Unutmamak gerekir ki en kesin dil matematik dilidir. Matematiksel ifadeleri, matematik bilen insanlar, farklı zamanlarda ve farklı ülkelerde okurken bile aynı bilgiyi almış olurlar. Ama söz ile ifade edilen fikirler, aynı millet için bile farklı zamanlarda farklı anlamlara gelebilir. Daha ötesi, aynı millete mensup, aynı zamanda, ama farklı bölgelerde yaşayan insanlar, bazen aynı sözü çok farklı anlam taşıyan şekilde anlayabiliyorlar. Diğer yandan aynı cümleyi okurken, aynı dili konuşan ama farklı kültürel seviyede olan insanlar da farklı anlam çıkarabilirler. Böyle olduğundan da söz ile yazı ile ifade edilenleri tam olarak gerçek haliyle anlamak imkânsızdır.
Sosyal bilimler sözlerle anlatılır, bu nedenle de onların ulaştıkları sonuçlar çoğu zaman farklı yorumlara yol açar. Doğa bilimlerinin sonuçlarının doğruluğu yalnız farklı yerlerde, farklı insanların yaptıkları deney ve gözlemlerle kanıtlanabilir. Ama bu gerçeklerin geçerli olma sınırları, hata payı ve süreçlerin(olayların) hangi şartlarda ilerlediğine bağlıdır. Matematik doğa bilimi değildir. O, insan mantığına dayanan temel bilimdir. Matematik ifadelerin çoğu, doğrudan doğa ile bağlantılı değildir. Doğanın kanunlarını yansıtanlar da tam gerçek haliyle yansıtmazlar, deneylerin ve gözlemlerin hata payı ile belirlenen bilgiler gerçek olarak kabul edilirler. Ama matematik ifadeler her zaman insanın fikrini tam olarak ve kesin şekilde yansıtırlar.
Her bir bilim dalında ne kadar matematik varsa,
kesinlikle bir o kadar da gerçek vardır.
İmmanuel Kant (1724–1804)
Yeterli kadar eğitim almamış ve bilimsel düşüncesi gelişmemiş insanlar matematiğe, deneylere ve gözlemlere dayanmayan fikirlere de inanmaktalar. Onların yanıldıklarını örneklerle gösterelim:
Biliyoruz ki Evrenin tümünü öğrenen bilim dalına kozmoloji denir. Einstein’in kozmolojisine göre Evrenin farklı yerlerinde, aynı zaman aralıklarında gözlem yapanlar hepsi aynı manzarayı tespit etmiş olur. Yani gözlemcilerin hepsi kendini Evrenin merkezinde yerleşmiş gibi fark eder ve uzak galaksilerin, bütün yönlere doğru onlardan uzaklaştığını gözlemler. Şaşırtıcıdır ki, XV. yüzyılda Alman filozofu Kuzanskiy Nikolay (1401-1464) benzer şeyleri ileri sürmüştür. Diyordu ki: “Sonsuz harekette olan evrenin ne merkezi, ne sınırları, ne üstü, ne de altı vardır. O homojendir ve onun her yerinde aynı kanunlar geçerlidir. Evren küredir. Bu kürenin merkezi her yerdedir ama sınırları hiçbir yerde.” Acaba Kuzanskiy evren(dünya) derken ne düşünüyordu?
Onun için evren kavramı kesinlikle Einstein’in kullandığı anlamda değildi. İyi biliyoruz ki, farklı bilimsel seviyede insanlar için aynı kavramlar aynı şeyleri ifade etmiyor. Newton ve Einstein de bizler gibi Allah’a inanıyorlardı. Ama Allah, vatan ve millet kavramı bizler ve onlar için çok farklı şeyleri ifade ediyor. Bunlara rağmen Kuzanski’nin çok derin fikirleri kozmoloji çalışanlarını bile heyecanlandırmaktadır.
Yüzyıllarca (Galileo zamanından) önce kullanılan ve şimdi kullanılan fiziksel kavramların benzerliklerine dayanarak doğru sonuçlara varmak çok zordur. Örneğin atom sözünü ilk kullanan, Yunanistan’da Milattan 500 yıl önce yaşamış Demokritus olmuştur. O şöyle diyordu:
“Atomlar ve boşluk dışında hiçbir şey yoktur, gerisi düşüncedir.”
