Cumhuriyet gazetesinin haftalık Bilim ve Teknik ekinde (15 Aralık 2006) ve Bilim ve Ütopya dergisinde (Eylül 2005) yayımlanan eğitim, bilim ve bilimsel düşüncenin, (zeki olmanın da bunlarla ilişkili olduğu varsayılırsa) zekânın gelişmesi ile ilgili makaleler keşke daha fazla ilgi çekebilseydi. Ne yazık ki medya kuruluşları (diğer gazeteler ve TV’ler) eğitim ve bilime genelde ilgi göstermemektedirler. Bu konularla ilgili kurumlar da problemlere uzman olarak yaklaşmamaktadırlar ve dahası böyle bir istekleri görünmemektedir. Bu durumun nedeni de (sonucu da) toplumda doğru eğitime, bilim seviyesini artırmaya ve bilimsel düşünce edinmeye pek hevesin olmamasıdır. En fazla ilginin, hevesin olduğu çocuklarımızı bu değerlendirmenin dışında tutmalıyız.
Bilindiği gibi sanki lise öğrencilerinin tek amacı, inanılmaz yoğunlukta çalışarak, sadece bir üniversite kazanmak ve üniversitelerde okuyan öğrencilerin ise bir şekilde mezun olup diploma almaktır. Orhan Bursalı Üniversite öğrencilerinin isteklerini bir uzman gözüyle incelemiştir. Bilim ve Ütopyadaki yazarlarımız ise kalemlerinin gücü ile Türk çocuklarına göreli olarak geri zekâlı diyen bilim adamlarına gereken yanıtı vermişlerdir. Bu yazarlarımızın fikirlerine katılmakla beraber gençlerimizin bilimsel açıdan gelişme imkânı bulamamasının nedenlerini irdelemek istiyoruz. Sorunun genlerimizde olmadığını bilerek, bilimde geri kalmamızın asıl nedenlerinin en önemlilerini aşağıda göstermeye çalışacağız. Bizden önce de bu konuda yazanlar tabii ki olmuştur, örneğin aynı gazetede, aynı tarihte Prof. Dr. Özer Bekaroğlu, çok gerçekçi bir makale ile bunu ortaya koymuştur.
Ülkelerin, eğitim, bilim, teknoloji ve ekonomi alanlarında ki gelişmişlik seviyesinin göstergelerinden en önemlisi, ürettikleri ve dünya pazarlarında sattıkları ürünlerin türü ve kalitesidir. Bu ürünlerin değeri, onların hazırlanmasında gerekli maddelerin miktarı ve gerekli bilimin (teknolojinin) düzeyiyle ölçülür. Bu anlamda pazara çıkarılan ürünler, içerdikleri maddelerin miktarı ve bilim (teknoloji) seviyesine göre sınıflandırılırlar. Bunlar genel olarak, belirli bir madde kütlesinden hazırlanmış ürünlerin, değerlerinin yaklaşık olarak 10 kat artmasına göre gruplara ayrılır.
En alt gruptaki (en ucuza satılan) ürün, ham maddedir. Eğer ham madde kullanılarak dakik çalışan mekanik aletler üretilirse (çok eskilerden beri üretilen İsviçre saatleri gibi), kullanılan ham maddeden elde edilen ürünün değeri yaklaşık olarak 10 kat artmış olur ve bu şekilde elde edilen bir ürün ikinci gruba dâhil olur. Modern bilim ve teknolojinin sonuçlarından ortaya çıkan mikro elektronik parçaları imal etmek için kullanılmasıyla; ham maddenin değeri yaklaşık olarak 100 kat artar ve böylece de bu tip ürünler üçüncü gruba girerler. Yeni tip ürünlerin patentleri, bu ürünlerin kendilerinden de 10 kat daha değerlidirler ve bu nedenle de patentler dördüncü gruba dâhil olurlar.Böylece, patentler en değerli ürün sayılırlar. Bu yüzden gelişmiş ülkeler zenginliklerini ileri seviyedeki yeni bilim ve teknoloji üretimine, yani bunu yapan insanlara borçludurlar. Mikro elektronik ürün patentlerinin dâhil oldukları dördüncü gruba, biyo-teknoloji ve nano-teknoloji ürünleri de dâhil edilebilir. Böylelikle bu son ürünlerin hazırlanmasında minimum madde ve maksimum bilim kullanılmış olur. Bundan dolayı dördüncü gruba dâhil olan ürünlerin Dünya pazarlarındaki satış fiyatları, onların hazırlanmasında gerekli ham maddeninkinden 1000 (bin) kat daha fazla olur.
