Biz yazılarımızda temel bilimlere, özellikle matematiğe ve fiziğe en büyük katkıları çok genç insanların yaptıklarını belirtmek istemişiz. Bu nedenle de şunları hatırlatmışız:
Bilindiği gibi; gerçek bilgi sahibi olmak ve bilimsel düşünceyi geliştirmek bizimki gibi toplumlarda hiçbir zaman ön plana çıkmıyor. Herkes diploma peşinde. Diğer yandan biliyoruz ki, en büyük bilim adamları, matematikte ve fizikteki en büyük buluşlarını 22-26 yaşları arasında yapmışlardır. Örneğin Isaac Newton (1643–1727) unutulmaz fizik kanunlarını ve matematiğe en büyük katkılarını 26 yaşına ulaşmadan elde etmiştir. Albert Einstein (1879–1955) 24 yaşında yaptığı çalışması için Nobel ödülü almış ve 25 yaşında da yaptığı iş ile dünyanın en büyük bilim adamı olduğunu ispatlamıştır.
Fransız matematikçi ve astronom Alexis-Clod Clero (18.yüzyıl) Paris Akademisi’nde ilk bildirisini sunduğunda 12 yaşındaydı. Fizik ve matematik konularında en büyük işleri yapmış kişilerden bazıları, ilk bilimsel makalelerini 13–14 yaşlarında yazmışlardır (örneğin James Maxwell (1831–1879) ve William Hamilton (1805–1865). Adını matematik (yüksek cebir) tarihine yazdıranlar içinde, 21 yaşında düelloda öldürülmüş Evariste Galois (1811–1832) de vardır. İki yaşında kitap okumaya başlayan ünlü fizikçi Thomas Young (1773-1829), içlerinde Türkçe ve Arapça da bulunan yaklaşık on dil biliyordu ve 23 yaşında tıpta doktora yapmıştı. Paul Dirac (1902-1984) ve Werner Heisenberg(1901–1976) gibi dehalar da böyle genç yaşlarında zirveye ulaşmışlardır.
Bunları okumuş bir fizik öğretmeni bize şöyle bir yazı göndermiş:
“Hocam, sizin de yazdığınız gibi, dünyada bilime katkı sağlayıp tarihe adlarını yazdıranlar çok genç yaşlarda bunu yapıyorlar. Şahsen bunu daha önce bilmiyordum. O insanların resim ve fotoğraflarının tamamı kelli felli adamlar; çocuk yaşta başardıklarını düşünmemiştim.
Bu insanlar muhakkak dahi insanlardı. Bir ülkede böyle insanlar çıkarsa, onları kaybetmemek adına küçük yaştan itibaren bilimi doğru vermek gerekir. Ama nasıl? Bizde böyle kitaplar var mı? Bilimi doğru vermek için, mesela dersi verirken, neyi hedeflemek lazım?
Eğer ortaokulda başlayacaksak nasıl başlamalı? Sonra lise düzeyinde nasıl devam etmeli? Sözgelimi Dinamik konusu; 13-15 yaşlarında bu konu nasıl anlatılmalı? 16-18 yaşları arasına geldiklerinde önceki bilgileri nasıl geliştirmeli? Bunu bir örnek olarak söyleyebilirseniz memnun olurum. Bu arada biz lisede fizik dersinde PSSC (“Physical Sciences Study Committe”) fiziği görmüştük. O zamanlar bu kitabı pek sevmezdik. Açıp bakınca roman gibi geliyordu, soruların nasıl çözüleceğine rehber olmuyordu. Oysa sınavlarda ekseri işlem sorulurdu. Sınıf da kalabalık olduğundan verimli olmazdı. Neyse uzatmayayım, öğretmenliğe başladıktan sonra bu kitabı elime tekrar aldığımda hayran kaldım. Bugüne kadar gördüğüm en güzel fizik kitabı, özellikle lise düzeyi için. Daha genişletilmiş, soru ve konu sayısı artırılmış bir PSSC fizik kitabım olmasını çok isterdim. Bilmem hiç duydunuz mu? Şimdilerde sadece eski kitapçılarda(sahaflar) bulunabilir. Konuya döneyim, “bilim öğreten” dediğiniz kitap bunun gibi olabilir mi? Başka hangi kitaplar güzel? Ne, nasıl öğretmeli, öğrenmek isterdim.”