Fakat bu fikir şimdi atom derken düşündüklerimizle hiçbir benzerlik taşımıyor. Çünkü atomun kendi de içi dolu bir şey değildir. Boşluğa benzer ve maddenin özelliklerini taşımaz. Zaten atomun Demokritus’un yazdığı gibi anlatılması da bilimsel bir kavram ifade etmez. Onun atomu atomdan daha fazla moleküle benzemekte. Çünkü maddenin kimyasal özelliklerini taşıyan en küçük parçacığı moleküllerdir. Yine de Demokritus’un fikirleri, çok düşündürücü olmuştur ve şimdiki bilgilere ulaşılma yolunda çok faydalı olmuştur. Bugün biliyoruz ki atom, kimyacılar, genel fizikçiler ve atom fiziği çalışanları için de tam olarak aynı şeyleri ifade etmiyor. Yani, değişik bakış açılarının, anlamak ve açıklamak için, farklı yaklaşım ve çağrışımları tetiklediğini de inkar edemeyiz.
Atomlar nesne değildir.
Werner Heisenberg (1901–1976)
Lenin :”Atom da elektron gibi tükenmez” demiştir. Bu cümle doğrudur ama fizikçiler için ne bilinmeyen bir şeydir, ne de bilinmesi gelişme için gerekli bir düşünce taşır.
Şimdi bakalım aynı şeyleri bizim bilim adamları bugünlerde -dinimize ve eğitimize hizmet ettiklerini sayarak- kutsal kitabımızla nelerin ilişkide olduğunu anlatıyor. Örneğin Einstein kozmolojisinin yansıtılması anlamında, “Gök genişlemektedir.” ifadesinin olduğu. Enteresandır ki fizik bölümü bitirmiş insanlarımız bu ifadeyi Evrenin genişlenmesi ile eşdeğer buluyorlar. Hâlbuki bu ifadenin bilimle hiçbir ilişkisi yoktur.
Azeri şairi İmadeddin Nasimi (1369-1417) yaklaşık şöyle diyordu: “Bende sığar bin bir cihan ben bu cihana sığmarım.” Şimdi kozmoloji çok gelişmiştir. Yaklaşık 20 yıl öncelerdeki gibi Evrenin sadece genişlemesi değil, hızlanarak genişlemesi araştırılmaktadır. Evrenin kuantum köpüklerinden birinin genişlemesi gibi doğduğu ve bu noktasal köpüklerin her birinin farklı evrenler oluşturduğu tartışılıyor. Görüyoruz ki, Nasimi bunları biliyormuş ve kendisinde binlerce kuantum durumlarında, noktasal boyutlarda evrenlerin sığabileceğini yazmış. Kendisinin ise bir evrene sığamaz olduğunu da doğal olarak görmüştür. Ama o zamanlar böylesi dünya görüşünü oluşturacak için hiçbir deneysel ve gözlemsel veri olmadığından, şeriat mahkemesinin onun derisinin soyularak öldürülmesine hüküm verdiğini düşünüyorum. Başka ne neden olabilirdi, böyle amansız hükme. Nasimi meydanda, derisinin soyulma sürecinde ölmüştür. Bizlerse şimdi bile söz sohbet ile anlatılan bilimsel sonuçlara fazla inanıyoruz.
Antalya’da Kayserli kuyumcu arkadaşlarım vardır. Bunlar güzel ve dini bütün insanlardır. Vatan ve millet sevgisi ile dolu, arkadaşlarına karşı dürüst ve insanlara yardımcı olmayı seven kişilerdir. Bu ailelerin ideoloji kaynağı Zaman gazetesi, Aksiyon ve Sızıntı dergileridir. Bu dergileri tanımam için 20 ve 27 Ağustos 2007 Aksiyon ile Sızıntı’nın Ağustos ve Eylül sayılarını bana vermişlerdi. 26 Ağustos 2007 Zaman gazetesinde yayımlanan “Genetik Bomba” makalem ile ilgilendiklerine de sevinmiştim.
