Cılavuz Köy Enstitüsü Yaşantılarım – 5

Sayı 85- Ahıska Özel Sayısı (Ocak 2025)

ÖNCESİ VE SONRASI İLE
CILAVUZ KÖY ENSTİTÜSÜ YAŞANTILARIM: 5
-Gerçekler Ayrıntılarda Gizlidir-

AŞAĞI IRMAKLAR KÖYÜ İLKOKULU BAŞÖĞRETMENLİĞİNE ATANIYORUM

Aşağı Irmaklar İlkokulu Başöğretmeni Cafer Çelik, 1958-1959 öğretim yılı sonunda başka bir yere atanınca ilçe Milli Eğitim Müdürü (Maarif Memuru) Osman Ünsal, onun yerine başöğretmen olarak benim atanmamı istiyor. Osman Ünsal, giyim kuşamı, görevini en iyi biçimde yapması, tutum ve davranışları ile çevresindekilerin ve öğretmenlerin sevdiği, saydığı; ilçe devlet görevlileri ve amiriyle çok iyi ilişkileri olan bir eğitim yöneticisidir.

Stajyer öğretmen olmama karşın sürdürdüğüm başöğretmenlik çalışmalarımı, tutum ve davranışlarımı en iyi bilen kişi olarak beğenmiş olmalı ki Valiliğe Kaymakamlık aracılığı ile yakında bucak merkezi olacak köyümüzün ilkokuluna başöğretmen olarak benim önerilmemi sağlıyor.

Başöğretmen Cafer Çelik (Foto: Kaan Gündoğdu)

Bir gün odasına uğradığımda, o öneri yazısının bir kopyasını bana vererek “Senin başöğretmenliğin için Valiliğe bu yazının gönderilmesini sağladım. Bunu al ve bundan sonra da burada yazılanlara layık olacak biçimde sürdür çalışmalarını, bizim köyde.” diyor. Ben, o zamanki utangaçlığımla bir şey söyleyemeden yazıyı alıp cebime koyuyorum.

Ne yazık ki daha sonra yitiriyorum o yazıyı. Ancak birçok kez okuduğum için yazının özünü ve birkaç sözünü, bugün de anımsıyorum. İlk paragrafta, Aşağı Irmaklar’ın yakında bucak (nahiye) merkezi olacak büyük köylerimizden biri olduğundan söz ediliyor. Ardından, benim çalışkanlığım, başarılarım anlatılarak “mutasavver bir nahiyenin ilkokul başöğretmenliğine böyle çalışkan ve başarılı bir öğretmenin atanmasının uygun olacağı ve gereğinin yapılması arz” ediliyordu.

Bu yazı doğrultusunda, Kuyat Mahallesi’nde yeni yapılan okulun başöğretmenliğine atanıyor ve burada bütün gücümle çalışmaya başlıyorum.


Foto: Aşağı Irmaklar İlkokulu Başöğretmeni

Köyümüz Bucak merkezi oluyor
Bu okula geçişimin ertesi yılı, köyümüz bucak merkezi oluyor. Bucak müdürü ve karakol komutanı, okulun oyun alanının kuzey sınırındaki Yusuf Irmak Amcanın iki katlı binasında göreve başlıyor. Bucak müdürü, ev olarak da bu binanın alt katını kullanıyor.

Üç bucak müdüründen ilki ve sonuncusu ile çok yakın, sıcak ilişkilerim oluyor. İkincisi, makamını baskı aracı olarak kullanma eğilimli, insana saygısı kıt bir görevli olduğu için zorunlu olarak merhabamı sürdürdüğüm bir kişi.

İki karakol komutanından ikincisi, bekâr ve duyarlı bir kişi olan Astsubay Lütfü Beyle daha içten bir dostluk oluşuyor aramızda. Lütfü Bey, bir evle anlaşarak onlardan öğle yemeği alıyor. Ne ki tanık olduğu bir durum nedeniyle gönderilen yemekleri yiyemiyor. Yemek almakta olduğu kişiyi incitebileceği düşüncesiyle yemek almayı ve karşılığını ödemeyi sürdürüyor. Gönderilen yemeği ise köpeğe veriyor. Bu nedenle Lütfü Bey, yarı aç yarı tok yaşıyor, denebilir. Bunu bildiğim için her fırsatta onu eve çağırıyor ve onunla birlikte yemek yiyoruz.

Soğuk bir kış gecesini hiç unutmuyorum. Her yanda, diz boyunu aşan kar var. Aralık ya da ocak ayı olmalı. Saat 21 00 dolayında, gecenin o ayazında yoldan, “Hocam!” diye sesleniyor Lütfü Bey. Çağrıldığı ilçeden yeni dönüyor. Kaldığım lojmanın kapısı, doğusundan güney-kuzey yönünde ilerleyen yola bakıyor. Sesi duyar duymaz kapıya çıkıyor ve “Merhaba Lütfü Bey! Hoş geldin. Buyur, içeri gel!” diyorum.

Biliyorum ki karları yara yara geldiği beş saatlik yolda ayakları buz kesilmiştir Lütfü Bey’in. Dahası karnı da açtır. “Sağ ol!.” diyor. “Gidip yatayım; yoruldum.”  Yola çıkıyor, “Gel, biraz ısındıktan sonra gidersin.” diyerek kolundan tutup içeri alıyorum. Konuk odasında sobayı yakıyorum. Tutuşan odunlar, çabucak ısıtıyor odayı. Lütfü Bey sobanın yanında çoraplarını kurutup ayaklarını ısıtırken eşim de yiyecek bir şeyler hazırlıyor. Onları ikram ediyoruz kendisine.

Lütfü Bey, ertesi yıl izinli gittiği memleketinden evlenerek dönüyor. Oturmakta oldukları Bilalgilin Muzaffer Çelik’in evinde bizi ikide bir akşam yemeğine çağırıyorlar. Arada bir biz de çağırıyoruz onları elbette; ancak Lütfü Beyin hanımı bizi daha sık ve ısrarla yemeğe götürmeye çalışıyor. Bir akşam, yakınımızdaki evlerinde yemek yerken, bu kadar sıklıkla zahmet etmemelerini söylüyorum. Lütfü Beyin eşi, “Siz Lütfü’ye o kadar çok yemek yedirmişsiniz ki onların yanında bizimkilerin sözü bile olamaz.” diyor. Ayrıca eşimin evde olmadığı zamanlarda, Lütfü Bey, beni zorla evine götürüyor ve bana birlikte yemek yediriyor.

Lütfü Bey, genç yaşına karşın her olayı, büyümeden çözmeye çalışan bir kişi. O yıllardaki bir seçimde sandık kurulu başkanı olarak görevlendiriliyorum. Seçim gününden üç gün önce sandık kurulu üyelerini, seçim sandığının yerini belirlemek üzere bekçi aracılığı ile okula çağırıyorum. Kurul üyelerinden birisi de Cami Mahallesinde oturan DP Bucak Başkanı Server Aksakal Ağabey. Bekçi, duyurumu kendisine ilettiğinde, “O buraya gelsin.” diyor.

O yıllar, DP il, ilçe başkanlarının; ocak, bucak başkanlarının pek çoğu, kendilerini yasanın, Anayasanın üstünde görüyor, herkesi kendilerine boyun eğdirecek güce sahip olduklarını düşünüyorlar. Yasa, seçim yerini belirlemek üzere kurul üyelerini belli bir yerde toplama ve sandık yerini belirleme yetkisini sandık kurulu başkanına verdiği için gelenlerle birlikte sandık yerini kararlaştırıyoruz.

Bunun üzerine Servet Ağabey, karakola geliyor ve beni oradaki telefon aracılığı ile DP İlçe Başkanı, bize komşu Cevizli köyünden Şevket Eğitmene şikâyet etmek istiyor. O günlerde Bucak Müdürü yok. Lütfü Bey, Servet Ağabeyi ikna etmeye çalışıyorsa da söz geçiremiyor ve beni çağırıyor. Servet Ağabey, “Ben olmadan sandık yerini nasıl tespit edersiniz?” diye soruyor. Ben de kendisine haber gönderdiğimi, gelmemesi üzerine, yasa gereği, gelenlerle sandık yerini saptadığımızı açıklıyorum; ancak öfkesi dinmiyor Servet Ağabeyin.

Lütfü Bey, Servet Ağabeye “Siz, aynı zamanda komşusunuz. Bu olayı büyütmeseniz iyi olur.” gibi sözlerle Servet Ağabeyi yatıştırmaya çalışıyor ve Servet Ağabey, telefon etmekten vazgeçiyorsa da öfkesini bastıramıyor.

Camili İlkokulunda görev yaparken en çok, Servet Ağabeyin, oturduğum evin çok yakınındaki terzi dükkânına uğruyorum. Oğlu Nuri Aksakal, çok yakın düşünce arkadaşımdır, bugün de olduğu gibi. Kardeşi Ömer ve daha sonra gelini olan baldızı Esma, sınıf arkadaşlarımdır.

Servet Aksakal Sürülmemi İstiyor
Servet Ağabey, daha sonra İlçeye giderek DP İlçe Başkanı Şevket Eğitmene başvurarak benim Cami Kapısında halka Cumhuriyet gazetesi okuduğum yalanını söylüyor; bu nedenle benim başka bir yere atanmamı istiyor. Cumhuriyet gazetesini okuduğum doğrudur. 1956-1957 öğretim yılı başından bu yana bu gazetenin sürekli okuruyum. Ancak gazetemi ben, evimde okuyorum.

Şevket Eğitmen, Servet Ağabeye “Şimdi kış ortasında Rasim Hocayı oradan başka bir yere sürmek ayıp olur; ne de olsa komşuyuz biz. Yazın değiştirelim yerini; yeni yerine o zaman gitsin.” diyor. Servet Ağabey de buna ses çıkaramıyor. Bu olayı, bahar gelmeden, amcası ocak başkanı olan Tacettin Bey aracılığı ile öğrenince gelecek yıl için sürülmeye hazırlıyorum kendimi.

Ardanuç ilçesi ve köyleri, 1950’den bu yana DP’ye oy vermemekte direnen ayrıcalıklı yerler arasındadır. İlçe merkezinde ve köylerde DP’ye, bu partinin yönetim kadrosunda yer alanların aileleri dışında kimse oy vermiyor. Bizim köyde de yalnızca altı oy çıkıyor bu partiye. İlçeye elektrik binası yapıldığı halde elektrik bağlamamasına karşın DP’ye oy vermemekte direniyor Ardanuç halkı. Bu yüzden Ardanuç, “Küçük Malatya” diye anılıyor.