Ben eğitimimin tümünü Rus dilinde almış birisiyim, farklı milletler içinde yaşadım ve Sovyetler Birliği’nde her zaman Rusça kitap, gazete okudum, TV izledim. Orada spor programlarında sporun birçok branşından konuşuluyordu. Burada ise spor dendiğinde neredeyse, yalnız futbol düşünülüyor. Bu sebeple, fizik öğretmeninin sorusunun cevabına, futboldan bir misalle girmeyi tercih ediyorum. Bir gencin iyi bir futbolcu olup olamayacağını belirlemek için, onun sağlamlığını, futbol için gereken çevikliğini ve futbola olan sevgisini test etmek hemen hemen yeterlidir. Peki ya tabii bilimler, fen?
Temel bilimler, özellikle de fizik ve matematik için en önemli kıstaslar: Bilimsel ve soyut düşünme gücü; bilginin derinliği, hacmi ve kesinliği; doğaya olan ilginin büyüklüğü ve bildiklerinin konuşulanlara değil, deney ve gözlemlere dayanmasıdır. Yani bizim eğitim sisteminde önem verilmeyenler. Temel bilimlerin gelişmediği ülkelerde yeni teknolojilerin üretimi de beklenemez. Çünkü bunun için de aynı şartlar ön plana çıkarlar. Bizde de, dünyanın genelinde olduğu gibi bu şartların oluşumu için gereken ortam yok denecek düzeydedir. Neticede ülkemizde, gelişmiş ülke olmak için gerekli eğitimi de sağlamak imkânsızdır. Yani hep birbirlerine bağlıdırlar.
Toplumda kültür ve gelenekler ilk bakışta aynı anlamı taşıyabilirler. Gelenekler olduğu gibi kültür kapsamına girer ve denebilir ki onu zenginleştirir. Ama unutmamak gerekir ki, insan eti yiyen toplumların da gelenekleri vardı. Fakat bunu yapan toplumları kültürsüz olarak tanımlamak daha uygun olur. Bu kavramların ikisi de zamanla değişir. Kültürel seviyesini, kalitesini dikkate almadan dar anlamda tanımlayacağımız kültür veya gelenekler toplumun alışkanlıklarını, davranışlarını, değerlerini içerir ve kuşaktan kuşağa da korunurlar. Bu açıdan baktığımızda, belki de hayvanların da kendi kültürlerinin ve geleneklerinin olduklarını düşünebiliriz. Mesela, sosyal adalet ve yardım; milyonlarca üyesi olan karınca toplumlarında, insan toplumlarının çoğunda karşılaştığımızdan daha iyi durumdadır. Hayvanların kültüründe (geleneklerinde) de yakınlarına, güzelliğe ve müziğe sevgi; doğaya bağlı bilgi ve ilgi vardır. Onlarda hiç olmayan ise dindir, güzel sanatlardır, yazıya ve tartışmaya dayanan eğitimdir; bilim ve yeni teknolojiler üretimidir.
Hayvanlar yalnız doğanın basit şekilde olan ve hayatlarını etkileyen kanunlarını (7. sınıfı aşmayan fizik ve matematik dâhil), yiyecek elde etme amaçlı basit teknik çözümlerini kullanıyorlar. Yuva kurmada ve işlerine yarayan basit aletler yapmada nasıl bir malzeme kullanmak gerektiğini, insanlardan daha düşük seviyede de olsa, biliyorlar. Böyle olduğundan da, kültür ve gelenek kavramlarını yalnız insanlar için kullanıyoruz. Ama hayvanlar söz konusu olunca içgüdü diyoruz. Yani, insanlar söz konusu olunca içgüdüyü geleneklerin ve kültürün içine koyuyoruz. Bu yüzden aslında içgüdüyü, kapsamı çok düşük seviyede gelenek gibi kabul edebiliriz.