Bu makalede Heisenberg’e bağlı örnekler verdiğimiz için, Sızıntı’nın Eylül sayısında ilgimi çeken “Atoma ilk işaretler” adlı makaleyi de hatırlatalım. Yazar sayfa 370’de elektronların atom içindeki hareketi için şöyle yazıyor: “Oldukça karmaşık olan bu hareketin, rüzgârla sağa sola savrulan toz zerrelerinden bir farkı yoktur.” Bu hiç de atoma doğru işaret değildir. Birincisi toz için rüzgâr dış etkidir ama tek bir atom kapalı sistemdir. Atomun içinde kuantum fiziği geçerlidir, toz-rüzgâr meselesinde ise klasik fizik. Elektronlar Fermi parçacıkları olduklarından, atomun içinde tam olarak yozlaşmış (dejenere) durumdadır. Toz örneğinde ise böyle bir şey olanaksızdır.
Yazı bilim dışı söz sohbetle dolu. Yalnız bu bir cümlenin üstünde durmamın nedeni, bu cümlenin de, “gökler genişler” gibi Ku’ran’da geçtiğini yazmasıdır. Tekrar ediyorum: Biz genelde temel bilimlere pek katkıda bulunmayan toplumlardanız. Bu nedenle de bilmediğimiz kavramları, süreçleri ve olayları böyle kolayca kutsal kitapta aramaya kalkmamız doğru değil. Unutmamamız gerekir ki bizim eğitim sistemimiz ve geleneklerimiz bilimsel düşüncemizi çok kısıtlamıştır. Doğal olarak insanlarımız (en üst seviyelerdeki yöneticiler de dâhil) böyle çok sayıda kaynakları okuyarak Einstein veya Heisenberg’in bilime pek bir yenilik getirmedikleri fikrine kapılabilirler. Eğer Einstein ve Heisenberg şimdi yaşasaydı, onların halinin nasıl olacağını ve bizlerin bilim alanındaki durumumuzu nasıl değerlendireceklerini bir düşünün.
Böyle bilimsel fikirler üretilmesinin bizleri nerelere götüreceğini örneklerle gösterelim. Herkes “Sakla samanı gelir zamanı” ve “Bir koltukta iki karpuz tutmak olmaz” gibi atasözlerimizi bilir. Sakla samanı gelir zamanı, cümlesinden görüyoruz ki, yüz veya binlerce yıl önceden enerjinin korunma yasasını biliyorduk. Ottan saman yapılır ve uzun bir zaman korunarak hayvanlara verilir. Hayvanlar samanı yiyerek onun içinde saklı biyolojik enerjisinden faydalanırlar. Samanın enerjisi ondan hayvana geçmiş olur. Böylece enerjinin korunmasını ve bir türden başka bir türe geçebildiğini yüzyıllardır bildiğimiz söylenebilir.
Bir koltukta iki karpuz tutmak olmaz da, tam olarak Pauli Wolfgang (1900–1958) prensibini anlatıyor denebilir. Bu prensibe göre bir kuantum durumunda iki fermion bulunamaz. Doğal olarak eski zamanlarda bu prensibi de enerjinin bir halinden diğerine geçmesi ve korunması gibi basit şekilde anlatmak gerekirdi ki, insanlar onları anlasın ve unutmasınlar. O zamanlar fermionlar veya kuantum durumları deseydiler kim ne anlardı? Bu nedenle de kuantum durumu yerine koltuk ve fermiyon yerine karpuz tabiri kullanmışlar. Yani, tarih boyu üretilmiş benzer fikirlerimizi batı bilim adamlarına ulaştırarak, onların (Einstein dâhil) tamamının boşuna uğraştıklarını söyleyelim ve onları üzelim mi? Bizler en önemli fizik kanunlarını yüz, belki de bin yıldır bildiğimiz için bilim sonuçları ile ilgilenmiyor olabilir miyiz?
Şimdi hatırlatalım ki, bizim din adamlarımız hiçbir zaman Avrupa din adamlarının ortaçağlarda bilime karşı yaptıklarını (1548-1600 yıllarda İtalya’da yaşamış Jodano Bruno’nun yakılmasını hepimiz biliyoruz) yapmamışlardır. Daha ötesi her zaman eğitime ve bilime saygı göstermeye ve bu alanlarda yüksek seviyelere gelmeye çağırmışlardır.