Bu tür bilgilerin insanlar tarafından bilinmesi; ülkelerin ve toplumların eğitim, bilim ve yeni teknolojiler üretimi yönündeki çabalarını artırır mı? Gelişmiş ülkelerde ve toplumlarda, gelişmenin temelinde zaten ilgi ve bu tarz çabalar duruyor. Gelişmemiş ülkelerde ise gelişmemenin en önemli nedeni eğitime ve bilime karşı ilgisizlik, saygısızlık ve de toplumsal çıkarlara önem verilmemesidir. Böyle toplumlarda bilimsel düşünce yeterince gelişmediğinden dünyada ortaya çıkan en önemli süreçlerden haberdar olup anlayabilecek bireyler de zor bulunur.
Dünyada bilime yapılan yatırımların devletlerin bütçelerindeki payı giderek artmaktadır. Bu konuda en önde olan ülkeler İsrail ve ABD’dir. Bu ülkeler devlet bütçesinin yaklaşık % 5’ni bilimin ve teknolojinin gelişmesine ayırıyorlar. Son yıllarda bilime ve yeni teknolojilerin üretimine güney doğu ülkeleri de önem vermeye başladılar. 2006 yılında ABD’nin bilime ve yeni teknolojilerin üretimine ayırdığı para 330, Avrupa birliğinin ki 230, Çin’in ki 136 ve Japonya’nın ki 130 milyar dolar olmuştur.
Günümüzde Rusya’da, bilime ve teknolojiye aktif şekilde katkıda bulunanlar, ayda 1000–2000 dolar gelir elde etmektedirler (doktora yapmış olmaları gerekmeden). Yakın bir zamana kadar direkt maaş olarak aldıkları bu para, asıl gelirlerinin küçük bir kısmıdır. Asıl önemli kısmını genelde Uluslararası projelerde çalışarak, eski Sovyetler Birliği Ülkeleri için oluşturulmuş uluslararası veya Rusya’da ki teşvik fonlarından almaktadırlar. 2008 yılından başlayarak Rusya bilim adamlarının ortalama maaşlarının 1000 doları geçmesi planlanmıştır. Projeler yapmakla kazandıkları paralar ise bunun üzerine eklenecektir.
Dünya bankasının verilerine göre, ülkelerin kalkınması üç faktöre bağlıdır. Bunlardan en önemlisi ve kalkınmanın % 76’sını temin eden insan faktörüdür. Sanayinin payı % 19 ve doğal kaynaklarınki yalnızca % 5’dir. Bu bilgileri göz önüne alarak bir bilim adamına bir yılda ortalama olarak ABD 200 bin, Avrupa Birliğinin öncül ülkeleri 120–150 bin, Rusya 20–25 bin ve Rusya’nın güneyinde yerleşen cumhuriyetler yaklaşık 3 bin dolar ayrılmaktadır. Bu miktar, bilim adamlarının maaşlarını ve çalışması için gerekli masrafları (gerekli binaların inşaatını ve tamirini vs) içermektedir.