27 Mayıs 1960’ın gece yarısı, Karakol Komutanı dışarıdan bana sesleniyor: “Rasim Bey! İhtilal oldu. Radyoyu açın. Radyoda açıklama yapılıyor. İyi geceler!” diyerek gidiyor. Radyoyu açtığımda Alpaslan Türkeş’in ihtilali açıkladığını duyuyorum. Bu yüzden Servet Ağabeyin beni sürdürme isteği suya düşüyor.

Demokrat Parti (DP,) iktidar döneminin özellikle ilk dört yılından sonraki altı yılı boyunca “demokrasi” diye diye Türkiye’ye Atatürk Aydınlanmacılığının çanına ot tıkama girişimlerinin acı sonuçlarını inatla yaşatmaya çalışıyor. “Vatan Cephesi” diye bir şey tutturarak her gün radyodan ölü, diri birçok kişinin adını soyadını okutarak onların bu cepheye katıldığını duyuruyor. Muhalefete radyoda ne konuşma hakkı tanıyor ne de muhalefetle ilgili haberleri yayımlıyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi son yıllarında Mecliste bir de olağanüstü yetkili bir Tahkikat Komisyonu kuruyor.

Bütün Türkiye’de olduğu gibi bizim ilçede de CHP’nin önde gelenleri, devlet yetkilileriyle iş birliği yaparak ihtilali izleyen günlerde öğretmenleri ilçeye çağırıyor ve ikişer ikişer, köylerde DP’nin hangi yanlış tutum ve uygulamaları nedeniyle ihtilal yapıldığını anlatmakla görevlendiriyorlar. Yener Beyle bana Hamurlu köyünde ihtilalin gerekçelerinin anlatması görevi yükleniyor.  Köye gittiğimizde Yener Bey, “Sen anlat, ben de senin koruyuculuğunu yapayım.” esprisi ile konuşma görevini bana bırakıyor.

Ne yazık ki öğretmenlere bir de cuma günleri, Türkiye’de çıkan gazeteler gönderilmeye başlanıyor ve bu gazetelerde DP aleyhinde çıkan haberlerin ve Milli Birlik Komitesinin bildirilerinin, halka duyurulması görevi veriliyor. Servet Ağabeyin iftira ettiği Cami kapısında gazete okumam, bu yolla gerçeklik kazanıyor.

Yıllar geçecek, Çorum İlköğretmen Okulu meslek dersleri öğretmeni ve eğitim şefi görevimi sürdürdüğüm günlerin birinde Servet Ağabey, oraya gelecek. Aramızda, anlattığım olaylar geçmemiş gibi karşılayacağım kendisini. Çaylarımızı içecek, sohbetimizi yapacağız. Okuldaki görevimin bittiği saatte de eve gidecek ve sohbetimizi evde sürdüreceğiz. Ancak geçmişteki olaylardan ne o söz açacak ne de ben. Ertesi gün de kendisini memlekete uğurlayacağım.

Lütfü Beyin Bucağımızdan Ayrılışı
Lütfü Bey, başka bir yere atanması nedeniyle bucağımızdan ayrıldığı günün akşamı, günlük defterime şunları yazıyorum:

2 Kasım 1960

 Canım kardeşim Lütfü Bey!
Buradan ayrılırken lojmanın önüne geldiğinizde bizimle birlikte sen ve eşin de içinizi çeke çeke ağlıyordunuz. Bu ayrılış anında ne siz bize ne de biz size tek sözcük söyleyebilecek durumdaydık. Bu ayrılığın yarattığı karşılıklı üzüntüyü ve söyleyeceğimiz sözü, gözyaşlarımız üstlenmiş gibiydi. Bir yandan içimizi çekerken bir yandan da yaşlı gözlerle birbirimize sarılıp vedalaşmış ve sana, sevgili eşine yalnızca el sallayabilmiştik.

Sevinçler gibi üzüntüler, ayrılık acıları da unutuluyor zamanla. O ayrılığın acısını bir süre sonra ben de unutuyor ve işime gücüme sarılıyorum.

Okul Uygulama Bahçesi Oluşturuyorum
1959-1960 öğretim yılı baharıdır. Okul yapısının kuzeyine düşen oyun alanının doğuya, yola ve kuzeye, Yusuf Amcanın Bucak Müdürlüğüne ve Karakola kiraladığı yapısına bakan kenarlarını tarım derslerimizde öğrencilerle birlikte, onun dışında da bir başıma güllerle, değişik çiçeklerle, akasyalarla donatıyorum. Yol tarafındaki köşeye bir de salkım söğüt dikiyorum. Oyun alanının batısında ise tekniğine uygun bir uygulama bahçesi düzenlemeye başlıyorum. Bir de hava gözlem yeri yapıyor, rüzgâr gülü koyuyorum bahçenin bir köşesine.

Güllerin ve çiçeklerin arasına Cılavuz’da öğrendiğim kavak çelikleri dikiyorum. Gelen geçen köylü amcalar, onlarla uğraşacağıma daha uzun kavak dallarını dikmemi öneriyorlar. Ben de onlara iki yıl içinde bu çeliklerin çok gürbüz birer kavak olarak büyüyeceklerini söylüyorum. Bu fidanlar, iki yıl sonra gürbüz sürgünler verdiklerinde onları yerlerinden sökerek belli aralıklarla okulun arka sınırı boyunca dikiyorum. Üçüncü yılın sonunda bu kavaklar, okulun görünüşüne yeni bir güzellik katıyor.

Foto: Salkım Söğüdün Altında öğrencilerimle

O yıllarda daha çok yaz aylarında hemen her pazar ya Camili ilkokulunda çalışan Yener Bey, karşıdan bize geliyor ya da ben Yener Beye gidiyorum. Pazar günlerimizi n çoğunu Yener Beyle birlikte geçiriyoruz.

Yener Bey daha sonra, Bursa’da bir ilkokulda Müdür yardımcısı olarak çalıştığı yıllarda Bursa’ya her gidişimde beni “kendin pişir, kendin ye” diye adlandırılan açık hava restoranına götürecektir, orada aldığı nefis etleri eliyle pişirerek birlikte yememizi sağlayacaktır. O gidişlerimde ilk uğradığım yer, Öğretmenler Lokalidir. Yener Beyi ya orada göreceğim ya da Bursa’ya geldiğimi duyup oraya gelecek Yener Bey ve benden ilk randevuyu o alacaktır.

Biraz sonra da eşi Kadriye gibi kendisinin de ilkokuldan sonra okuyup öğretmen olması için özel çaba gösterdiğim Metin Gün, oturmakta olduğum dostlar masasının yanında yerini alacak ve uygun bir anı kollayarak beni evine davet edecektir. Metin’in daveti hemen her seferinde geç kalınca bu sorunu çözmek için Metin’e, bir sonraki gelişimde kimseye söz vermeyip kendilerinin konuğu olma sözünü vereceğim

Bursa’ya bir sonraki gidişimde, aynı okulda çalışan Kadriye ve Metin, beni arabalarıyla evlerine yakın yerdeki görev yaptıkları köye götürecek ve bana okullarını gezdirerek yaptıkları çalışmaları büyük bir coşkuyla anlatacaklardır.

Dayım Beni Yüklü Bir Borca Sokuyor
Başöğretmen olarak çalıştığım yılın yazında bir gün, babamın yakın akrabası Fato Nenenin kızı ile evli olan muhtar Mehmet Irmak Amca, beni çağırıyor. Gittiğimde, Mehmet Amcanın bacanağı, köydeki tek dükkânın sahibi Bayraktargilden Servet Bayrak Amcanın ve dayımın da orada olduğunu görüyorum. Muhtar, dayımın benden, kendisine olan borcumu ödemediğimi ve onu ödememi istediğini söylüyor. Dayım, öğretmenliğimin ikinci yılının başında Tosunlu’da çalışırken bana postaladığı listede, Cılavuz’a gönderdiği ve düğünüm için harcadığı paraların faizi ile birlikte iki bin dört yüz lira olduğunu bildirmiştir. Muhtara, o parayı hâlâ ödemediğimi söylüyor.

Dayıma birinci yıl, arazimin yüzünü elli beş liraya verdiğini, bana o yıl toplam altmış lira gönderdiğini; ikinci ve üçüncü yıl, arazimin yüzünü altmışar liraya verdiğini, bana ise o yıllarda toplamda yetmişer lira gönderdiğini söylüyorum. Ondan sonraki yıllarda da arazimi kendisinin ekip biçtiğini belirtiyorum. Sonraki iki yıl içinde bana gönderilen paraların yetmiş lirayı geçmediğini, yalnız son sınıfta yüz lira harcadığımı, benim için düğün yapılmadığını, düğün için hiçbir masraf edilmediğini söylüyorum. Ayrıca maaş aldığım ilk on iki ay, 152 lira tutarındaki maaşımın 117 lirasını kendisinin aldığını, öğretmenliğimin ikinci yılı başında, kendisine 400 lira getirdiğimi sözüme ekleyince Dayım, şiddetli bir öfke patlamasıyla “Ola! Sen kim oluyorsun da benden hesap soruyorsun?” diye bağırıyor.

Kısa bir sessizlikten sonra, Servet Amca, şişkin cüzdanını cebinden çıkarıp para saymaya başlıyor. Saydığı paraları bana uzatıyor. “Al bu 2400 lirayı da dayına olan borcunun hepsini kapat. Bana sonra ödersin.” diyor. Ben, “Hayır, olmaz!” diyorsam da parayı zorla cebime sokuyor. Ben de o parayı dayıma uzatıyorum. Dayım, duraksamadan alıyor o parayı ve gidiyor. Sonra Servet Amcaya bu borcumu dört yılda ancak ödeyebiliyorum.

Dayım, masraf olarak gösterdiklerinin karşılığı olmayan; beni koruyup kollamasının karşılığı olarak ise çok az kalan parayı benden söke söke aldıktan sonra da benimle konuşmamayı sürdürüyor. Yalnızca bayramlarda Nenemin elini öpmek üzere uğruyoruz Dayımın evine. O zamanalar, yengemin ve Dayımın da elini öpüyoruz ister istemez.

Beni dünyalar kadar seven Nenem, Dayıma bir gün, bize gelmek istediğini söylüyor. Dayımın, öfkeyle Neneme “Eğer Rasim’in yanına gittiğini duyarsam bacaklarını kırarım senin!” dediğini duyduğumda, kanım donuyor.