Şimdiki ekonomik kriz dünya ülkelerinin çoğunu vurmuştur, özellikle de pahalı konutlarını kredi ile alan ve petrol üreten ülkeleri. Bizim ekonomimiz de “hastadır” ama toplumumuz sağlamdır ve insanlarımız ekonomimizin doktorlarıdır. Bu doktorlar tedavi edecekleri ekonominin hastalığını tartışarak doğru yolları mı seçmeliler yoksa bildiklerini birbirinden gizleyerek, gereken bilginin artmasını ve kesin şekil almasını mı engellemeliler? Tartışmalar kesin şekilde olmadığında, ekonomi ile birlikte onun doktorlarının da hasta olduğu düşünülebilir ve hastalık iyi tartışılamaz, derinleşir. Ekonominin hasta olmasını ondan gizlemeye gerek yoktur, o üzülmez. Ama hasta ekonomi tedavi edilmezse, sağlam olan toplum üzülür. Gelişmemiş toplumlarda insanlar üzülmesin(!) diye türlü yolsuzluk, kadrolaşma, eğitim ve bilimdeki kusurlar insanlardan gizli tutulmağa çalışılır. İnsanlara karınlarını doyuracak ekmeği bulamadıkları halde, diğer ülkelerin insanlarından çok zengin ve mutlu oldukları anlatılır.
Bu eğitim, bilim ve bilimsel düşüncelerle ilgili makalemizin önceki bölümlerinde de örnek olarak Ermenilere bağlı bilgiler verdik ve buna devam ediyoruz. Çünkü makalenin konusunu anlatırken ve amaca doğru ilerlerken, İzmir’in kadın milletvekilinin Ermeni problemi konusundaki konuşmalarında bir hakaret olmadığını da izah edelim.
Bütün ülkelerde eğitimi, bilimi ve yeni teknolojilerin üretimini doğru yönde ve verimli şekilde yönetmek için başkanlıklar, kurumlar, senatolar, kurullar ve benzeri birimler vardır. Doçent ve profesör olurken, başkan yardımcısı ve bir birimin müdürü olarak çalıştığım süre boyunca, yani 1968’den 1992’ye kadar (24 yıl) her hafta ortalama 2 kere Bakü’de, yılda 1-2 kere de Moskova ve diğer şehirlerde böyle kurumların toplantılarında aktif şekilde bulundum. 1992-2005 arasında Türkiye’de çalıştım ama eğitim, bilim ve yeni teknolojilerle alakalı problemlerin tartışıldığı toplantılarda yalnızca 2-3 kere bulundum. Başka toplantılarda da çok bulundum ama bilimi geliştirmeyi amaçlayan bir tartışma göremedim. Yalnız aşağılarda değil, dekanlık ve daha yüksek seviyelerde de eğitim ve bilimin gerektiği gibi tartışıldığı bir toplantı görmedim ve duymadım.
Bu bir kültürdür; makamlarda oturanlar her şeyi herkesten daha iyi bildiklerini ve diğerlerinin bilgi ve düşüncelerine de ihtiyaçları olmadığını düşünüyor olsalar gerek. Bilgiye ve doğru düşünmeye ihtiyaçları olmayan insanlarla yönetilen ülkeler gelişmiş olabilir mi? Gelişebilir mi? Böyle ülkelerde görmezden gelme çok yaygındır. Hatta YÖK, TÜBİTAK gibi kurumların Einstein’in bile fikirlerine ihtiyaçları olduğunu söylemek zordur. Ama hemen kaydetmek isterim ki, Prof Dr. Tosun Terzioğlu TÜBİTAK başkanı olduğunda, orada durum çok daha iyiyiydi. Onun Prof Dr. Ali Alpar gibi bilime değer veren ve iyi de bilim adamı olan bir danışmanı vardı.
Ben 1968-1983 yılları arası rasathanede başkan yardımcısı olduğum ve doktora öğrencilerimden üçünün savunması Ermenistan’da olduğundan, Erivan’a da çok gitmiştim. Oranın Akademisinin başkanı, dünyada çok ünlü bir bilim adamı (astrofizikçi) olarak tanınan Ambartsumyan V.A. idi (1946’dan ölene kadar). O, akademi başkanı olduğu yıldan başlayarak Sovyetler Birliği’nin milletvekili ve akademi üyesiydi (birlik dağılana kadar). Ermenistan’da Komünist Partisi liderlerinden biri olan ve Türkleri hiç sevmeyen Ambartsumyan, Ermenilerin en sevdiği ve Sovyetler Birliği’nde hemen herkesin tanıdığı biriydi. (Yaklaşık 1000 sayfalık soykırım kitabını bundan 35-40 yıl önce bastırılmasının yolunu açmıştır.) O bana bir bilim adamının layık olduğu biçimde çok saygı gösterirdi. Ama Türk olduğumdan ve danışmanımın (Ya. Zeldovich) ve çevresindekilerin bilimsel fikirleri genelde onunkine zıt olduğundan, bana büyük kötülük yapmıştı. Her zaman çok güzel karşılamasına ve kapıya kadar geçirmesine rağmen.