Daha ötesi, gelenekleri kültür kapsamına alırsak, hayvanların da, asgari seviyede, kültürleri olduğu ileri sürebiliriz. Örneğin kedilerin pisliklerinin üstünü örtmeleri veya göz önünde çiftleşmemeleri gibi. Biz burada hayvanların kendilerini tehlikeden korumak ve yaşamlarını devam ettirmek amacıyla düşünmeden yaptıkları hareketleri kapsayan refleksleri (tepkiler) kastetmiyoruz. Refleks şeklindeki tepkiler bütün canlılarda vardır, insanlar da dâhil.
Bu üç kavramın aynı anlama gelmediğini; bunların sadece insanları hayvanlardan ayrı tutmak için olmadığını; zamana bağlı özelliklerini hatırlayalım. Elbette hayvanların dış görkemleri, ses güzellikleri, sadakatleri, anlayışlı, sosyal yardımlaşmada ve adil olmaları gibi özelliklerine saygı duymak gerekir. Diğer yandan bazı hayvanların eczacılık ve tıbbi çalışmalardaki önemini, onlar üzerinde yapılan biyolojik deneylerin insan tedavisinde oynadığı büyük rolü de unutmamalıyız.
İnsanlardan (özellikle şehirlerden) uzaklarda yaşayan hayvanların içgüdüsünün zenginleşmesi milyonlarca yıl gerektirir. Şehirlerde yaşayan hayvanların (köpek, kedi, sıçan…) içgüdüsüyse araç trafiğinin değişim temposuna uyacak şekilde hızla değişebilir. İnsanların bazı geleneklerinin değişmesi ise binlerce yıl bile sürer. Gelenekleri kültürün kapsam alanının dışında tutarsak, kültürün değişme temposunun teknolojiye ve bilime daha kolay uyum sağladığını görürüz. Yani kültürün değişmesine gereken zamanın 100-10 yıl civarında olduğunu söyleyebiliriz. Neticede diyebiliriz ki, geleneklerin değişme (gelişme değil) temposu da, kültürün gelişme hızından çok azdır.
Bir ev hayvanının zengin bir ailenin köşkünde yeni teknolojilerle donatılmış ortamda yaşaması ve tıbbi imkânlardan yararlanması, mesela, sirkteki becerikli, yetenekli, çalışan, öğrenen hayvanlarla aynı “kültürel” düzeyde olduğu anlamına gelmez. Tıpkı bilim ve yeni teknolojileri üretmeyen toplumların, gelişmiş ülkelerin keşiflerinin sonuç ve konforunu kullanmalarıyla kültürel düzeylerinin artamayacağı gibi. Toplum, gelişimi engelleyen geleneklerden uzaklaşmalıdır. Hele çağımızda, ebeveynler çocuklarını aslana benzeterek sevmemeli, yalnızca delikanlılığını övüp, övünmemeli. Hayvan gibi güçlü ama aklın kullanılmadığı davranışlar belki binlerce yıl öncesi için makbuldü. Eğer o zamanlardaki kültürel düzeyde kalmak istiyorsak (!) başka tabii.