Kendi Köyümde Öğretmenlik Yapmanın Zorlukları
İşim çok zor. Görevim, hısım akrabalarımın ve komşularımın çocuklarını okutmak değil yalnızca; bir de yöneticiyim bu okulda. Şu andaki neneler, dedeler, anne babalar, çocukluğumu biliyorlar. İlkokulda beni okutmuş olan Ali Güneş Eğitmenim de başöğretmeni olduğum bu okulda çalışıyor. Ali Eğitmenim, Nenemin yeğeni aynı zamanda. Ancak Nenem Kavazgil’e, onlar da Neneme karşı soğuklar, nedense.

Bu yüzünden, ilk acemi yılımdan daha tedirginim bizim köyde. Gerçi velilerin büyük çoğunluğu, gösterdiğim çabayı olumlu olarak değerlendirdiğini görüyor ve duyumsuyorum. Bunu açıkça dile getirenler de oluyor. Bu okuldaki ilk yılımın baharında bir gün derse giriş zilini çaldırdığımda, uygulama bahçesinin bitişiğindeki tarlası okul bahçesiyle sınır olan Yusuf Amca, “Senin bu okula gelişinle teneffüsler kısaldı, dersler uzadı.” diyor.

Köydekilerin çoğunun birbiriyle ilişki biçimini; birçoğunun olumsuz kişilik özelliklerini biliyorum. Onlardan kimileri, bana karşı soğuk davranıyorlar. Ancak her veliye ve her çocuğa eşit davranmam, bu tutumların yol açabileceği olumsuzlukları önemli ölçüde ortadan kaldırıyor.

Tacettin Subaşı Öğretmen Olarak Atanıyor
Okulumuza bu yıl yıl bir de Şavşat’ın bir köyünden Tacettin Subaşı’nın da atanmasıyla kadro, üçe çıkıyor. İşin tuhaflığına bakın ki henüz kesin teslimi bile yapılmamış olan bu okulda iki derslik bulunuyor. Bu nedenle sınıflardan birini ikiye böldürmek zorunda kalıyorum. Bu yüzden, arkadaki sınıfa, kapısı koridora açılan sınıftan girilip çıkılıyor.

Tacettin Bey, Kuyat’ın alt başında, Şirnagil’de kalıyor. Bizim köyün ağalarından biri olan Şirinagil’in İlyas Amca, Subaşı’nın Amcası, köyünün DP ocak başkanının yakından tanıdığı bir kişi. Tacettin Bey, öğle yemeği için oraya, mahallenin ta alt başına inse, öğleden sonraki derse zor yetişecek. Bu durumda ya öğle yemeği yemeden derse girmek ya da evden bir şeyler getirerek öğretmen odasında yemek zorunda kalacak. Onun için öğle yemeklerini Tacettin Beyle birlikte okulun doğusuna bitişik olan bizim evde (lojmanda) yemeye karar veriyorum. Öğle yemeklerini her gün birlikte yiyoruz.

Tacettin Bey, bu durumu babasına ve birlikte yaşadıkları Amcacına anlatıyor. Bunun üzerine onlar da ara tatilde eşimi ve beni Şavşat’ın Karaağaç köyüne davet ediyorlar. Tatilin başında bizim köye, biri Tacettin Bey için, ikisi de benimle eşim için olmak üzere üç at gönderiyorlar. Bizi tatil süresince köydeki saray gibi kocaman evlerinde ağırlıyorlar. Dönüşte de tadı hâlâ damağımda kalan bir küp dolusu kuru yağlı peynir getiriyorlar bize.  Ertesi yıl Tacettin Bey evlendiriliyor ve bu kez de Tacettin Beyler, ikide bir, bizi oturmakta oldukları, okulun yakınındaki Bilalgilin Ahmet Ağabeyin evine yemeğe, gece oturmalarına çağırmaya başlıyorlar.

Var Gücümle Sürdürüyorum Çalışmalarımı
Bir öğretmen ve başöğretmenin okulunda neleri yapması gerekiyorsa onları gerçekleştirmek için olanakları sonuna dek kullanmaya çalışıyorum. Derslerin ve eğitsel kolların düzen içinde başarılı olmasına odaklanıyorum.

Anılması ve kutlanması gereken gün ve haftaları öğrencilere en iyi biçimde yaşatmaya çalışıyorum. Ulusal bayramlara köy halkını da çağırıyorum. Her yıl sonu için aylar öncesinden, içinde bir piyesin, monologların, şiirlerin, öğrenci korosunun yer aldığı bir müsamere hazırlıyorum. Bu müsamerelerde her öğrenciye, kendisinin yapabileceği bir görev vermeye özen gösteriyorum. Bütün öğrenci velileri ile köy halkının bu müsamereyi izlemesini sağlıyorum.

Kooperatif kolunun etkinliği olarak bir öğrenci kooperatifi kuruyor ve öğrencileri bu kooperatife üye yapıyorum. Yıl sonunda her üyenin elde ettiği kârları belirliyorum. İsteyene o kârı veriyorum, istemeyeninkini de ana parasına ekliyorum.

1 Mayıs bahar bayramlarını Cami Mahallesi, Çakıllar ve Hisarlı köyü öğrencileriyle ortaklaşa kutluyoruz. O günlerde çuval yarışı, şiir okuma yarışı gibi birçok yarışın yapılmasını sağlıyor, kazananları coşkuyla alkışlıyoruz. Çocuklar, mendil kapmaca gibi birçok oyunlar oynuyorlar. Öğle yemeklerini büyük bir daire oluşturarak birlikte yiyoruz.

O yıllarda zamanımızı alan ve sıkıntı yaratan bir sorumluluğumuz da çocuklara süt tozundan süt yaparak içirmek gibi zor bir işi sürdürmek zorunda kalıyoruz. Bu hizmet hem zamanımızı çalıyor hem de çok büyük bir sıkıntı yaratıyor.

Öğretimde Yaptığım Çok Önemli Bir Yanlış
Bütün bu çalışmalarımın yanı sıra önemli bir öğrenim yanlışını sürdürdüğümü, bu yüzden birçok öğrenciye acı çektirdiğimi iş işten geçtikten çok sonra ayrımsıyorum. Her çocuğu çok başarılı olmaya zorluyorum. Bu çabamla hem kendi gücümü hem de daha alt düzeydeki öğrencilerin gücünü zorlamış hem de zamanı ve emeği de boşa harcamış oluyorum.

Öğrenciliğim sırasında beni öğretmenliğe hazırlayan öğretmenlerimin bireysel ayrılıklar konusunda beni yeterince bilinçlendirmemeleri; benim de bunun yanlışlığını kendi başıma ayrımsayamamam yüzünden daha az yetenekli çocukları, adeta yeteneklilerle yarışmaya zorlamış oluyorum. Bu yanlışımın bilincine Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü öğrencisi olduğumda varabiliyorum. O çok çalışkan denetmenim de bu konu üzerinde ne okulumuza geldiğinde ne de öğretmen toplantılarında duruyor. Dahası, denetmenin öğrencilerin başarısını değerlendirme yaklaşımları da bizde her çocuğu çok başarılı kılma gibi bir duygu yaratıyor, ne yazık ki.

Bir gün yaşadığım bir olay, beni çok sarstığı halde, bu yanlışımı ayrımsayamıyorum. Eşi baba tarafından akrabam olan Mahmut Gün Amcanın, kendisine birinci sınıfta yeterince okuma yazma kavratılmamış olan ikinci sınıftaki kızı, yine ödevini yapmadan gelince kendisini azarlıyorum. Bu öğrencimin, bir sonraki saatte hiçbir şey olmamış, onu bir önceki derste üzmemişim gibi sorduğum bir soru için arkadaşları gibi güler yüzüyle parmak kaldırdığında duyduğum acıyı hiç unutamıyorum.

Bireysel ayrılıklar gerçeğini ayrımsadıktan sonraki öğretmenliklerimde, öğrenme-öğretmede ve başarıyı değerlendirmede bu gerçeği hep göz önünde bulundurmaya özen gösteriyorum.

Türkçe Bölümü İkinci Sınavını Kazanamıyorum
Ta öğrenciliğimde başlayan Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünde okuma isteğim, güçlenerek sürüyor. O zamanlar, bu bölümde yalnız Türkçe değil; onunla birlikte bir de Sosyal Bilgiler eğitimi veriliyor. Yani sınava girenler hem Türkçeden hem de Sosyal Bilgilerden başarı göstermek zorundadırlar. Coğrafya ile aram çok iyi olmakla birlikte Muzaffer Aydın öğretmeninim Cılavuz’un daha ilk sınıfındaki olumsuz tutumunun da etkisiyle Tarih dersini sevmiyorum.  Edebiyat ve kompozisyonuma ise çok güvenim.

Bu sınavı kazanabilmem için özellikle Tarih çalışmam gerektiğini çok iyi bilmeme karşın bir yandan, asıl işim olan öğrencilerimi iyi yetiştirmek, yönetici olarak üstüme düşenleri en iyi biçimde yapmak için gecemi gündüzüme katmam; öte yandan da düşünme gücümle, istencimle duygudurumuma gerektiği kadar söz geçirememem yüzünden tarih çalışmaya bir türlü yanaşmıyorum.

Yeni okulun kocaman salonunu birtakım tablolarla, Türk tarihinin ünlülerinin resimleriyle donatmak üzere, sağladığım tablo ve resimlere boş zamanlarımda okulun marangoz aletlerinden ve marangoz tezgâhından yararlanarak en güzel çerçeveler yapıyor ve salonu baştan başa içime sinen bir güzelliğe kavuşturuyorum. Baharda boş zamanlarımda okulun dört yanını düzgün biçimde rendelenmiş sırıklar ve çitlerle çevirmekle uğraşıyorum. Sözün kısası sınava hazırlanma dışında her şeye zaman bulabiliyorum. Boş zamanlarımın önemli bir bölümünü de radyodaki klasik Türk müziği ile hüzün yüklü türküleri dinleme dolduruyor.

O yaş ve düzeydeki duygu ve düşüncelerim, yazdığım günlüklere şöyle yansıyor:

11 Temmuz 1960

Öğle sıcağı, eksik uykunun yol açtığı uyuşukluğu daha da artırıyor. Odamda sınav için bir şeylere bakmak üzere masanın başına geçiyorum. Ancak içimde çalışma isteğinden eser yok. Kendimi zorluyorsam da isteksizliğimi bir türlü kıramıyorum. Edebiyat kitabını açıyorum, olmuyor. Genel Coğrafyayı açıyorum, olmuyor; isteksizliğe yenik düşüyorum. “Yazınsal yazılar, şiir ya da Yakup Kadri’nin şiirsel düzyazılarından birini okuyayım diyorum, ona da izin vermiyor, isteksizliğim.