Türkiye’nin bilim ve teknoloji üretimine yaptığı masrafların bütçesindeki oranları (yatırımlar ve maaşlar), yukarıda adı geçen ülkeler içinde en fazla Rusya’ya benziyor. Ama orada bilim ve teknoloji üreterek para kazananlar bu alanlara en fazla katkıda bulunanlardır. Türkiye de ise genelde, bilim üzerinden politika yapanlar, kendilerinin ve üniversitelerinin reklâmlarını yapanlar en büyük payı almaktadırlar. Rusya bilim ve yeni teknolojiler üretmek için yaptığı masrafları geri kazanabilir. Türkiye’de de, dünyanın büyük çoğunluğunda olduğu gibi, bilime ve teknolojiye yapılan yatırımlar çoğu zaman; tümüyle bilinçsiz olarak ve problemle, meseleyle ilgilenilmeden yapılmaktadır. Bu da yatırımlarımızın geriye bilim ve teknoloji olarak dönmesini zorlaştırmıyor mu?
Doğu ve Latin Amerika ülkelerinin eğitim ve bilim seviyesini, yeni teknoloji üretimini, batının orta ve kuzey bölgelerindeki ülkelerle, ABD ve Japonya ile karşılaştırmak dahi mümkün değildir. Örneğin 15 milyon nüfusu olan Hollanda’nın, bilim adamları, Çin’den Avrupa sınırlarına kadar, Asya ve Afrika halklarından (yaklaşık beş milyar insan) daha fazla fizik Nobel ödülü almışlardır. Bu yılki altı Nobel ödülünün ise dördünü ABD kazanmıştır. Bu arada bu yıl Orhan Pamuk’un almış olduğu Nobel Edebiyat ödülünün bizler için çok önemli, çok değerli bir ödül olduğunu anlamalıyız.
Yukarıda Dünya bankasının verilerinden görülüyor ki kalkınmanın % 76’sını temin eden, iyi eğitim almış insanların oluşturduğu kaynaklardır. Temel bilimlerin eğitiminin ve bilimsel çalışma seviyesinin düşük olduğu bir ülkede, ne iyi mühendisler ne de iyi ziraatçılar yetiştirme imkânı yoktur. Bu nedenlerle de, diğer alanlarda çalışanlarımız çok iyi olsalar bile, bizim üretim seviyemiz ikinci gruptan daha üste çıkamaz. Şayet böyle devam edersek (zaten bu durumdan daha ileri seviyeye yükselmemiz için gayret gösteren neredeyse hiçbir kurumumuz bulunmamakta ve insanlarımız da, yüksek seviyede eğitim ve kültür arzusunda olduklarını pek göstermemektedirler), özellikle Çin’in ve Rusya’nın kalkınmasını göz önünde tutarsak gelişmiş ülkelerle bizim aramızdaki fark durmadan artacaktır. Bunları göz önünde tutarsak Türkiye’nin bankalarının, fabrikalarının ve topraklarının yabancıların kontrolüne geçmesi ihtimali yeterince güçlü değil mi? Ülkemizde iyi eğitimin ve bilimin olmamasının bedeli zaman zaman karşımıza çıkıyor ve hızla da çıkmaya da devam edecektir. Eğitim ve bilim seviyesini yükseltmeden bu sürecin hızını azaltmak mümkün müdür?
Örneğin Yakın ve Orta Doğu insanlarında, (dünyanın çoğunda olduğu gibi) akrabalık ve aşirete bağlılık duyguları neredeyse ülkeye bağlılıktan daha baskındır. Böylece kendi çıkarlarımız yönündeki arkadaşlık, yandaşlık ilişkilerimize bağlı olarak ulusun ve ülkenin çıkarları etrafında bir araya gelmemiz çok zormuş gibi görünüyor. Bu ilişkilerin etkisi altında kalan insanların da çalıştıkları kurumları, neredeyse kendi kalelerine çevirmiş oldukları görülmüyor mu? Akrabalık, hemşerilik, arkadaşlık ilişkilerinin kıstas alındığı tercihlerle oluşturulan yapılanmalar ise, iyi olanın değil, belli gruplara yakın olanların kaynaklardan daha fazla yararlanmasını getirebilir, bu ise bilimin vegelişmenin önündeki en büyük engeldir.