Yukarıda, hayvanlarda hiç olmayan ama insan hayatının bir parçası olan faaliyetlerin en önemlileri din, güzel sanatlar, yazıya ve tartışmaya dayanan eğitim, bilim ve yeni teknolojiler üretimi olduğunu söylemiştik. Dinler binlerce yıl içinde neredeyse değişmez olarak kaldığından, bunların büyük olasılıkla gelenek olduğunu veya belki de kültürün değişmez kısmını oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. (Dinlerin kapsam alanına her zaman onları yozlaştıran ve insanların istismar olunmasını sağlayan eklemeler yapılmıştır ve her zaman yapılacaktır. Biz bunları dinler kapsamına almıyoruz.) Güzel sanatlar da teknolojiye bağlı olarak daha hızla değişirler ve kapsamları da zamanla artar. Güzel sanatların yeni tür malzemelere, araçlara ve yöntemlere bağlı olarak gelişmesi hızlanmaktadır. Böylece, güzel sanatlar gelenek değil, genelde kültür kapsamında yer alır, denebilir.
Eğitim, bilim ve yeni teknoloji üretimi, insan toplumlarının hızla gelişen faaliyetidir ve kültürün seviyesini en fazla belirleyen faktörlerdir. Kültürün seviyesini belirleyen bu esas faktörler aynı zamanda toplumların ekonomik alanda gelişmesini de belirliyorlar. Çünkü ekonominin gelişmesi kültüre bağlıdır. Böylece insan toplumları hayvanlar âleminden: gelişmenin temeli olarak, geleneklerinin zenginliği ve kendi aralarındaki kültürel seviyeleri ile farklılaşırlar, diyebiliriz. Her insan toplumunun kapsamlı(zengin değil) gelenekleri olabilir ama kültürel seviyeleri(zenginlikleri) çok farklıdır.
“Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi
çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede geleneklerin
kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı, akla ve
gerçeklere uygun olarak göremez.. Hayat felsefesini
geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve
boyunduruğu altına girmeye mahkûmdur”.
Mustafa K. Atatürk (1881-1938)
Doğal olarak toplumların gelenekleri dünyadaki kültürün gelişmesinden etkilenir ve değişir. Ama bu gelişmeler için gereken zaman dilimi her toplumda çok farklıdır. Örneğin dörtbin yıl önce Bağdat’a nehir altından tünel inşa edilmişti. Ama ikibin yıl önce, vahşi toplum sayılabilecek durumunda olan Güzey Avrupalılar şimdi her alanda o kadar gelişmişlerdir ki, ulaşılamaz olmuşlardır. Yalnız Iraklılar değil, bütün Arap dünyası eğitimde, bilimde ve yeni teknolojiler üretiminde yaklaşık 150 yıl geride kalmıştır. Ve onlarla Avrupalılar arasındaki bu fark devamlı ve hızla artacaktır. Arapların giyeceklerinden ve Libya lideri Kadaffi’nin kendi çadırı ile devlet ziyaretlerinden, geleneklerinin değişme hızının çok küçük olduğu görülmektedir. Oysa unutmamak gerekir ki, geçmişte Araplar ve Farslar Müslüman toplumlarının öncüleri olmuşlardı bugün de Yakın ve Orta Doğulular içinde öncülerdendirler.
Böylece hayvanların da dar kapsamda bir gelenekleri vardır. Gelenekler hayvan türlerinin büyük bir kısmında toplumsal çıkarlara az yönelmiştir. Karınca ve arılar gibi toplumsal hayat sürdüren canlılarda toplumsal çıkarlar, insanlar arasında olduğundan bile fazladır. Tavuk ve civcivlerin yöneticisi olan horozun boğazından, diğerlerinin bulduğu tanecikler hiç geçer mi? Canlılar içinde -çoğu zaman- en çıkarcı ve kendi toplumuna karşı amansız olanlar insan değil mi? Kibir, ihtiras gibi özellikler insanlara mahsus.
Hayvanlar ise birbirlerini yerlerken bile toplumlarının daha sağlıklı olmasını temin ediyorlar. İnsan çevresini kendine adapte etmek isterken kendi neslini bile umursamıyor. Oysa hayvanlar yalnız başlarına, biz olmadan doğa ile daha uyumlu. İnsan toplumlarındaysa, hayvanlara nazaran gelenekler çok gelişmiştir. Ama onlar toplum çıkarlarına farklı kapsamda ve şekilde yönelmişlerdir. Bir sürü ülkelerde gelenekler ve sosyal yardımların bazı şekilleri kölelik ve dilencilik ruhunu koruyor. O ki bazı hayvanlar bağımsız ve kururlu yaşam tarzı sürdürürler.