Anlıyorum ki bilincimin bir yerinde varlığını böylesi tepki biçimleriyle bana duyuran bir sorun var. O sorun, aklın, mantığın gerektirdiği biçimde davranmamı engelliyor. Köyde yaz boyu beni sürekli, olur olmaz düşler kurmaya, bahçeye çıkıp orada yarattığım güzellikleri izlemeye, bitkilerin bakımıyla uğraşmaya, onları sulamaya, radyodan şarkı, türkü dinlemeye zorluyor. Sıklıkla iç çatışmalar yaşamama yol açıyor.

Yalnızca umutlarımın gerçekleştiğine yönelik parlak bir gelecek düşü kurmayı becerebiliyorum. Bende sıkıntı yaratan ortamdan kurmakta olduğum düşler aracılığı ile uzaklaşıyorum. Arada bir de gizdaşım olan şu deftere sarılıyor, ona içimi döküyorum. Her düşüme, düşlemime, karşı çıkmadan yalnızca o, kucak açıyor.

Eğitim enstitüsü sınavlarının ilki, bu ayın 26’sında. Sınava girmeyi ta geçen yıl aklıma   koyduğum halde, bugüne dek dişe dokunur bir çalışma yapamıyorum. Pusulasız kaptan gibi sınava girilemeyeceğini bilmeme karşın bir hazırlık yapmadan gireceğim sınava. Bu durumda, göz göre göre istediğim sonucu alamama tehlikesini yaratıyorum kendime. Dersler, iki ay önce sona erdiği halde, çalışmamak için sürekli bir neden yaratıyorum. Ya birileri bana geliyor ya da ben birilerine, bir yerlere gidiyorum.

Ancak ikide bir şu deftere iç dökme yoluyla kendimi rahatlatmayı beceriyorum. Bugün ayın yirmisi olduğuna göre sınava beş gün kaldı demektir. Zamanı niçin bu derecede bir boş vermişlik içinde geçirdiğime anlam vermekte zorlanıyorum. Sınav kazanmak!.. Ankara’ya gitmek!.. Çok istediğim amacımı gerçekleştirmek ve her isteğimi yoluna koymak!.. Düş kurmak kolay.

14 Ağustos 1960

İlk sınavım fena geçmiyor; sabırsızlıkla iyi sonucu bekliyorum. Gitmek, uzaklaşmak istiyorum buralardan. Özlediğim geleceğimi yaratmak için işe baştan başlamak, yeni ve mutlu bir yaşama hazırlamak istiyorum kendimi. İlk sınavı kazanacağımı varsayarak ikincisi için çalışmam gerekirken yine bir kitap kapağını açmadan akıp gidiyor zamanım ve ben, hâlâ işin bir ucundan tutamıyorum.

Tembelliğe tutsak düşmüş gibiyim. Günler gittikçe daralıyor. Gelecek diye içimde bir ışığın parladığını görmeme karşın o ışığa kavuşmak için gerekli çabayı göstermiyorum. Neden hep yarına erteliyorum işimi? Oysa gün, bugün. Ne yapabilirsem, bugün yapabilirim.

10 Eylül 1960

Elimdeki kitabın satırlarını seçemeyince lambayı yakıyor, pencere önündeki saksının yanına koyuyorum. O sırada dışarıdan Fehmi Amca sesleniyor. Kapıya çıkmaya hazırlanırken içimden, “Mutlaka bir şey getirmiştir Fehmi Amca. Dergi ya da evrak.” diyorum. Kapıya çıkınca “Müjdemi isterim! On Lira.” diyor Fehmi Amca. “Canın sağ olsun. Hayrola?” deyince.  “Kazanmışsın.” diyerek eski bucak müdürümüz sevgili Mürşit Beyin Ankara’dan gönderdiği telgrafı uzatıyor. Çok seviniyorum. Her karanlık geceyi aydınlık bir gün izliyor. Gelecek!.. Parlak, ışıklı olarak düşlediğim gelecek!.. Ne yazık ki yalnızca düşlemek yetmiyor; aydınlığı yaratmak için çaba göstermek, yorulmayı göze almak gerekiyor.

28 Eylül 1960

Ankara’da, başkentteyim. Akşam saat 16 00’da ulaşıyoruz buraya. Ankara konusunda çeşitli yazılar okuduğum, konuşulanları dinlemiş olduğum için gördüklerim, fazla şaşırtmıyor beni. Kalabalık caddelerdeki ardı arkası kesilmeyen otobüs ve otomobil akışı, insan akışı, motor gürültüsü…

Büyük Karadeniz otelinde, odamda yalnızım. Biraz çalışayım, diye çıkıyorum odama. Birkaç roman özeti okuyorum. Ancak şu kapalı odada çalışmaktan sıkılıyorum. Sık sık pencereden dışarıya bakıyorum. Sokakları dolduranların kim, ne oldukları belli değil, resmi giysililer dışında. Gerçekten görkemli, büyük bir kent Ankara. Devlet daireleri, büyük kitabevleri, mağazalar, iş yerleri, fabrikalar…

Yolculuğumuzun ilk gecesini Hopa’da geçiriyoruz. Akşam Son Nefes filmini izliyoruz, Emine   ve ağabeyi İlyas’la birlikte. Ertesi gün Ardeşen’de onlardan ayrılıyorum. Bir gece Trabzon’da konaklıyorum. Kıyı boyunca fındık bahçelerini, gür yeşillikleri, sağanak halinde yağan yağmurları geride bırakarak Samsun’a varıyorum. Atatürk’ün Kurtuluşumuzun güneşi olarak çıktığı Samsun’a. Oradan Anadolu’nun içine dalıyorum, denizi gerilerde bırakarak. Çorum, Sungurlu derken Ankara’ya varıyorum. İki gün sonra sınav var. Arada, bir umutsuzluk çöküyor içime. Kazanamayıp geri dönmek aklıma geldikçe kötü oluyorum. Özgüvenim sarsılıyor. Hazırlıksız yakalanma korkusu yakamı bırakmıyor.

Saat 21 40’ta Mürşit Bey ve Nuri geliyor otele. Sevinçle fırlıyorum, uzanmakta olduğum yatağımdan. Birbirimize sarılarak sevincimizi paylaşıyoruz. Geçmiş ve gelecek günlerden söz ediyoruz. Bir süre sonra Mürşit Bey gidiyor; Nuri benimle kalıyor.

1 Ekim 1960

Dün akşam, kazanmak, kazanamamak ikilemi daha çok kuşatıyor zihnimi. Cesaretimi kırmak istemiyorum. Gün boyu Nuri ile dolaşıyoruz Ankara’da. Gezip görmek istediğim birçok yer var. Ancak tümünü erteliyorum şimdilik. Yalnızca kitabevlerinin önünden geçerken duruyor, kitaplara, dergilere, gazetelere bakıyorum, büyük bir hevesle.

Gece bir düş görüyorum. Sınav kurulundaki bir öğretmenle tartışıyorum. Daha doğrusu sorduğu soruyu yanıtlayamadığım için bana kızıyor öğretmen.

Bugünkü Türkçe yazılı ve kompozisyon sınavlarımdan çok umutlu çıkıyorum. Sözlü Türkçe sınav salonunun kapısında kimi arkadaşların Reşat Nuri Güntekin’in en ünlü yapıtlarının bile adlarını anımsayamadıklarını şaşarak izliyorum. Sıra bana gelip içeri girdiğimde bir parça okutuluyor. Parçada geçen “Paris” sözcüğünü yeniden söylememi istiyor, ayırtmanlardan biri. Söylüyorum. Bir daha söyletiyor, yine aynı biçimde söylüyorum. Ayırtman, bu sözcüğün ilk hecesinin uzun okunması gerektiğini anımsatınca niçin yineletip durduğunu anlıyorum, ayırtmanın. Öğretmen, sözcüğün doğru okunuşunu belirttikten sonra beni dışarı çıkarıyorlar.

Benim doğup büyüdüğüm çevrede, hiçbir sözcüğün hiçbir hecesi uzun söylenmez, Türkçe sözcüklerdeki gibi. Ben hem parçayı okurken hem de yeniden söylettiklerinde ayrımına varmadan meğerse hep kısa okuyorum o heceyi. Bu sözlüden bozuma uğrayarak çıkıyor ve öğleden sonra da asıl korktuğum Sosyal Bilgiler ayırtmanlarının karşısına geçiyorum.

Orada Coğrafyadan tek bir soru sorulmayıp Tarih sorusu yöneltiliyor. Sorulanın neyin tarihi olduğunu anımsayamayınca bir ayırtman ikinci, üçüncü bir soru daha soruyor. Ben ilk soruyu bilemediğim için yeni soruların sorulmakta olduğunu sanıyorum. Oysa ayırtman, o tarihi anımsamamı sağlayabileceğim soruları yöneltiyormuş bana. Ben ise zaten korkarak girdiğim ve tarihlerin, savaşların, barış antlaşmalarının maddelerini anlatan tarihi sevmediğim için öğretmenin o yardımını ayırt edemiyorum. Onun üzerine bana o ipucu vermek için uğraşan öğretmen, önceki akşam düşümde gördüğüm gibi sesini yükselterek bana ipucu verdiği halde anlamadığımı söyleyerek dışarı çıkarıyor beni.

4 Ekim 1960

       Günlerdir beklediğim sonucu öğreniyorum. İkinci sınavı kazanamıyorum. Asılan listeye bakarken, sınav kapısında Yeşil Gece’nin Reşat Nuri’nin eseri olduğunu bilemeyen arkadaşın sınavı kazandığını öğrenince yapılan sınavların neyi, ne kadar ölçtüğü konusunda kocaman bir soru işareti oluşuyor zihnimde.

Elimle hazırlamış olmama karşın büyük bir yıkım oluyor bu sonuç benim için. Umutlarım suya düşüyor. Birçok aksak yanı olan yaşamım, bir yara daha alıyor. Üzüntünün en can yakıcısını yaşıyorum. O acı sonucu öğrendiğim andan sonra Tütünlü ’ye dek nasıl geldiğimi anımsamıyorum. Ancak orada arabadan inip Tütünlü mezrasına çıkan yokuşunu tırmanırken, omuzlarımda sınav kazanamadan köyüme dönmenin ağır yükünü duyumsuyorum.