Nasıl bir kötülük yaptığının yeri olmasa da, okurun ilgisini çekebileceği için kısaca açıklayalım. Üniversiteyi 1963’de bitirdim. Doktora unvanını 1966 ve doçentliği 1968’de aldım. O zamanlar Sovyetler Birliği’nde her on doçentlik için bir profesörlük unvanı verilirdi. Profesör unvanı kazanmak için de önemli sonuçlar elde etmek ve önemli dergilerde 30-40 makale yayımlamak gerekirdi. Bu işler büyük bir tez şeklinde yazılırdı ve bilimler doktoru unvanı için Moskova’nın belirlediği bir kurumda savunulurdu. Sovyetlerin güney bölgesinde Astrofizik konusunda böyle bir kurum Erivan’da ve başkanı da Ambarsumyan idi. Lisans diploması üstünde olan diplomalar ise yalnız Moskova’da bulunan kurum tarafından verilirdi.
1972 yılında bilim doktoru ve profesörlük için gereken bilimsel sonuçlarım ve merkezi dergilerde de 40’ın üzerinde yayınım vardı. Tezi yazdım, 1973 de Erivan’da olduğum günlerde Ambartsumyan inceledi ve yazılı şekilde savunmaya kabul etti. Ama savunma sırasında beni gerilere atmış. Sıram gelmeden bu kurumun çalışma zamanı bitmiş ve yeni çalışma izni 3 yıl sonraya alınmıştı. O zamana kadar yeni tezler de sıraya girmiş ve benimki sürekli geciktirilmişti.
Bizde profesör az oluyordu ve bu unvanı da ortalama olarak 50 yaşları civarında alabiliyorlardı. Bu nedenle de acele etmeye utanıyordum. Ama yine de bu durumdan rahatsız oldum. 1977’de tezi geri aldım, yeniledim ve Moskova’da Kozmik Araştırmalar Enstitüsü’nde (yaklaşık 5 bin çalışanı olan bir kurum) savundum. 1978’de profesör oldum. O zamanlar bir bakanın maşı 400 ruble, benim başkan yardımcısı olarak maşım 550 ruble idi. Sadece doçent 320, bilimler doktoru 400 ve profesör 420 ruble alırdı. Parti ilçe başkanı 250 ruble alırdı ve bu maaş ilçede en yüksek maaştı. Akademide Enstitü Başkanı ve üniversite rektörlerinin maaşı 600 ve Akademi Başkanı maaşı 900 ruble idi. O zamanlar 1 ruble 3 dolara eşitti. Ayrıca belirtelim ki, ev ve tıp hizmetleri parasız verilirdi.
Erivan’a her gittiğimde onunla en az yarım saat görüşür ve bilim konularında tartışırdık. Orada muhakkak da bilimsel toplantı yaparlardı ve ben 1-1.5 saat konuşma yapardım. Ambartsumyan’la rasathanelerinin organizasyon işlerinden de konuşurduk, tavsiyelerimi isterdi.
Moskova’da ise bilimsel atmosfer daha da yüksek seviyedeydi. Orada hep bilim konuşur ve tartışırdık. Danışmanım olan: Dünyada fiziksel kimya, detanasyon ve patlamalar; parçacık ve çekirdek fiziği; gravitasyon, kozmoloji ve astrofizik konularında, meşhur Katyuşa füzeleri; atom ve hidrojen bombalarının teorik çalışamlarının başındaki, bir kez Lenin ve dört kez Stalin ödülü almış ayrıca üç sefer Sovyet kahramanı Ya. Zeldovich’le 1964 yılından başlayarak çalışmıştım. Bu nedenle de Moskova’da onun arkadaşları olan ünlü fizikçileri de tanıyordum. Ben onlarla kıyasla çok küçük bilim adamı olmama rağmen bir arada bilim konularında konuşur ve tartışırdık.