İnsanoğlu eskiden beri hayvanları değişik maksatlarla eğitmektedir. Hatta bu eğitilen hayvanların becerilerini televizyonlarımızda da görüyoruz. Yine televizyonda dikkatimizi çekmiş olacak bir ayrıntı da, eğitim sırasında hayvanlara sevdikleri yiyeceklerin verilmesidir. Ancak bu verilenler sadaka şeklinde verilmez. Her yaptıkları doğru hareket, öğretilenleri doğru uygulamalarından sonra verilir. Yani teşvik, güdüleme. Ama eğitimde genel geçer bir uygulamadır. Sirklerde olduğu gibi sporda da ilerleme kültürel ilerlemedir. Demek ki ödül, sadaka gibi değil de bir başarı ve zahmet karşılığı verildiğinde olumlu bir amaca götürmektedir. Tahmin edersiniz ki çocuklarımızın eğitiminde çocuklara verdiğimiz burslar da benzer bir maksatla verilen ödüllerdir. Çalışma ve başarıyı teşvik. Bu doğru bir yöntemdir. Gelişmiş ülkelerde de aynı sistem uygulanmaktadır. Sonuçları da verimlidir. Ülkede kültür ve bilimin hızla gelişmesini temin eder. Kim çalışırsa ödül onadır.
Gelenekler iyi veya kötü olabilir ve kültürle kıyasla çok küçük hızla değişirler. İnsan toplumlarında binlerce yıl yaşatılan kötü gelenekler de vardır. Mesela dilencilik ve insanlarda dilencilik ruhunu teşvik eden yardımlar. Sosyal yardımlar yapılırken de sadaka şekilde olmasının önünü kapatmak gerekir. Unutmamak gerekir ki bazı milletlerin şimdiki geleneklerinde dilencilik ve sadakaya yer kalmamıştır. Kültür, gelişmiş veya gelişmemiş, yüksek ya da düşük seviyede olabilir. Ama çok hızla değişebilir ve bu değişmenin temelinde eğitim, bilim ve yeni teknolojiler bulunur.
Bildiğim kadarıyla iki şey sonsuzdur (sınırsızdır). Bunlardan
biri evrendir, diğeri ise insanların düşüncesindeki farklılıktır.
Ama evrenin sonsuzluğuna tam olarak inanmıyorum.
Albert Einstein (1879–1955)
Akıl, yaratma yeteneğini ancak deneyim onu
zorladığı zaman kullanır.
Henri Poincare (1854–1912)
Türkiye’deki gazeteciler arasında yaygın bir görüş olduğunu biliyoruz: Gazetelerde yayınlanan makalelerin seviyesi, buradaki 14 yaşında bir çocuğun ortalama zekâ seviyesini aşmamalıdır. Bir makale, okurun 2 dakikadan daha fazla zamanını almamalıdır. Çünkü okuma alışkanlığı olmayan ve bilimsel düşünme yeteneği gelişmemiş toplumlarda(nüfusunun çoğunluğu bakımından), popüler şekilde bilimi anlatan makalelerin okunması daha uzun zaman alırsa okuru yorar ve dikkati dağılır. Daha büyük makaleler, çok az sayıda basılan ve yine az sayıdaki popüler dergilerde yayınlanmaktadır. Bizler okumayan ve doğa ile ilgilenmeyen toplumlardanız. 2007 yılının Ağustos ayında, öğretim üyesi olan bir AKP’li kadın milletvekili TV’de ilginç bir durumu anlattı. Politikacıların mitinglerde halka hitap ederken kullandıkları cümlelerin, 6 yaşındaki bir çocuğun anlayabileceği şekilde olması gerektiğine benzer sözler söyledi.