      Göz göre göre kaçırıyorum önemli bir fırsatı. İstencimi kullanamamanın acı sonucu, bu yaşadığım. İstenmeyen sonuçla karşılaşmanın yüksek olasılığını görmezden gelmemin sonucu. Düşüncesizliğim, içimde sönmesi olanaksız öğrenim isteğimi, belirsiz bir tarihlere ertelememe neden oluyor. Çünkü araya askerlik girecek.

Kardeşim Arif’i Yanıma Alıyorum
1960 yılı sonbaharında Konya’ya gidiyor ve bir buçuk yaşında iken benimle birlikte annesini yitiren Arif’i Konya’nın Çumra ilçesine bağlı Batum köyüne göç etmiş olan babasından (üvey babamdan) alıp okutmak amacıyla yanıma getiriyorum. Arif, ilkokul üçüncü sınıfa geçmiştir o zaman.

Üç yıl boyunca eşim, ona kendi öz çocuğu gibi bakacak, Arif de iyi çalışarak beşinci sınıfı bitirdiğinde Kars Cılavuz İlköğretmen Okulunun ikinci sınavını liste başında kazanacak; arkasından da ben, İstanbul Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümünün kazanacağım. Güzel mavi bir giysi diktirerek ikinci sınav için onu Cılavuz’a götüreceğim.

Çorum İlköğretmen Okulunda öğretmenlik yaptığım zaman mezun olan Arif, Çorum’u isteyecek ve Çorum’un bir köyünde öğretmenlik yapacaktır. Yıllar sonra Gazi Eğitim’in Eğitim Bölümünde öğretmenlik yaparken de orada Eğitim Bölümünde öğrencim olacak. Çünkü ülkücülerin, solcu belledikleri için döverek okuldan kovduğu öğrenciler arasında yer almıştır o da. Daha sonra bu mağdur olan öğrencilere tanınan kısa dönem eğitimin uygulandığı sırasında ben de Erzurum Eğitim Enstitüsünden naklen bu okula gelmiş bulunuyorum.

Ne yazık ki Arif de Emekli Eğitim Müfettişi olarak üç çocuğunu babasız, beni kardeşsiz, eşini de kocasız bırakarak aramızdan erken ayrılacaktır.

Kışlık Odun Sağlama
Yöre insanı, uzun kış boyunca ocakta ve sobada odun yakıyor. Bu odunun sağlanması için güz aylarında mısır kesimi de bittikten sonra orman idaresinden belli bir süre için ruhsat alınıyor. Ruhsat, kuru, yıkık ağaçlardan yararlanılması için veriliyor. Ancak o tür ağaçların köylülerin gereksinimini karşılayamayacağını orman idaresi de orman koruma memuru da çok iyi biliyor.  Yani tam bir iki yüzlülük yaşanıyor. Orman koruma memurunun o süre içinde köye ve ormana olabildiğince az uğraması için kendisiyle özel olarak görüşülüyor.

Bu sırada herkes çoluk çocuk seferber olarak hem kışlık odunu sağlamak hem de bağına bahçesine çeper için gereksindiği genç ve düzgün birçok ağacı gecenin bir saatinde keserek evlerine taşıyor ya da görünmeyecek yerlere yığarak daha sonra yine gecenin bir vaktinde getiriyorlar. Orman koruma memuru arada bir denetime çıkma gereği duyuyor. Gün ortasında bile kaçak odun getirenleri gördüğünde, görevini yapmış olmak için onlar hakkında tutanak düzenliyor. Kışlık odun çekme serüveni, tavşana kaç, tazıya tut dercesine tamamlanıyor.

Benim ve okulun kışlık odunu da ne yazık ki benzer bir yolla sağlanıyor. Bir yandan sınıfta çocuklara ormanların korunmasından söz ediyoruz, öte yandan da bir gece yarısı, imeceyle ormandan gürbüz ağaçları kestirerek okulun arkasındaki tarlaya taşıtıyor, çocukların gözü önünde orada doğratıp yardırarak okul binasının arka tretuvarına yığdırıyoruz. Yığıldıkları yerde soğuk hava, yaş odunları kısa sürede kurutuyor ve kış boyunca nöbetçi öğrencilerle birlikte bu odunlarla sobaları yakarak sınıfları ısıtıyoruz. Okulda hizmetçimiz yoktur. Sınıfların temizliğini de sırayla öğrenciler yapıyor.

Okuma Odası Açma Girişimim
Öğrencileri iyi birer okur durumuna gelmeleri amacıyla sınıf kitaplıkları oluşturuyor, kitaplık kolu görevlisi aracılığı ile isteyen öğrencilerin buradan kitap alıp okumalarını sağlıyorum. Öğretmenler olarak uygun zamanlarda, öğrencilerden okudukları kitapları sözlü ve yazılı olarak değerlendirmelerini istiyoruz.

Öte yandan, okuma edimine yüklediğim önem ve anlam nedeniyle yetişkinlerin de okuyarak kendilerini geliştirmelerini sağlamak amacıyla bir okuma odası yaptırmayı düşünüyorum. Bu düşüncemi okul arkadaşım Nurettin ile Yusuf Ağanın oğlu Ali Albayrak Ağabeye açıyorum. Bunu başarabilirsek özellikle kış gecelerinde bu odada toplanarak kitap, gazete okuyabileceğimizi gerek okuduklarımız gerekse başka konular üzerinde konuşabileceğimizi anlatıyorum. İkisi de konuya olumlu bakıyorlar.

Bu amaçla pazar günleri kapı kapı dolaşarak amacımızı anlatmaya, herkesten bunun için tahta ve kiriş toplamaya başlıyoruz. Komşuların çoğu bunun için yardımlarını esirgemiyorlar. O keresteleri okulun arkasına taşıtıyor, sonra da bir usta bularak tuvaletler binasının arkasında bir okuma odasının yapımına başlıyoruz. Odanın yapımını bitirip çatısını çatıyor; içerisine bir kitap dolabı, birkaç masa, yeterince sandalye yerleştiriyor, bir de soba kuruyoruz.

Sonra Artvin Halk Eğitim Başkanlığına bir yazı yazarak oradan okuma odamız için bir radyo ve olabildiği kadar da kitap ve dergi gönderilmesini istiyorum. Halk Eğitim Başkanı olan Kâzım Ertürk Ağabey, bize bir radyo ile bir miktar kitap ve dergi gönderiyor. Ayrıca yayınevlerinden yetişkinlerin okuyabileceği kitaplar getirtiyorum. Böylece düşlediğim okuma odasını yetişkinlerin yararlanmasına sunuyorum. İsteyenler geceleri buraya geliyor ve istedikleri kitapları alıp okumaya başlıyorlar. Burada kimi zaman okunan kitaplar üzerinde tartışıyor, kimi de başka konularda sohbet ediyoruz.

DP’nin yıllar önce halk evlerini kapatarak öbür kültürel etkinliklerle birlikte yok ettiği okuma etkinliğini köyümüze yeniden getirmiş oluyoruz. Bu küçük görünümlü adımlar, anılar dünyamda eşsiz güzelliğini korumayı sürdürüyor.

Aydınlanmış gelecek kuşakların yetişmesi, özellikle öğretmen yetiştiren kurumların, öğretmen adaylarını iyi birer eleştirel okur durumuna getirmelerine bağlı bulunuyor. Bu kurumların öğretmen adaylarına gelecekte görev alacakları yerlerdeki öğrencilere ve yetişkinlere okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandırmayı önde gelen sorumlulukları arasında yer ver vermeleri gerekiyor. Bu gereklilikler gerçekleştirildiğinde, ülkemiz insanının düşünce ve duygu dünyası çok daha hızla yetkinlik kazanacaktır. Bu yolla insanımızın anlama, anlatma yeteneği üst düzeylere eriştirileceği için onların birbiriyle anlaşmaları kolaylaşacaktır.  Bunların sonucu olarak da ortak sorunlar, güç birliği yoluyla daha kolaylıkla çözülerek çağdaşlaşma yolunda daha hızlı adımlar atılacaktır.

Sınıfları ve Koridoru Temizleme Yöntemim
Sınav kazanamama üzüntüsünün ağır yükünden kendimi kurtararak bütün gücümle yeniden işe koyuluyorum. Köy yollarının ve okulun oyun alanının tabanı toprak olması nedeniyle yağmurlu havalarda çocuklar, çamurlu ayaklarla okula geliyor ve o ayaklarla sınıflara giriyorlar. Bu nedenle koridor ve sınıflar, çamur içinde kalıyor. Çamur kuruyunca da oluşan tozu soluyoruz.

Bunu önlemek için doğu-batı yönünde uzanan dikdörtgen biçimindeki okul yapısının orta yerinden okulu çevreleyen tretuvara, oradan da koridora girmeyi sağlayan beş basamaklı merdivenin iki yanına tahtadan ayak silecek yapıyor ve yere sabitliyorum. Ne ki onlarla ayaklar yeterince silinemiyor. Onun için bir de ağaçtan çok sayıda bıçak yaparak merdivenin ilk basamağının iki yanına koyuyorum.

Özellikle sabahları okula geldiklerinde her çocuğun ayaklarını bunlarla iyice silerek sınıflara girmesi için merdiven başında nöbet tutuyorum. Beni gören Tacettin Bey de çok kez orada bulunarak öğrencilerin ayaklarını iyice silerek sınıflara girmesine yardımcı oluyor.

Buna karşın sınıflara çamur giriyor. O nedenle belli aralıklarla ders dışı zamanlarda masa ve sıraları sınıfın bir köşesine çekerek ya da oyun alanına çıkararak, daha çok dördüncü ve beşinci sınıf öğrencileriyle birlikte sınıfların tabanlarını dışarıdan getirdiğimiz karla temizliyoruz. Masa ve sıraların çamurlu ayaklarını da temizledikten sonra yerlerine yerleştiriyoruz. Bu işi en iyi beceren ve istekle çalışan öğrenciler olarak Melahat’i, Hediye’yi, Elif’i ve Kadriye’yi anımsıyorum. Erkek çocuklar da sıraları öteye beriye çekiyor, içeri, dışarı taşımaya yardımcı oluyorlar. Bu temizlikten sonra, uzunca bir süre çok daha istekle ders yapıyoruz.