Prof. Dr. Özer Bekaroğlu yazısında, Devlet kurumlarının, bilim ve tekniğin gelişme planını hazırlamak isteseler dahi bunun için yeterli seviyede, yetişmiş olan bilim adamlarını bulamayacağını belirtmektedir. Ancak burada önemli bir soru ortaya çıkıyor: Ülkemiz için faydalı bir planı hazırlayabilecek yeterli kurumlarımız neden yok? Eğitim ve bilim alanlarında ki yöneticilerimiz, yönettikleri alanlarda yeterince uzman olsalardı elbette bu kurumlarımızda layıkıyla çalışırlardı.
Gelişmiş ülkelerde sanayi birlikleri içinde de bilim ve yeni teknoloji üretimi yapan birimler vardır. Buralarda çalışanlar çok sayıda Nobel ödülleri de almışlardır. Sanayi birlikleri bu birimlerinde çalıştırmak için üniversitelerde okuyan öğrencilerden başarılı olanlarını seçerek, onlarla anlaşmalar yapmakta ve parasal desteklerde bulunmaktadırlar. Bu birlikler çalışmaya yeni alınanları dört gruba ayırmaktadırlar:
1. Hem bilimsel hem de yöneticilik açısından iyi olanlar.
2. Bilimsel açıdan iyi, ama yöneticilikte yetersiz olanlar.
3. Yöneticilikte iyi, bilimsel açıdan yetersiz olanlar.
4. Her iki açıdan yetersiz.
Bu kurumlar ilk önce üçüncü gruba dâhil olanlarla anlaşmasını kesmektedir. Çünkü bu gruba dâhil olanlar kendileri iyi çalışmadıkları gibi ‘aktif ve etkili olduklarından’ diğerlerinin de çalışmalarını engellemektedirler. Türkiye’de de, 1. 2 ve 3. gruplara uygun olanlar tercih edilmektedir. Fakat belli bir süre geçtikten sonra yeterince gelişmemiş herhangi bir ülkede olduğu gibi bu bireyler, bilim ve teknoloji üretimi açısından bunlar 3 ve 4 gruptaki bireylere dönüşmekte, ancak bulundukları mevkii ellerinde tutmak için yöneticilik özelliklerini çok daha fazla geliştirmektedirler.
Bizlerde büyük sanayi grupları, yeni teknolojilerin üretimi alanında pek bir şey yapmayı düşünmüyor gibi gözükmektedirler ve bu konuda da haklıdırlar. Çünkü ucuz işçi kuvvetinin yeterince olmasına karşın ülkenin eğitim ve bilim alanında yaptıkları, iyi bilim adamlarının yetişmesi için yetersizdir.
Herhalde iyi eğitime toplumumuzun ihtiyacı olsaydı: Eğitim ve bilimle doğru şekilde ilgilenen liselerimiz ve üniversitelerimiz bulunurdu. Diğer yandan ekonomik durumları iyi olan aileler çocuklarının gelişimine daha fazla katkıda bulunabilmek için konusunda yetkin, özel öğretmenlerin yardımlarına başvururlardı. Düşük eğitim ve bilim seviyesine bağlı olarak öğrenci şenliklerinde, bilimsel düşünceyi geliştirmeyen olimpiyatlar yapmaya ve iyi şekilde düşünülmeden hazırlanılmış projelere (Avrupalılarla yürütülenler dâhil) büyük paralar ayrılması ülkemizin devlet ve özel kurumları için yeterli görülmezdi.
Bizde ve Dünya ülkelerinin pek çoğunda, devlet bütçesinin yaklaşık %20’si eğitim ve bilime ayrılsa bile, eğitimin ve bilimin seviyesinde pek bir iyileşme olması beklenmemelidir. Okul ve Üniversite sayısını arttırmakla, yayın sayısı artar, kalite değil, bilimsel düşünce seviyesi değil. Ülkede konut, araba, yol, köprü, baraj ve diğer şeylerin sayısını artırmak zenginliktir, gereklidir, ama kalitesiz öğretmen ve profesör sayısını artırmak bir işe yaramaz. Öğretmen ve öğretim üyesi sayısı Çin’de ve Rusya’da (eğitime ve bilime bizlerden çok daha fazla saygı gösteren ülkelerde) elbette bizden çok daha fazladır ve onların öğrencileri matematik ve fizik olimpiyatlarında çoğunlukla birincilik elde ediyorlar. Ancak pek çok Avrupa ülkesi bu göstergelerde Türkiye’den çok daha geridedir.