Aslında politikacılar kendi aralarında daha yüksek eğitime uygun seviyede ve daha kesin anlam taşıyan cümlelerle konuşabilirler. Ama genelde onların konuşmalarını derin ve kapsamlı olarak bulmuyoruz. Bu da normaldir. Çünkü politikacılar vazife sahibi olarak yönettikleri alanlarla ilgilenmekten çok daha fazla, düşük eğitim seviyesi olanların oylarıyla ilgilenmekteler. Kimlerle daha fazla ilgilenirsen, hangi ortamlarda çok bulunursan ve hangi eğitim seviyesine uygun konuşursan, düşüncelerin ve ilgin de o seviyeye uygun şekilde olur.
Bu fikir eski çağlardan beri bilinmektedir: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” TV ve gazetelerden gördüğümüz gibi 9-14 yaşında çocukların anlama düzeyinin üstündeki toplum problemleriyle pek ilgilenen yoktur. Doğal olarak da, insanların toplum çıkarları ile örtüşmeyen kendi çıkarları için düşünme yeteneği daha fazla gelişmiştir. Ama bu yöndeki düşünce için kültürün ve özellikle de temel bilimlerin önemi çok azdır. Bu yüzden de, gelişmemiş ülkelerde fizik öğretmeninin istekleri toplumun ve ülkenin ilgisi dışında kalmış olur.
Ayrıca, bilinen bir gerçek de şudur: Bir toplumda her problem kesin şekilde ortaya koyulmuyorsa ve yüzeysel anlatılıyorsa, toplum kültürün ve ekonominin üst seviyelerine kadar gelişemez. Böyle bir ortamda çok geniş düşüncelere sahip kişiler zor yetişirler. Örneğin sosyal konularda Kongar, Barlas ve eski diplomatlarımız gibileri. Doğal olarak onların da konuşmasında bir temel bilimcideki kesinlik yoktur.
Ne yazık ki, dünyanın büyük kısmı da bizimkine benzer durumdadır. Ancak siyaset, sosyal bilimler, edebiyat ve güzel sanatlar alanları ile fen ve teknoloji bilimleri arasındaki gelişmişlik farkı, gelişmemiş toplumlara kıyasla ileri toplumlarda uçurum şeklinde değildir. Ne yazık ki temel bilimler ve yeni teknolojiler üretiminde, gelişmiş ülkelerin düzeyinden yaklaşık 100-150 yıl geride kalmış olmamız bizler için önem taşımamaktadır.
Nüfusu oldukça fazla olan ülkemizde, yüksek eğitime ve bilime ayrılan paralar hiç de azımsanacak gibi değildir. Buna rağmen fen ve teknoloji konularında ülkemizin kötü durumda olması, okuduğunuz yazıyı hazırlayanların bu konular üzerine daha çok gitme sebebidir. Sorun ekonomik değilse, nerededir? Bunun anlaşılması için bir örnek verelim. İngiltere’de Malcolm Longair adlı yazarın yaklaşık 520 sayfa olan, “The new Cosmic Century. A History of Astrophysics and Cosmology” Cambridge 2006, kitabı basılmıştır. Bu kitapta 1900–2000 yılları arasında kitabın konusu olan alanlarda(Astrofizik, Kozmoloji) ve bunlarla ilgili olan konularda en önemli bilimsel sonuçlar tartışılmış ve bu sonuçları ortaya koyanların adı, soyadı ve yaşadığı yıllar verilmiştir.
Türk Cumhuriyetleri kökenliler içinde (Türkiye dâhil), bu kitapta yalnızca “O. H. Guseinov” ismi geçmektedir. Oysaki Türkiye’de bu konularda çalışan -bazıları TÜBA[1] üyesi de olan- çok sayıda çalışanımız vardır. Yüzyıl boyunca bilimde nelerle uğraştığımızı sorgulamamızın zamanı gelmedi mi? Hangi bilimde, hangi alanda, neyi temsil ediyoruz? Böyle meseleler ne YÖK’ü, ne TUBİTAK’ı, ne de başka bir kurumu ilgilendiriyor.