Grup Çalışmasına Uygun Masa Yaptırıyorum
Dördüncü ve beşinci sınıf öğrencileriyle grup çalışması yapmak istiyorum. Sıraları yan yana getirerek oluşturulan masalarda istenilen biçimde çalışma yapılamıyor. Bu nedenle altışar kişi ile grup çalışması yapmaya elverişli, karşılıklı üçer öğrencinin oturabileceği, iki yanında üçer gözü bulunan masalar yaptırıyorum. Bu masaların yapılması için gerekli kerestenin ormandan kesilip getirilmesi, biçilmesi ve masaların yaptırılması için de ilkokul arkadaşım Nurettin ile Ali Albayrak Ağabey, Torungilin Servet Ünsal Ağabey, en büyük destekleyicim ve yardımcım oluyor. Böylece okuttuğum dördüncü ve beşinci sınıflarla özlediğim grup çalışmalarını yapma amacımı da gerçekleştirmiş oluyorum.

Ali Eğitmenimle Aramız Açılıyor
Ali Güneş Eğitmenimle zaman zaman istemesem de birtakım gerginlikler yaşıyoruz. Eğitmenlerin, öğretmenli okullarda Eğitmen Kılavuzuna göre değil; İlkokul Programına göre öğretim yapması isteniyor. Ali Eğitmen, cümle yöntemi yerine alışık olduğu Eğitmen Kılavuzunun öngördüğü harf yöntemi ile okuma yazmayı sürdürmek istiyor. Cümleler, duvarda göstermelik olarak asılı duruyor. Ben ise her şeyin istenilen biçimde uygulanmasını istiyorum. Bunu ıkına sıkına kendisine söylediğimde, kimi zaman “tamam” diyorsa da yine bildiği gibi yapıyor. Yeniden söyleyince de öfkeleniyor ve “Ben okuma yazmayı öğretemezsen o zaman söyle.” biçiminde bir yanıt veriyor. Belli ki daha önce bu konuda kendisine herhangi bir müdahalede bulunulmamış. Yıllardır, bekleneni yapmamış Ali Eğitmenim. Bu nedenle beni gayretkeşlikle suçluyor.

Ali Eğitmen, okul işlerini ikinci bir iş gibi görüyor. Okula yakın bir yerde ahşaptan, iki katlı çok güzel bir ev yaptırıyor. Ahırı evin altına yerleştirmiyor, herkes gibi. Öğretim yılı içinde en çok hayvanlarının bakımıyla ilgileniyor. Çoğu kez hayvan dışkısı bulaşmış ayakkabılarıyla derse giriyor. Bundan çokça rahatsız oluyorsam da bir şey diyememenin sıkıntısını yaşıyorum. Çünkü içimde eğitim öğretimi en iyi biçimde yapma ve yaptırma isteği var. Çocukların, karşılarında her şeyi ile imrenecekleri öğretmenleri görmelerini istiyorum. Öğrencisi oluşum, bu konuda ısrar etmemi zorlaştırıyor.

 Ali Eğitmen, bir gün okula uğramıyor. Ertesi gün de uğramayınca öğrencimiz olan kızına nerde olduğunu soruyorum. Komşu köye hayvan satmaya gittiği haberini alıyorum. İkinci gün öğleden sonra, çocuğu birinci sınıf öğrencisi olan İlyas Irmak Amca okula gelerek Rasim Hoca! Biz, çocukları okula okusunlar diye mi, yoksa boş boş otursunlar diye mi gönderiyoruz?” diye soruyor. İlyas Amcanın bu hak arama girişimi karşısında bunalıyorum; zar zor, haklı olduğunu söylüyorum.

Ali Eğitmen, ertesi gün de gelmiyor okula. Onun üzerine, dördüncü gün geldiğinde, bin bir zorlukla bana haber bile vermeden okula gelmemesi nedeniyle İlyas Amcanın yakınmasına yanıt vermekte zorlandığımı söyler söylemez, öfkeyle “Muhbirlik yapacaksan git yap!” diye bana çıkışıyor. Böylece Eğitmenimle aram iyice açılıyor.

Yeni Evimdeki Kitaplığım ve Çalışma Odam
O yıllarda Künye köyüne göç etmeleri nedeniyle kayın pederlerden aldığım, eski evimin arkasında, doğu-batı yönünde uzanan tarlanın, evimin arkasına düşen orta yerine, eski evin kerestesiyle yeni bir ev yaptırıyorum. Altta bir oda (mutfak), bir ambar, onların önünde, çevresi bir metre kadar yükseklikte, orta yerlerinde yanlardan basık dörtgen biçiminde delikler olan tahtalarla çevrili bir salon bulunuyor. Üst kata bu salonun batı köşesindeki merdivenle çıkılıyor. Alt salona, oda ve ambarın bitişiğindeki doğuya ve batıya açılan kapılardan giriliyor.

Alt kattaki salona denk üst kat salonunun doğuya düşen yarısına, kuzeye ve doğuya bakan birer penceresi bulunan küçük bir çalışma odası ve kitaplık yaptırıyorum. Bu odanın iç sıva ve badanasını, pencerelerini ivedilikle tamamlatarak buraya o zaman yalnızca adam boyu yüksekliğinde bir dolabı doldurabilen kitaplarımı yerleştiriyor, ön pencerenin önüne de masamı ve sandalyemi koyarak burayı güzel bir çalışma odası durumuna getiriyorum.

Üst salonun ön ve orta yerine de bizim oralardaki adıyla bir köşk yaptırıyorum. Alt oda ile ambarın üzerinde de doğuya ve batıya bakan ikişer pencereli, kapıları salona açılan iki oda yer alıyor. O odaların sıva ve badanasını bir türlü yaptıramıyorum.


Foto: Köydeki Evim

Eski evin altına eski ahırı; üstüne de yol kenarındaki mereği yerleştiriyorum. Harman yeri ise eski yerinde, yol kenarında kalıyor. Ben ne ekin ekmeyle ne harman dövmeyle ne de otu samanı mereğe koyma ile ilgilenebiliyorum. Yalnızca biçme ve kaldırma işini yapıyor; otu, sapı taşıma, harman dövme işini birilerine yaptırıyorum. Çünkü ne öküzüm var benim ne ineğim ne de onlarla uğraşacak zamanım. Yazın da daha çok okuldaki lojmanda kalıyor, oyun alanının çevresindeki çimlerin, gül ve çiçeklerin, uygulama bahçesindeki meyve ağaçlarının bakımı ile uğraşıyor, arada bir de on beş dakikaya varılabilen bu evime uğruyor, harmanın kuzeyinde yol kenarı boyunca uzanan bahçemle ilgileniyorum. Yeni aldığım tarlanın yol kenarını da bahçe yapıyorum.

6 Mayıs 1961

İşler başımdan aşkın. Kişisel sorunlarım birçok işimi aksatmama yol açıyor. 20 Mayıs tarihli Öğretmenler Toplantısı için daha önceden İlköğretim Müdürlüğünde bulundurulması gereken 590 sayfalık J. J. Rousseau’nun Emil Yahut Terbiyeye Dair adlı kitabının henüz 107 sayfasını okumuş bulunuyorum. Dahası dün Sadık Bey, 20 Mayıs’ta yapılacak toplantıda konuşulacak olan “Okul eğitimi aile eğitiminden daha önemlidir.” başlıklı münazara ekibinde bana da yer verildiğini bildiriyor. Bir yandan kitabın bitirilmesi, bir yandan münazara görevi, bir yandan da okulun yıl sonu işleri!.. Bakalım on iki gün içinde bütün bunları nasıl bitireceğim.

10 Mayıs 1961

Bugün ders yılının son günüydü. Daha öğleden önce arı kovanı gibi uğuldayan sınıflar, şimdi ıpıssız. Okulda sevinç ve üzüntü bir aradaydı, birkaç saat önce. Bütün bir yıl birlikte olduğumuz çocukların bir kısmı üzülürken öbürleri başarılarının sevincini yaşıyordu.

Doğanın en coşkun zamanı, bugünler. Her yan yemyeşil. Ağaçlar, otlar hızla boy atıyor. Bahçemizim ağaçları da öyle. Göz kamaştırıcı bir gelişme gösteriyor oradaki ağaçlar ve öbür bitkiler. Sınırsız bir yaşama sevinci yaratıyor insanda bu mevsim.

27 Mayıs 1961

20 Mayıs’a yetiştirmem gereken Emil yahut Terbiyeye Dair’in özetini, o günün bir akşam öncesinde gece saat 2 00’da ancak bitirebiliyorum. Sabah yedide de Ardanuç’taki toplantıya yetişmek üzere yola çıkıyor ve toplantıya yetişiyorum.

Bugün ise mutlu günün birinci yıldönümü.

Mutsuz bir gidişe son veren, kötü yönetimden kurtuluşun müjdesi, bir yıl önce bugün veriliyor. Ulusça çoşkulu bir sevinç yaşanıyor o gün. Geleceğe yeniden umutla bakılmaya başlanıyor. Artık ne özgürlüğü savunduğu, haksızlıkları eleştirdikleri için gazeteciler tutuklanıyor, ne özgürlük savaşçısı Turan Emeksizler vuruluyor ne de aydınların yolu kesiliyor ve muhalefet taşlanıyor. Kurulan Yüce Divan, DP’den on yılın hesabını sormayı sürdürüyor.

Milli Birlik Komitesinin hangi yolsuzlukları sonlandırmak ve ülkeye neleri getirmek için ihtilal yaptıklarını köylere dek anlatmak için geçen yılın Haziranının ortalarında bütün aydınlar ve öğretmenler görevlendiriliyor.

Türk ulusunun mutlu geleceğinin yönü belirleniyor. Danışma Meclisi oluşturularak özgürlükçü bir Anayasa hazırlanıyor. Atatürk devrimlerinin tamamlanması yolunda önemli adımlar atılıyor. Toplumun kalkınması, ağaçlandırma, ormanların korunması, toprak reformu, Adil bir seçim yasasının hazırlanması gibi temel sorunlar ele alınıyor. Bunlara Anayasal dayanaklar konuluyor.

Er Eğitimi Dönemim
15 Haziran 1961’de Amasya’nın Carcurum’unda bir aylık temel eğitime başlıyorum. Bu eğitime ilişkin şunları yazıyorum günlük defterime:

15 Haziran 1061
Askerdeyim. Burası 6. Er Eğitim Tugayı 2. Tabur 481 1. Takım 3. Manga. Şu anda bayıltıcı bir sıcak var Amasya’nın Carcurum’unda. Asker potinlerinin gıcırtısı birbirine karışıyor. Kimi arkadaşlar giysi derdinde, kimileri yerini saptamaya çalışıyor, kimisi de tüfek almak için koşuşturuyor.

