rivayet ve hurafe kullanan insanların içine bilimsel bilgiyi kullanmayı öğretmek üzere gönderildiler.
Köy Enstitülü öğretmenler verilen yüce görevi başardılar amaçlarına ulaştılar ama… Namık Kemal’i Magosa’ya tıkadıkları gibi enstitülü öğretmenlere de zulümlerden zulüm beğendirdiler. Düşman saydılar. O kuşaktaki öğretmenlerimize büyük bir özür ve minnet borcumuz vardır.
Fay Kirby
Fay Kirby Berkes, 1926’da ABD’de doğmuş, Kolombiya Üniversitesi’nde bizim Köy Enstitüleri üzerine 1960’ta ilk doktora tezi yazmış bilgin bir kadın. Tezinin başlığı: “The Village lnstitute Movement of Turkey: An Educational Mobilization for Social Change”.
Ömrünün en az kırk yılını Türkiye’de geçirmiş bir hanım. Prof. Niyazi Berkes ile 13 yıllık bir evliliği olmuş. İzmir’de çiftlik kurmuş, hanım ağalık yapmış. Ankara’da yaşamış ve 1990 yılında Ankara’da vefat etmiş. Medyada yer almamış. Bildiğim kadarıyla sadece Nokta dergisinde bir röportajı var. Orada söylediklerine bakılırsa hızlı bir Kemalist olduğu anlaşılıyor. Niyazi Berkes bile onu tutamamış!
Doktora tezi 1962’de kocasının çevirisiyle Türkçe bir kitap olarak yayınlanmış: “Türkiye’de Köy Enstitüleri.”
İtiraf edeyim ki ona karşı çok önyargılıydım. Köy Enstitülerinin şimdiki moda deyişle hem “yerli ve milli” hem de modernist olduğu için Nato konseptine uygun olarak kapatıldığını ve yerine Türkiye için imam hatip reçetesi yazıldığını düşünüyordum. Köy Enstitüleriyle ilgili bu erken kitabın bir Amerikalı tarafından yazılmasını da tuhaf bulmuş, Fay Kirby’ye “ajan” gözüyle bakmış, kitabına da ilgi göstermemiştim.
Yıllar sonra bir gün önyargımı kontrol etmek istedim. Fay Hanımı biraz karıştırınca arada kalmış birisi olduğunu gördüm. Ne Amerikalı olmuş ne de bize tam uyabilmiş. Yine yanılıyor olabilirim. Hakkındaki malumat bende çok az. Şiddetle merak ediyorum, 40 yıl Ankara’da sadece İngilizce kursu mu vermiş? Arkadaşları, dostları olmamış mı? Üniversiteler neden değerlendirmemiş; ODTÜ o yıllarda “Ağaçtan adam arıyordu”. Nedense, hem Amerikan hem Türk istihbaratının göz ucuyla izlediği bir kişilik! Siyasete girmemiş, derneklere katılmamış, konferans vermemiş, yazı yazmamış ama çok gezmiş.
Türkiye’deki rejimin kırmızı çizgilerini çözdüğü anlaşılıyor. Kendisine yapılan baskılardan söz ederken, “Kemalist olduğum için komünistten daha kötüydüm.” diyor. Atatürk’ün vefatından sonra Türkiye’de her daim ve neredeyse her kesimce Kemalistlerin biçildiğini düşünen biriyim.
Öte yandan Köy Enstitüleriyle ilgili kitabı bana kalırsa Türkiye’de yayınlanan çok sayıdaki Köy Enstitüsü kitabından kalitesiyle ayrı duruyor. Kemalist devrimi bir toplumsal değişim modeli olarak tespit edip enstitüleri bu sosyal değişimin motoru olarak konumlandırıyor. Yine, enstitüleri Türk merkezli tarihsel, felsefi, ekonomik ve kültürel bir zemin üzerine oturtup, oradan inceliyor.
Kirby’nin özgün sayılabilecek bir Türkiye tahlili var. Kendisini tanımadığım için bunda eşi Niyazi Berkes hocanın etkisinin ne kadar olduğunu bilemiyorum. Ancak Berkes’in fikirlerine hayli yakın olmasından karı-kocanın tencere-kapak bilgeliğine eriştiği görülebiliyor.
Filminin yapılmasını bilemem ama belgesel konusu olabilecek bir figür.
Nokta Dergisindeki röportajı onun hakkında bir fikir verebilir. Kitabı ise nedense sadeleştirilerek yeniden basıldı. Kitabı satışta bulunabiliyor. Ancak 1962’deki özgün baskısına da internetten PDF olarak erişilebiliyor.
Cılavuz Köy Enstitüsü
Kars, Susuz’da..
Cılavuz Köy Enstitüsü, Atabek Yurdu’nun Ardahan, Kars ve Artvin bölgesi için can damarı olmuş, nefes borusu gibi hayatiyeti sağlamıştır. Ölüyü diriltmiştir.
Atabek Yurdu 1828’den beri süreklileşen savaş ve çatışmaların ortasında kalmıştır. Savaş derken iki büyük devletin yıllar süren savaşlarından söz ediyorum. Türk-Rus savaşları… 93 harbinden sonra 40 yıl Rus işgali ve arkasından Gürcistan’ın işgali! Ve kendi çabasıyla düşmandan kurtuluşu.
Ekonomi çökmüş, her alanda bilgisizlik ve cehalet kol geziyor. Yoksulluk gırtlakta. Ama sağlam bir din kültürü var. Millî duygular çok yüksek. İşgal altında kalmış ve devletsizliğin ne olduğunu biliyor. Cumhuriyetle kurtulunca devletine milletine sarılıyorlar. Yoksulluğunu bile dile getirmiyorlar. Daha iyisini de bilmiyorlar zaten.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bu bölgeye yatırımları olmuştur; azdan az, çoktan çok! Ama hiçbiri Cılavuz Köy Enstitüsü kadar can vermemiş, hayat bağışlamamıştır. Bir okulun toplum kalkınmasına nasıl bir etkisi olur ki, diye araştıran olursa Cılavuz Köy Enstitüsü bir numaralı örnektir. 1960’ta 20 bin ciltlik kitaplığı olan bir öğretmen okulu!
Cılavuz’la gördük ki bizim her şeyimiz varmış. Bir tek eksiğimiz varmış o da bilim! Bilimsiz bırakılmışız. Ekmekten, sudan daha çok bilime ihtiyacımız varmış meğer. O eksiğimizi de Cılavuz tamamlamış.
Bölgede başka okul da yok zaten. En zeki ve yetenekli çocukları alıp okutup, köylerine göndermiş. Daha ikinci kuşakta toparladık. Şimdi yüzlerce bilgin, şair, yazar, ressam, politikacı… yetişmiş durumdadır. Teşekkürler Cumhuriyet, teşekkürler Cılavuz’da emek veren aydınlık öğretmenler.
Okulun şimdiki hali mi? Türk eğitim tarihi kan ağlıyor!