Çok eski zamanlarda atalarımız genelde hayvancılık ile yaşamlarını sürdürmüşlerdir. O zamanların zenginleri, kendi kölelerinden, aile duygusunun ve aile hafızasının kaybettirildiği çobanları şöyle elde ederlerdi: Genç yaşlardaki sağlıklı erkeklerin elleri ve ayakları bağlanıp kafalarına yeni kesilmiş deve derisi parçaları sıkıca geçirilerek güneşin altında birkaç gün tutulurlardı. Kafalarındaki deri kuruyarak büzüşür ve kafatası öldürücü bir şekilde sıkıldığından hafıza tamamen kaybolurdu. Bu insanlar mankurt olarak adlandırılırdı ve mankurtlar sahibi dışında hiç kimseyi sürüye yaklaştırmazlardı.
Bizim lise öğrencileri kadar dersleri ile uğraşan öğrenciler görmek neredeyse mümkün değildir. Öğrencilerimiz sabahtan akşama kadar sayısal bilimleri ezberlemenin peşindeler. Karşılaştıkları soruları ise, anlamsız yöntemlerle hızla çözebilmektedirler. Kitap okumadan, konular gerekli şekilde dinlenilmeden ve düşünmeye imkân bulamadan… Çocuklarımız tüm ortaöğretim çocuklarının bilimsel düşüncesini hızla frenleyen ÖSS sınav sistemine yönelmişlerdir. Düşünmeden, yorumlamadan, analiz etmeden, kendi fikrini oluşturmadan verilen seçenekler arasında, başkalarının kendileri yerine düşünüp belirlediği doğruyu-yanlışı ayırt etme oyununu oynuyorlar. Bir süre sonra karşılaştığı problemlerde hep kendisi yerine düşünecek birisini arayan, problemi anlamadan seçenek arayan bireylere dönüşüyorlar. Velilerde çocuklarının bilimsel düşüncesini kısıtlayan, anlamsız ezberci ve yorucu bir eğitim sunan birimlere büyük paralar ödüyorlar.
Newton ve Einstein bizim eğitim sistemimizden geçmek zorunda kalsalardı, bizim bilim adamlarımızdan pek farklı olmazlardı. Böyle bir ortaöğretimden sonra yurt dışında en iyi üniversitelerde okumanın ve oralarda bilim yapmanın bile çok işe yaramadığı, bizim temel bilim seviyemizden görülmektedir. Üniversite eğitimimiz ise (özellikle yüksek lisans ve doktora) ortaokuldakinden de kötüdür. Çünkü örneğin lise fiziğini, iyi öğretmenler ve lise öğrencileri kadar dahi bilmeyenler ne yazık ki üniversitelerimizde yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin danışmanları olabilmektedirler.