Türkiye’de ise bilimle ilgilenen insanlara rastlamak çok güç. İlgilenenler ve bilimde uzman olanlar da genelde sol görüşlü insanlar olmuş. O zamanlar Azerbaycan’da ve Ermenistan’da bilimsel tartışmalar yaygındı. Böyle nedenlerle Ermenistan’da bilimsel ortam ve bilim adamına saygı açısından kendimi çok iyi hissederdim. Türkiye’de benzer atmosfer ODTÜ’de ve Feza Gürsey Enstitüsü’nde vardı.
Çokları Ermenilerin dünyada bizlerden güçlü ve saygın olmalarını Hıristiyan olmalarına bağlıyor. Bunu kabullenmek zordur ama etkisi de yoktur denemez. Ama Latin Amerika ve Afrika’da da birçok Hıristiyan halk yaşıyor. Peki, onlar da Ermeniler gibi etkili diyebilir miyiz? Zor (!). Müslümanlar her tür kötülüğü, hatta Hıristiyanların yaptığından çok daha fazlasını, birbirine yapmış ve halen de yapmaya devam etmiyor mu? Sadece gelişmiş milletler kendi insanlarına çok daha fazla saygı ve sevgi gösterir, halklarının ekonomik durumunu ve kültürel gelişmesini ön plana çıkarırlar. Bizler ise son 400 yılda Ermeni ve diğer Hıristiyanlara herkesten çok daha fazla hizmet etmişiz. Maalesef, dünyadaki bilim ve teknoloji seviyesi yükseldikçe (bu yükselme çok hızla ilerliyor) gelişmemiş toplumlar gelişmişlere hizmet göstererek yaşamlarını sürdürmek mecburiyetinde kalacaklar. Her millette kendi insanına sevgi ve saygı daha fazla olmalıdır. Önce kendi insanının ekonomik durumunun iyi olmasını desteklemelidir.
Gelişmişler ile (Ermeniler gelişmiş millettir) gelişmemişler arasında bazı farklar vardır. Gelişmemiş ülkelerde zenginlik ve saygınlık milletin çok küçük bir bölümü içindir; gelişmiş ülkelerde ise geniş kitleler için. Gelişmemiş ülkelerde millet sevgisi göstermek demek onu övmek, kusursuz görmek, kusurlarını gizlemek ve diğer milletleri, özellikle de sevmediklerini, küçük görmek demektir. Gelişmiş milletlerin eğitimsiz kısmı da aynen gelişmemiş ülkelerde olduğu gibidir. Yine de, gelişmiş milletlerin eğitimli olanları, milletlerinin ve ülkelerinin kusurlarını ortaya çıkarır ve ortadan kaldırırlar. Problemlere ciddi şekilde, çözüme yönelik yaklaşırlar.
Ruslar ve özellikle 1922-1960 arasındaki yüksek görevlerdekiler Yahudileri hiç sevmezlerdi. Onlara karşı kötülükler yapıldığı için Yahudiler de (Marks’ın Yahudi olmasına rağmen) Sovyet sistemini hiç sevmezlerdi. Yine de birçok düşük eğitimli insan Sovyet sistemine kalpten inanarak hizmet ederlerdi. Bilimsel düşünceleri gelişmemiş ama vatanlarını ölesiye seven insanlara önemli görevler verilirse, vatanlarını ne kadar severlerse sevsinler, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, ülkelerinin gelişmesini engellerler. Diğer taraftan, Yahudilerin yüksek kültür ve uzmanlık seviyelerine ulaşabilenler layık oldukları işlere getirilerek, Sovyet sistemini sevmemelerine rağmen, Sovyetler Birliği’nin kalkınmasında en önemli katkıları sağlamaları mümkün olmuştur.
Örneğin Sovyetler Birliği’nin atom ve hidrojen bombalarını yapan en ünlü üç bilim adamı da Yahudi’ydiler (Hariton, Zeldovich ve Saharov). Benim danışmanım Zeldovich, bu işlerden önce, 26-28 yaşlarında ilk füzelerin (Katyuşalar) buluşunda çok önemli bir bilim adamı olmuştur. Bunların keyfini KGB’nin en başındaki Beriya bile bozamazdı. Çünkü Stalin yaklaşık olarak böyle diyordu: “Bakanlar büyük bilim adamlarından çok daha kolay bulunabilir.” En büyük ödülleri alanlar da bunlardı, Moskova’nın en iyi semtlerindeki güzel evlerde yaşayanlar da. Böyle bilim adamları çevrelerinde en iyi bilimsel ortamı yaratır; ülkedeki bilimin ve teknolojinin gelişmesine en büyük katkılarda da bulunurlardı. ABD’de bunu daha da iyi anlıyorlardı. Milletinden, dininden ve görüşlerinden bağımsız olarak, bilime ve yeni teknolojilerin üretimine büyük katkıda bulunabilecek insanları, her tür yollarla kazanıyorlardı.
