Eski medrese ve onun etkisinde kalan sarayla yüksek katlara bağlı çevreler, Türk toplumunu ikiye bölmüştü. Havas-avam! Havas kendileriydi. Avam da halk yığınları. Oysa, seçkin ve ünlü bilginler yetiştiren medresede yirmi yıl dirsek çürüttüğü halde Arapçada “nahiv”den “kafiye”ye çıkabilmek şöyle dursun, “avamil” ve “izhar”ı bile sökemeyen mollalar çoktu. Yüksek çevreleri ise, bilgisiz, asalak kişiler kaplamıştı. Vezirler arasında imzalarını atamayan “kara cahiller” eksik değildi.
Buna karşılık, hepsinin hor görüp hırpaladığı halk yığınları içinde çevikliği, becerikliliği, anlayışı ve kavrayışı ile nice nice aydınlara taş çıkartacak, feleğin çemberinden geçmiş ihtiyarlar ve yiğit delikanlılar vardı. Bunların topu “avam” oluyordu da, çetrefil konuşmasıyle Türkçeyi gülünç hale sokan bir odalık, bir harem ağası, salt saraya bağlı diye “havas’tan sayılıyordu. Gerçek bu denli gülünçtü. Ama aydın denilen okumuşların, o çağlardaki saplantısı buydu.
Bir kez bu ayrım, dokunulmaz bir kuralmış gibi benimsenince, artık bu iki sınıf her yönden birbirinden ayrı tutulacaktı. Hatta doğal baba mirası olan anadilinde bile.
Hemen belirtelim ki, burada sözünü ettiğimiz, yazı dili-konuşma dili ayrımı değildir. Elbet bunlar arasında bir ayrım olacak, yazı dili, yazarın kültürüne ve yazılanın konusuna göre değişecek, konuşma dili ise, yine konuşanın kişiliğiyle ilgili olmakla birlikte bütün ulusun ortak malı olma niteliğini koruyacaktır. Bilim adamının konuştuğunu – eğer bilim konusu değilse – köylü de anlayacaktır.
Ama toplumda çok kez görülen hiç de böyle değildi. Okumuş, okumamış yanında üstünlüğünü gösterebilmek için, becerebildiği oranda “belâgatli” yapmacık bir dille konuşuyor, karşısındakinin anlamadığını, şaşkın şaşkın yüzüne bakakaldığını gördükçe keyifleniyordu. Günümüzün deyimiyle, kendilerine aydın dediğimiz kişilerin bu ham softalığı, Meşrutiyet devrine dek sürdü. Hatta bu devirde bile, hâlâ bu çetrefil ve ağdalı dille konuşmaya özenenler görüldü.
Havas dili-avam dili anlayışı, Türkçülerin ve Türkçecilerin yazılarında bile eksik olmadı. Hiç kuşkusuz, bunların anlayışıyle eskilerin tutumu arasında bir benzerlik yoktu. Ama yine hiç kuşkusuz – bilmeyerek ve elbet istemeyerek bu ayrımdan kendilerini kurtaramadılar. Örneğin, Ömer Seyfettin’i ele alalım. Ömer Seyfettin, Türklüğe ve Türk diline gönül vermiş usta bir sanatçı, bir yaratıcıdır. Eserlerini hep bu kaygı ile yazmıştır. Servet-i Fünuncuların yapmacıklı, özentili dilini sürdürmeye çalışan Fecr-i Aticilere karşı ilk bayrağı o açtı. Selânik’te çıkan Genç Kalemler’ in ilk sayılarında, kocaman bir soru işareti taşıyan “Yeni Lisan” başlıklı yazılar onundur. Türk dilini, o günkü anlayış içinde savunan bu yazılardaki düşünceler üzerinde yeniden duracak değilim (Bunun için bkz. Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, 2. bas., Ankara 1960, TDK yayını). Ancak şurasını belirtmek isterim ki, bu yazılarda çelişkiler de vardır. Bunlardan biri üzerinde duralım: Ömer Seyfettin, yabancı dillerin kurallarıyle yapılmış tamlamalardan kaçınılması gereğini öne sürerken, örnek vererek diyor ki: “Biz hey’et-i tahririye demeyeceğiz. Ama yazı hey’eti de diyecek değiliz. Çünkü yazı, halkın konuşma diline girmiş bir kelimedir. Burada tahririn yerini tutmaz. Bunun için biz tahrir hey’eti diyeceğiz.”
Görülüyor ki Ömer Seyfettin, edebiyat dili için, halk dilinde bulunmayan kelimeler aramak eğilimindedir. Ona göre, konuşma dilinden kelime alınınca edebiyat dili olamaz. Böylece Türkçü ve Türkçeci olan, Türkçeyi ustalıkla kullanabilen Ömer Seyfettin bile – farkında olmayarak- “havas dili-avam dili” ayrımından kendini kurtaramamıştır.
Oysa bugünün sanatçısı hiç böyle düşünmüyor. Bir edebiyat ve sanat dilinin olacağını kabul etmekle birlikte, sanatı, halk dilinde yaşayan kelimelerle örmek, halktan ilgisini kesmemek istiyor. Halka sesini duyurmakta kıvanç arıyor. Bugünün sanatçısı kelimelerde yine titiz davranmakla birlikte, ustalığı deyişte, anlatışta göstermeyi amaç biliyor. Olgun ve dolgun düşünceye dayanan “üslup”un gücüne inanıyor.
Artık bugün, halkı hor görenlerce benimsenen “havas -avam” ayrımı kalmadığı gibi, “havas dili-avam dili” ayrımı da yoktur. Yalnızca “bilim dili”, “sanat dili” vardır
(Türk Dili, sayı 233, şubat 1971)
Kaynak: Levend, Agâh Sırrı. Dil Üstüne. Türk Dil Kurumu Yayınları, s. 92-94.