Yakın bir zaman önce TV de şöyle bir haber yer aldı; Einstein kendisini ve bir grup Yahudi bilim adamını faşistlerden kurtarmak için Türkiye’ye gelmek istemiş. Bizi tarihe ilişkin bu durum değil, şu soru ilgilendirmelidir; acaba Einstein günümüzde yaşasaydı ve henüz emekli olmamış olsaydı ve de bilimsel açıdan gelişmemiş bir ülkeye gelseydi acaba ne olurdu? Birincisi her fizik bölümü onu işe almazdı, çünkü onlara genç ve dinamik elemanlar lazım. Alanlarda, pişman olurlardı. Çünkü Einstein müşterek makale yazmayacak ve gördükleri kusurları anlatacaktı. Örneğin tez izleme komisyonlarında veya tez savunmalarında onun itirazlarına rağmen diğerleri oy çokluğunu kullanarak bilimle bağdaşmayan işleri onaylayacaklardı. Einstein’ın Fen Bilimleri Enstitüsüne ve daha üst kurumlara şikâyeti bir sonuç vermezdi, çünkü demokrasi her şeyden üstündür. Çevresindekiler de onu üniversiteden uzaklaştırmanın bir yolunu arayacak ve bulacaklardı. O’nun dünya bilimine katkısının, binlerce becerikli profesörsün yaptığından çok daha fazla olması pek önem taşımayacaktı. Herhalde onunla bilim adamlarından daha fazla medya mensupları ilgilenirlerdi, ancak onların bu ilgisi de bilim ve eğitimle alakalı olmaz, hayatıyla ilgili fıkralar anlatılması ve bazı ürünlerin reklâmı için olurdu.
Yukarıda anlatılanların hepsini göz önüne alarak şu sonuçlara varabiliriz:
- Ülkenin ekonomik durumunu iyileştirmek için temel bilimler üzerine, eğitimi ve bilimsel düşünceyi geliştirmek amacıyla iyi ortaokullar ve Üniversiteler oluşturmamız gerekir.
- Şimdiki ezbercilik sistemi devam edecekse; Fethullah hocanın okullarının, olimpiyatlardaki ve ÖSS’deki başarıları göz önünde tutularak; ders programlarında din eğitimini esas alan okullar ve Üniversiteler ağırlıkta olmalıdır. Çünkü bu okullar Anadolu liselerinden ve özel kolejlerden daha aşağı seviyede eğitim vermiyorlar, ayrıca ek olarak en azından çocukları bazı kötü alışkanlıklardan uzak tutuyorlar. (Tabii burada herhangi bir şeyin propagandasını yapıyor gibi görünmeyi asla istemeyiz, eğitim sistemimizi analiz ederken tüm gerçekleri göz önüne almalıyız, bazen abarttığımız düşünülse dahi).
- Her iki seçenekte de, meslek okulları sayısının ve daha önemlisi eğitim kalitesinin arttırılması kaçınılmazdır.
Sanki birinci yolu ne sağcısı, ne de solcusu desteklemiyorlar ve haksızda değiller. İyi eğitime, bilime ve gelişmiş bilimsel düşünceye ulaşmak hem zordur, hem de topluma ikinci yol gibi huzur ve mutluluk getirmez. Ama böyle huzur ve mutluluk içinde yaşayarak, doğal olarak yakın gelecekte ekonomik durumumuzun kötüye gideceğini, ülkemizin ve toplumumuzun gücünü ve saygınlığını kaybedeceğini beklemek doğal olsa gerek. Çok farklı ekonomik durumlarda olan toplumlar üzerinde yapılan istatistikî incelemeler bunu her yıl gösteriyor. Huzur ve mutluluk durumlarından gurur duyanların gelişmiş toplumlar değil, tam tersine Asya ve Afrika’da yaşayanlar olduğunu biliyoruz. Ekonomik durumun iyi olması insanların mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesi için yeterli değildir.
Bundan yaklaşık 25 yıl önce, ilköğretim öğrencisi olan kızımın müzik dersi için piyanoda çaldığı parçayı defalarca dinlemiştim. Müziğin sesini duyan komşumuzun kızı, bize gelerek rahatsız olduğunu söylemişti ve rahatsızlığının nedeni olarak da kızımın bir tuşa eksik basmasını belirtmişti. Benim için ise, piyanoda kaç tuşun olduğunun veya kaçına basıldığının hiç bir önemi yok. Farkı nedir? Müzik eğitimi ve kültüründen uzak birisi için sokak davulcusunun çaldığı müzik ile senfoni orkestrasının çaldığının veya Sezen Aksunun şarkıları arasında önemli bir fark yoktur. Peki, eğitimimizin iyi veya kötü olmasının farkı ne?