Sabah saat 9 00’da çavuşlar, içtima olmamızı söylüyorlar, içtima oluyoruz. Uzunca bir süre bekledikten sonra, giysi, çamaşır, potin, havlu alıyoruz. Silahlarımızı da alınca tam asker oluyoruz. Öğle yemeği zamanı geliyor ve yemeğe gidiyoruz. Öğle sıcağında, çadır içinde tam yarım saat bekledikten sonra yemek yiyebiliyoruz. Asker giysileri içinde birbirimize baktıkça katıla katıla gülmeye başlıyoruz. Bugün, dört bine yakın yedek subay adayı 6. Tugayı doldurmuş bulunuyor.

Bu arada yolculuğumu anlatmak istiyorum. Ancak çevremdeki gürültü beni o denli çok rahatsız ediyor ki yaşadıklarımı anlatmada zorlanıyorum.  

Eşimle iki yaşındaki Nevin’i kayınpederlere bırakıyor, 8 Haziran 1961’de Arif’le birlikte Ardanuç’tan ayrılıyorum. Dedesinin evinde, canım kızım Nevin, “Baba hopp!” diye yanıma koşuyor ve bacaklarıma tırmanıyor. Çocuk sevgisi, ne kadar yüce ve güçlü bir sevgi!

Neyimiz var neyimiz yoksa evimizin alt katındaki ambara, odaya, üst kattaki çalışma odama yerleştiriyoruz. Kitaplığımı düzenliyorum. İçimde tuhaf bir duygu var; onları güvensiz bırakıyormuşum gibi bir duygu. Hazırlık yaparken günlerce uykusuz kalıyor ve yoruluyorum. Bir yandan yıl sonu işleri, öte yandan da evin onarımı beni bir hayli yoruyor. Son gece yalnızca dört saat uyuyabiliyorum.

Hopa’ya indiğimizde, uykusuzluğun ve araba sarsıntısının etkisiyle sersemlemiş gibiyim. Akşamüstü biraz kestirdikten sonra gecenin bir saatinde motorla, sonra da Akdeniz Ekspres gemisine geçiyoruz. Geceli gündüzlü yola devam ederek 9 Haziran günü kuşluk vakti Trabzon’a varıyoruz. Kıyı kentleri denizden çok güzel görünüyor. Altı saat Trabzon’da kaldıktan sonra ertesi gün Samsun’a ulaşıyoruz. İki gün kaldığımız Samsun’da bir hayli geziyoruz. Hayat Ansiklopedisinin ilk beş fasikülünü orada alıyorum.

12 Haziran akşamüzeri vardığımız Amasya’da Arif’i otele bırakarak Yener Beyle birlikte Carcurum’a varıyor ve kaydımızı yaptırıyoruz. O gece Tugayda kalıyor, ertesi gün kente iniyoruz. Carcurum kupkuru ve sıkıcı. Amasya buraya göre çok güzel. Yarın Arif’i babası alıp Konya’ya götürecek. Yazı orada geçirecek Arif.

12 Haziran, Atatürk’ün Anadolu’ya gelişinde Amasya’ya uğradığı gün. O nedenle Amasya’nın bayram günü bugün. Her yan bayraklarla donatılmış. Kentin güneyindeki inişli çıkışlı dağların en yüksek tepesindeki bayrak, gökyüzüne resmedilmiş gibi duruyor. Arif, akşam yine otelde kalıyor.

Bu satırları, yer yatağımda yastığı masa yaparak yazıyorum. O nedenle daha ayrıntılı şeyler yazamıyorum.

“16 Haziran 1961

Askerlik disiplini arkadaşları biraz sıkıyor. Çavuşların buyruklarından gücenenler oluyor. Öğleden sonra bütün tabur ve gruplar, alanda toplanıyoruz. Komutanlar, görev ve sorumluluklarımızı açıklayacaklar. İlk olarak saatlerce emir altında bekliyoruz.

19 Haziran 1961

Eğitime başlama günümüz bugün. Saat 9 00’da eğitim alanında toplanıyoruz. Bando eşliğinde marşlar çalındıktan sonra Tugay Komutanı, onun ardından Amasya Valisi birer konuşma yapıyorlar. Sonra Milli Eğitim Seferberliğinden ve bizim bu seferberlikteki önemli yerimizden söz ederek maneviyatımızı yükseltiyorlar.

Dört bin dolayındaki yedek Subay adayını barındıran 6. Er Eğitim Tugayı, doğal olarak bütün gereksinimlerimizi tam olarak karşılayamıyor. Yemek için saatlerce beklemek, kaynamış gibi suyu içmek zorunda kalıyoruz.

Askerlik, artık eylemli olarak başlamış bulunuyor. Mataramıza dek bütün donanımımızla talime çıkıyoruz. Kıtık dolu şiltelerde yatıyoruz. Eski Isparta’daki gibi terbiye edilir gibiyiz. Ortalıkta bir masa bile bulunmuyor. Şu yazıyı, dizlerimin üzerine koyduğum bavulumun üstünde yazıyorum.

Vakit akşam. Elektrikler yanıyor, cılız bir ışık saçarak. Bir arkadaş, pencere önünde kemanla hüzünlü şarkılar çalıyor. Ona yanındakiler sesleriyle katılıyorlar. Koro, “Ayrılık ateşten bir ok” şarkısını çalıp söylemeye başlıyor. Toplulukta her türlü kişilikte bireyleri görmek olası. Yaygaracılar, efendiler, şarlatanlar, içe dönükler…Tümü var.

3 Temmuz 1961

Saat 16 00. Hareketli yön tayini istasyonunda istirahat ediyoruz. Aşağıdaki sıranın yanında oturan muvazzaf teğmene bir şey soruyorlar. Teğmen,” Vallahi bilmiyorum. Öyle bir şey duydum; ama ne dereceye kadar doğru olduğu konusunda bir şey söyleyemem.” diyor.  Bir arkadaş, “Kimden duydunuz”? diye sorunca “Sizin arkadaşlardan” karşılığını verince bu yanıt, herkesin kahkahayla gülmesine neden oluyor.

Sonradan öğreniyoruz ki öğleden önce çıkan ve Yener Beyin öğleden önce bana “Yazsana günlüğüne şu haberi!” dediği habermiş. Günün konusu olan haber şu: Tugaydaki okuma yazma taburlarına şu yöntemle içimizden 90 kişi ayrılacak. Şu anda okuma yazma taburlarında teğmen olarak görev yapan yedek subay öğretmenler, sonbaharda terhis edildiklerinde, şimdiden, atandıkları ile, hangi köyü istediklerini bildiren birer dilekçe verecekler. İl, bu yerleri gözden geçirerek adı geçen yerde yedek subay öğretmen çalışıyorsa onu oradan alacak ve kış döneminde okuma yazma taburunda görevlendirecek; terhis edilecekler de onların yerine okullara gidecekler. Bu görevlendirmede bir de 1930-1932 doğumlu olmak söz konusu. Bakalım, bu haber ne kadar doğru çıkacak. Tugayda şimdi herkes, bunu konuşuyor.

4 Haziran 1961

Bugün ilk kez yalancı fişeklerle atış talimi yapıyoruz.

22 Haziran 1961

Saat 7 15 2. Tabur 4. Grubun yemekhane görevini yapan Yener Beyle çadırdaki boş bir masada oturuyoruz. Bulunduğumuz düzlük çevre, düzgün sıralı akasya ve kavak ağaçlarıyla kaplı. Hepsi gölgelerinde konuk kabul edecek kadar boy atmış. Burası, yemek saatinin yaklaştığı şu saatlerde oturulabilecek en güzel alan. Tüm yedek subay adayları bu ağaçların altında oturuyorlar. Göz alabildiğine geniş bir alan. Ağaç altında yer bulamayanlar, çadırların yanı başında uzayıp giden yolda bir öteye bir beriye yürüyorlar.

Masalara zeytin ve sana yağı dağıtılıyor. “Bugün on kişiye beş sana vermişler.” diyorum Yener Beye. O da “Benim zaten yağa ihtiyacım yok. Erin birine veririm” diyor. İşte bir de Amerikan peyniri dağıtılıyor. Yener Beye yine soruyorum: “Yer misin?” “Oyyy!..” diyor bu kez de. Kimi gruplar, sabırsızlanarak çadırlara dalıyorlar.

Saat 8 00. Bizim grup eğitim alanındaki yerini alıyor. Öbür gruplar da silah omuzda, sıralı biçimde akın akın gelip yerlerini alıyorlar. Yaya eğitim istasyonu, geniş bir alan. Orta yere hoparlörlü bir düzenek kurulmuş.

Yukarıdaki satırları yazarken Tugay Komutanının komutuyla 5. Tugay ayağa kalkıyor ve satırlarım yarım kalıyor. 1. kısım; yani bizim kısım, mekanik eğitim bilgileri almak üzere, mekanik istasyonunda bulunuyor.

On dakika önce verilen istirahat bitince çavuş, derse başlıyor. Saat 9 50. Türk piyade tüfeğinin adedî bilgilerini öğrendikten sonra tüfek çatarak dinleniyoruz. Çavuş bir konuda iki sözcük söyledikçe onları papağan gibi bize yinelettiriyor.

10 40. Yine dinlenme. Sonra aletle nişan alma istasyonundan kabza kavrama istasyonuna geliyoruz. Ardından yine dinlenme. Kızgın güneş görevini başarıyla yerine getirirken eğitim alanındaki hoparlörde şarkı söyleyen arkadaşları dinliyoruz. Bu satırları, dizimin üstünde yazıyorum.

Koğuşların üst tarafındaki hafif eğimli arazide askerler, gruplar halinde ilerliyorlar. Her grup, değişik askerlik dersi görüyor. Tugayın ortasından geçen Ankara yolundan sık sık otobüsler gelip gidiyor.

Esas duruşu, çökmeyi, kalkmayı, yürürken ve dururken selam vermeyi, eğitim vaziyeti almayı öğreniyoruz. Saat 17 00’da eğitim sona eriyor. Kan ter içinde koğuşa dönüyor ve teçhizatı çıkararak biraz ferahlıyoruz.