Bilim ve eğitimle ilgili yukarıda söz ettiğimiz yetersizlikler bizlerle iç içe yaşayan Yahudi ve Ermenilerde pek gözükmüyor. Onlar sayıca çok daha az olmalarına rağmen, dünya bilimine ve teknolojilerine bizlerden daha fazla katkıda bulunmuş ve bulunmaktadırlar. Örneğin Sovyetler Birliği’nin bilimine ve teknolojisine 1917–1987 yılları arasında en fazla katkısı olan işleri ve kişileri kapsayan “1917–1987 yılları arasında Sovyet bilimi ve tekniği. Vakayiname. Moskova. Nauka 1988” künyeli resmi kitapta Ermeni kökenli yirmibeş (25) kişinin adı geçerken, Türk Cumhuriyetleri kökenlilerden yalnızca iki kişinin adı geçmiştir (E. Tagiev ve O. Guseinov).
Bizim ülkemizde de magazin ve futbol dışında, astrolojinin öneminin bile eğitim ve bilimden çok daha fazla olduğunu yine TV ve gazetelerden görüyoruz. Prof. Dr. Zekeriya Beyaz TV’de, astrolojinin Hindistanlılar’ın ineğe tapınmaları gibi saçma sapan bir şey olduğunu söylemişti(yılan ve fareye de tapıyorlar.) Buna biz de katılırız. Biliyoruz ki herkes, en fazla kendi gelenekleri ve kültürü çerçevesinde olan şeylerle ilgilenir, gururlanır. Ama kendisi TV programında haklı olduğunu göstermek ve karşı tarafı ikna etmek için sadece böyle şeylerin Kuran’da bulunmamasını gerekçe gösterebilmişti. Ama sakin ortamda bazı gerekli şeyleri de düşünmek gerekir.
Birincisi, Hindistanlıların inançlarının saçma olduğunu söylememiz iyi değil. Çünkü başkası farklı bir yorum da yapabilir. İkincisi, hiç kimsenin diğerlerinin inançlarına saygısızca yaklaşması doğru değil. İlaveten, inançların temelinde bulunanlar deneysel ve gözlemsel olarak ispatlanamaz. Böyle olduğundan da herkes kendi dinini ve geleneklerini diğerlerinden üstün tutar. Daha ötesi: Dünya’da yaşayan insanların çoğu için en önemli -belki de yegane- gurur kaynağı dini ibadetleri ve dış görünümleridir. Eğer toplum bireylerine gurur olacak başka kazanımlar veremiyorsa, onun elinde olana hoşgörü göstermek gerek. Ayrıca da Hindistanlıların bilime ve yeni teknolojiler üretimine bizlerden (Müslümanlardan) çok daha fazla katkıda bulunduklarını da göz önünde tutmak gerekir.
Gerçek, deneylerle test edilenlerdir.
Albert Einstein (1879–1955)
Şu anda bilimin ve yeni teknoloji üretiminin öneminin hızla artmış ve daha da artacağı çağdayız. Dünya Bankası’nın yaklaşık beş yıl önceki verilerine göre, ülkelerin kalkınması üç faktöre bağlıdır. Bunlardan en önemlisi ve kalkınmanın yaklaşık %76’sını temin eden, bilim ve yeni teknolojilerin üretimidir. Doğal kaynaklarınki ise yalnızca %5’tir. Kalan %19’u ise insanların diğer etkinliklerine bağlıdır. Bu bilgileri göz önüne alarak bir bilim adamına, bir yılda, ortalama olarak ABD’de 200 bin, Avrupa Birliği’nin öncü ülkelerinde 120–150 bin, Rusya’da 20–25 bin(Rusya hızla gelişiyor, bu nedenle bugün bu paranın 3 misli olabilir) ve Rusya’nın güneyindeki cumhuriyetlerde yaklaşık 3-5 bin dolar ayrılmaktadır. Bu miktar, bilim adamlarının maaşlarını, çalışmaları için gereken masrafları(gerekli binaların inşaatını ve tamirini, vs.) içermektedir. Bunları göz önüne alarak bilimsel çalışmaların yapılan kurumlarda kadro oluşturma işine çok ciddi bakmak gerekir.