Bu dünyayı yaklaşık olarak 45 yıl önce terk etmiş Babaannem bir il merkezinde yaşamıştı. Ama yaşadığı yaklaşık 90 yıl boyunca evinden 500–600 metre ötesini hiç görmemişti. Sinema görmedi, radyo ve televizyonla karşılaşmadı, gözleri zayıf olduğundan fotoğraf da görmedi, resim de. Onun yaşam bölgesinde Türklerden başka bir milletten olan insanlara, çok farklı bir giyim tarzı ve yaşam sürdürenlere rastlamak zordu.
Bizim gezegenimiz olan Dünyanın boyutları 108 cm, Güneşinki 1011 cm, Güneş sistemi sınırlarının 1018 cm, bizim yıldız sistemi olan, Galaksinin 1023 cm ve Evrenin 1028 cm mertebesindedir. Ayrıca dinlerin tarihi 2500 yıldan fazladır. Son birkaç bin yıl içinde yaşayan insanlar gibi düşünebilen canlıların, Galakside bulunan yaklaşık 1011– 1012 gezegenden, yaklaşık 1000’nin de yaşayabileceği düşünülmektedir. Bu nedenle de dünyamızda aynı anda yaşayan en az 10 farklı din olduğunu göz önüne alırsak Galakside toplam olarak en az 10000 farklı din olacaktır. Bazı dinlerin çok benzer olabilme olasılığını dahi göz önüne alsak, Evrendeki farklı din sayısı milyarı aşmalıdır. Bizim sonsuz Evrenimizin, diğer bir sonlu Evrenin küçük bir kısmı olma ihtimali de vardır. Tanrı her durumda tek olmasına rağmen, din sayısının sonsuza yaklaştığını görüyoruz.
Babaannem bunları bilmiyordu, ama Einstein bunları biliyordu. Ama her ikisi de Allah’a inanmışlardı, Allah ve Evren kavramını düşünmüşlerdi. Bu kavramlar arasında Einstein ile herhangi bir cahil insanın veya babaannemin düşünceleri arasında bir fark var mıdır? Fark ne olabilir? Ben biliyorum ki, babaannem bu kavramlar konusundaki bilgisine Einstein’dan daha fazla güveniyordu. Babaannemin ile Einstein’ın bilimsel düşünce kapasitesinde ki fark inanılmaz büyüklüktedir. Onların Evren anlayışına bağlı düşünceleri ne kadar farklı ise, Allah kavramı konusunda da bir o kadar fark olabilir. Babaannem bu dünyada en az Einstein kadar mutlu idi ve her zaman dinimize uygun bir hayat geçirdiğinden ‘yaklaşık olarak %100 cennete gitmeyi de garanti etmiştir. Allah ikisinin de ruhunu şad etsin.
Bildiğim kadarıyla iki şey sonsuzdur (limitsizdir).
Bunlardan birisi Evren diğeri ise insanların düşünceleri arasındaki farktır…
Ama Evrenin sonsuz olmasına tam olarak inanamıyorum.
Albert Einstein. (1879–1955)
Doğal olarak babaannemle Einstein’ın bilimsel düşünce farkının çok büyük olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ama bu onların doğuştan zekâ farklarında da büyük fark olduğuna işaret etmez. Eğer zekâ kavramının eğitim, bilim ve kültürle çok bağlantılı olmadığını düşünüyorsak, o zaman onların hayatlarının sonuna kadar zekâ farklarının da pek açılmadığını düşünebiliriz.
Hiçbir dayanak olmadan kendi zekânın iyi olduğuna
İnanmakla mutlu oluyorsan, durma ol.
Kuzma Prutkov
Batılılar kendilerini bizlerden zeki sayarak mutlu oluyorlarsa olsunlar. Zaten önemli olan da zekâ tartışması değil. Onların içinde de Einstein’ın fikrine katılanlar vardır ve bu nedenle de eğitime ve bilime çok bilinçli bir şekilde yaklaşıyorlar ve sonuçta ekonomik durum olarak da bizlerden çok ileriye gitmişlerdir.