Gelişmiş ülkelerde de nüfusun çok küçük bir bölümü iyi eğitimli, yüksek derecede uzman, bilimsel düşüncesi gelişmiş insanlardır. Ama bu ülkelerde yerleri doldurulamayan insanlardır. Milletlerinden ve dinlerinden bağımsız olarak halklarının ekonomik ve kültürel yaşamlarını zenginleştiren ise, işte bunlardır. Ermeniler, böyle ortamlarda yaşamak için Türkiye’yi, Rusya’yı, Azerbaycan’ı ve Ermenistan’ı terk etmiştir. Şimdi de ABD ve Avrupa’ya göç ediyorlar. Ama göç etmeyenler de her alanda gelişmek için çalışıyorlar. Ne yazık ki aynı zamanda bizlere haksızlık da yapıyorlar. Yaşadığımız sorunların anlatılması matematik ifadelerle yapılamıyor ve kimin doğru olduğu da kesin şekilde bilinemiyor. Yine de bu işte onlar becerikli. Çünkü bizler gerekli seviyede eğitimden, bilimden ve yeni teknoloji üretiminden uzaklarda kalmışız. İnandırıcılık ise dünya biliminde ve kültüründeki yerine ve saygınlığına bağlıdır.
İnsanın kafasındaki düşünceler hangi konuda baskın ise önce o konuya bağlı eşya ve insanları görür. Örneğin kadınların, erkeklerin ve çocukların gözleri evde ve dışarıda genelde aynı şeyleri görmez. İnsanın düşüncesi bağımsız olarak gelişmiyor. Ortam onu yönetiyor ve düşüncesini belirliyor. Ezberciliğe dayanan eğitim ve söz-sohbet ile kazanılan bilgiler, doğruları kavrayan ve kesin olan düşünceyi oluşturamaz. Diğer bir deyişle insanları gerçeklerden uzak tutar. İnsan toplumunda türlü süreçler vardır. Bunlar matematiksel formüllerle yansıtılamıyorsa bile, hiç olmazsa sayısal bilgiler içermelidir.
Örneğin TV’den duyuyoruz: Dünyanın bütün ülkelerinde politikacılar kendi çıkarları için kanunları bozarlar. ABD, Almanya, Japonya ve bizlerde de böyledir; Bütün ülkelerde insanlar dini ibadetlerini yapar ve inançlarına göre giyinirler; Bir kovayla su atıldığında duvarda oluşan şekillerden daha anlamlı olmayan, yıldızların oluşturduğu şekillerle (burçlarla) bütün ülkelerde ilgilenirler. Hepimizin zaman zaman rastladığı bunlara benzer cümleler hiçbir bilgi içermediği gibi, gereksiz bilgilerdir. Çünkü bunun gibi cümlelerle biri diğerine benzetilen toplumlar içinde, gelişmemişlerle gelişmişleri sayısal bilgileri kullanarak kıyaslasak, gelişmiş toplumların kesinlikle gelişmeyenlerden çok farklı olduklarını görürüz.
Aslan ve delikanlı gibi sözlerle büyütülen çocuklar önemli görevlere de getirilirler. Bu tür insanlar karşı görüşte olanlara sert çıkmayı, akılcı davranıştan üstün tutmaya alıştıklarından, matematik ve fizikle büyümüş Einstein’in bile dersini vermekle gurur duyarlar. Yani kötü gelenekler kültürü bastırır. Kendi ülkelerinin ve milletlerinin çıkarlarına karşı olan Ermenilerden özür dileyenlerin sayısının çok olması da (bir bardak çayda üç tane tüyün çok olması gibi, 70 milyonun içinde böyle bin kişinin olması çok fazladır) ülkemizde bilimsel düşüncenin gelişmemesinin neticesidir. Her ülkenin milliyetçisi ve görev sahipleri eğitimli ve bilimsel kültürü gelişmiş olmalıdır ki, böyle olaylara rastlanmasın.