“Yeri doldurulamayan biri yoktur.” sloganı gelişmemiş toplumlarda üretilmiştir. Bunlara göre yerleri doldurulamazlar sadece şimdiki liderleri ve onların yakınları olabilirler. Gelişmiş ülkelerdeyse bilirler ki, herkesin yeri doldurulamaz. Hatta bu tür insanların kendi liderlerinin memleketiyle bağlantısı bile olmayabilir. Bu ülkelerde sanayi birlikleri içinde de bilim ve yeni teknoloji üretimi yapan birimler vardır. Buralarda çalışanlar arasında çok sayıda Nobel ödüllüler de vardır. Sanayi birlikleri bu birimlerinde çalıştırmak için üniversitelerde okuyan öğrencilerden başarılı olanlarını seçerek, onlarla anlaşmalar yapmakta ve parasal desteklerde bulunmaktadırlar.
Bu sanayi birliklerde çalışmaya yeni alınanları dört gruba ayırırlar:
1. Hem bilim hem de yöneticilik açısından iyi olanlar.
2. Bilimsel açıdan iyi, ama yöneticilikte yetersiz olanlar.
3. Yöneticilikte iyi, bilimsel açıdan yetersiz olanlar.
4. Her iki açıdan yetersiz olanlar.
Bu kurumlar ilk önce üçüncü gruba dâhil olanlarla anlaşmasını kesmektedir. Çünkü bu gruba dâhil olanlar kendileri iyi çalışmadıkları gibi “aktif ve etkili olduklarından” çalışanları da engellemektedirler. Gelişmemiş ülkelerin (Türkiye’de de) özel sektöründe, 1. 2. ve 3. gruplara uygun olanlar tercih edilmektedir. Ama gelişmemiş ülkelerin devlet sektöründe(YÖK, TUBİTAK ve Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı kurumlar gibileri dâhil. Şuna da dikkat çekmekte fayda var: Özel üniversiteler devlet üniversitelerden pek farklı durumda değiller.) akrabalık, dostluk, taraftarlık genelde ilk üç kriterin hepsinden öne çıkmakta. Böylece çalışanların ve yöneticilerin eğitim, bilim ve yeni teknolojiler üretimi gibi konularda bilgisi ve katkısı olmasının önemi, pratik olarak, kalmıyor.
Sorarlar: “ressam olmak kolay mı?” Şu cevap verilir: “Çok kolay, sadece gerekli boyaları gereken yerlere koymak yeterli.” Gelişmiş ülkelerde genelde, her bir yüksek makamdaki göreve en uygun olan, uzman ve dürüst çalışanlar getirilir. Böyle düzen kurmaksa bilinçli şekilde takım çalışması gerektirir. Gelişmemiş ülkelerde zaten herkes her şeyi bilir ve herkesten akıllıdır. Buralarda herkes bilir ki, çevresinde kendinden daha uzman birini bulundurmak doğru değildir. Önemli vazifeleri, genelde rüşvet alıp vermeyi beceren yakınlarına vereceksin. Neticede, gelişmiş ülkelerin devlet sektöründe yüksek makamlarda çalışmak zordur. Çünkü konumlara uygun insanları iş başına getirmek gerekir. Bu da gerçekten o yeri hak etmek için ciddi çalışmak demektir. Gelişmemiş ülkelerde canının istediğini, istediğin mevkie getirebilirsin. Yeter ki yetkin olsun.