23 Haziran 1961

Saat beşte ayaktayız. Şimdi saat altıyı çeyrek geçiyor. Bütün arkadaşlar yorgun görünüyor. Koğuşun önündeki yangın yerini çevreleyen betonun üzerinde oturuyoruz. Orada yer bulamayanlar, yere uzanıyorlar. Toz toprak artık etkilemiyor kimseyi. Zira “yat-kalk” var askerlikte.

Saat 9 00-10 30 arası, yalnızca tüfekle yerinde dönüşlere çalışıyoruz. 1, 5, 50, 100 kez… Sayısı belli değil. Güneş altındaymışsınız, toz duman içinde kalmışsınız, fazla umursamıyoruz.

Saat 11 00. Ayakta bir süre daha dayanıyoruz. Komutanlar, selam ve disiplin üzerinde konuşuyorlar. Ben de bu notları, kütüklüğün üzerinde yazıyorum. Tabur ve gruplara ayrılırken öğretmen, lise ve sanat okulu mezunlarını ayrı ayrı dağıtıyorlar. Buna göre 2. tabur, tümüyle öğretmenlerden oluşuyor.

Komutanlar konuşurken sıklıkla bizim aydın oluşumuzdan, bize yapacakları en küçük uygunsuz davranıştan üzüntü duyacaklarını belirtiyorlar. Bizim iki kutsal görevi bir arada yürüttüğümüzü anlatıyorlar. Kısaca, daima iyi niyet görüyoruz. Teğmenimiz Hasan Sönmez, bir şey anlatması gerektiğinde hemen “Çök!” emrini veriyor. Tüm isteklerimizi dinliyor. Ancak bütün bunlara karşın sıkıcı, askerlik. Sabah, öğle, akşam paydoslarında sıcak su akan çeşmeler, hıncahınç doluyor. Kimi belden yukarısını yıkamaya hazırlanıyor. Çoğunluk ise arkada sıra bekliyor.

İlk günler, alışamıyoruz sıcak suya. Bu sudan bardak bardak içiyoruz; ancak susuzluğumuzu gideremiyoruz. Bu kez çayhanelerde bazen bulabildiğimiz dondurmalara, gazozlara saldırıyoruz büyük bir açgözlülükle. Çarşıya indiğimizde de öyle. Çok sıcak havada soğuk şeylere saldırmadan mı nedense, bir soluk darlığı başlıyor bende. Kimi zaman soluğum daralıyor. Bugün biraz daha rahat duyumsuyorum kendimi. Viziteye çıkayım, diye düşünüyorum birkaç kez. Ancak arkadaşlar hastaneyi eğitimden kaçanların doldurduğunu, bunun için doktorun doğru dürüst bakmadığını söyleyince hastaneye gitmekten vaz geçiyorum.

Öğleden sonra aşı olacağımız söyleniyor. Nedense eğitime çıktık yine. Bir saatten beri tekmil veriliyor. Şimdi de yataktaki yorgunluklarımızın çıkması için (!) on dakika istirahat veriliyor.

Güneş, dağların ardına süzülmek üzere. Hafif eğimli arazide, yüzümüz güneye dönük olarak gölgelerinde oturulabilecek boydaki çınarların dibindeyiz yine. Kafilemiz, Servet, Adem, Ekrem ve Tacettin’den oluşuyor. Hava biraz serinliyor. Kollarımız ağrımaya başlıyor. Çınarlara bakınca Ekrem’le ben, köydeki bahçelerimizi anıyor, geçen günkü ilginç konserden, sanatçılardan söz ediyoruz.

24 Haziran 1961

Sabah 8 50. Basit arazi istasyonunda temizlik düzeni alıyoruz. Ateşim çok fazla. Çoğu arkadaşın da öyle. Dünkü aşının etkisi. Herkeste bir isteksizlik. Bugün istirahatli olacaktık sözde. Tekmil yerinde yine bir saat ayakta dikiliyoruz. Askerlikte bireysel rahatsızlıklara kulak asılmıyor pek.

Dün akşam, burada ay ışığında Ekrem’le saatlerce oturmuştuk. Ortak dertlerimizden söz açmış, onları anlata anlata bitirememiştik. Kişisel dünyamızda tamamı tamamına aynı yaralar varmış meğer. Bunları uzun uzun anlatmakla biraz rahatlıyoruz.

25 Haziran 1961

Bugün Tugayda elektrikli bir hava var. Vakit akşamüzeri. Amasya gazetelerinden biri, yedek subay adaylarının şehirde gayri ahlaki hareket ettiklerini, sarkıntılık yaptıklarını yazmış. Bunu gören arkadaşlar, gazeteyi asılı olduğu yerden indirmişler. Hava gerginleşmiş. Ancak başka herhangi bir üzücü davranış görülmemiş. Bu haber üzerine otobüslerin boykot etmeleri nedeniyle, kente inmiş olanlar, kışlaya yaya olarak dönmek zorunda kalıyorlar. Bu olay, gruplarda saatlerce tartışılıyor.

26 Haziran 1961

Öğleye dek muharebe eğitim alanının çeşitli istasyonlarında çalışıyoruz. Gündüz düşmana yaklaşma istasyonunda yerde sürünerek ilerleme talimi yapıyoruz. Emekliyor, yuvarlanıyoruz, savaşta imişiz gibi. Bütün bunlar, karşımızda bir düşman bulunduğu varsayılarak yapılıyor. Düşmanlıklar dostluğa dönüşse bunlara gerek kalmayacak.

Şimdi yine aletle nişan alma istasyonundayız. Öğleden sonra Kadir Teğmenin emrindeyiz. Kadir Teğmen, beyefendi bir subay; bize çok iyi davranıyor. Şu sıcak sulara da alıştık adamakıllı. Şimdi içmezsek bile oluyor.

Askerliğin, anlamsız görünen bekletme anlarının can sıkıntısından kurtulma çaresini kitap okumada buluyorum. Çarşıdan Aldığım Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını okuyorum, böyle anlamsız bekleme zamanlarında. Gürültüde çok sağlıklı olmuyor bu okumalar; ancak yine de sıkıntımı dağıtmış oluyorum.

 27 Haziran 1961

Bu sabah eğitimden önce Tabur Komutanı Cemal Tosun, kentte ve Tugaydaki tutum ve davranışlarımızın eleştirisini yapıyor. Yedek subay adaylarının Amasya olayından, Tugay’daki konser sırasında yaşanan üzücü davranışlara değiniyor.

Bugün özel eğitim alanında A, B, C komitesinde çalışıyoruz. Saatte bir istasyon değiştiriyoruz.

29     Haziran 1961

3.Ordu Komutanı Refik Yılmaz geliyor. Saat 9 30. İki gündür Tugayda olağanüstü bir hazırlık var. Ağaç gövdeleri kireçleniyor, mıntıka temizliği yapılıyor, yataklar kabartılıyor, daha düzgün yapılmasına özen gösterilmesi isteniyor, yemekler düzenli çıkıyor.

Her grup Komutanı, grubuna akşamları direktif veriyor. Tugay bugün pırıl pırıl. Görülmedik bir canlılık var Tugayda. Gelişimizden bir hafta öncesine dek büyük bir sıkıntı yaşanıyor. Soluk darlığı duyuyor, sıkıntılı günler yaşıyorum günlerdir. Soluk çevirememe kaygısıyla ruhsal bunalım geçiriyorum uzunca bir süre. Neyse ki, geşiyor, o karabasan benzeri rahatsızlığım.

Akşam, 9 00-11 00 nöbetimi bitirdikten sonra çeşmede soğuk su ile banyo yapıyorum. İki haftadan bu yana yıkanmamıştım.

Uzmanlık ve Öğretmenlik Eğitimi
Uzmanlık (ihtisas) eğitimi için Amasya’dan Samsun’a geçiyoruz. Orada İhtisas Taburunda bir ay askerlikle ilgili uzmanlık eğitimi almaya başlıyoruz. Onun ardından Öğretmenlik Mesleki Kursu başlayacak.

27 Mayıs 1960 İhtilalini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi, bütün ülke çocuklarını okla kavuşturmak amacıyla bir eğitim seferberliği kararı alıyor. Bütün ilkokul öğretmenlerini öğretmen yedek subay adayı; lise ve sanat okulu mezunlarını da yedek subay öğretmen adayı olarak askere alıyor. Bunlara ilk yılın yaz aylarında bir aylık er eğitiminden sonra bir ay uzmanlık eğitimi, bir ay da öğretmenlik eğitimi vererek 1961-1962 öğretim yılında, öğretmenleri, çalıştıkları köylerde öğretmen yedek subay; lise ve sanat okulu mezunlarını da öğretmeni bulunmayan köylerde yedek subay öğretmen olarak görevlendirmeyi kararlaştırıyor.

Ertesi yaz, kışlalarda yine askeri eğitimin devamını tamamlattıktan sonra ikinci yıl da okullarda öğretmenlik yaptırdıktan sonra askerliklerini tamamlatmayı planlıyor. Ancak ilk yaz yapılan askeri eğitimde çok kalabalık grupların kışlalarda eğitimleri sırasında yaşanan sıkıntı ve zorluklar nedeniyle ertesi yaz uygulanacak askeri eğitimden vazgeçiliyor.

Askerlik döneminde öğretmenlerden bir de çalıştıkları yerlerdeki okuma yazma bilmeyen yetişkinler için akşamları okuma yazma kursları açılması isteniyor. Bu amaçla bizim mahallede okuma yazma bilmeyenleri araştırıyorum. Yalnızca altı kişinin okuma yazma bilmediğini saptıyor ve onlar için kurs açıyorum. İkinci yılın sonunda da askerlikten yedek subay olarak terhis ediliyorum.

Biz öğretmenlere kurs veren meslek dersleri öğretmenleri, biraz daha zorlanıyorlar. Çünkü öğretmenlikten gelmemiz dolayısıyla öğrenme-öğretme konusunda birçok sıkıntı yaşamışız ya da duraksama geçirmişiz. Bir gün, iyi bir öğretmen izlenimi veren bir öğretmenimize “Öğrenciye dayak atılmalı mı atılmamalı mı?” diye soruluyor. Çünkü o yıllarda okullarda dayak, adeta bir eğitim aracı gibi uygulanıyor. Öğretmenimiz, biraz durakladıktan sonra bu soruya “Dayağa ara sıra bir eğitim çubuğu olarak başvurulabilir.” yanıtını veriyor. Ne yazık ki öğretmen bu yanıtıyla dayağı meşrulaştırmış oluyor.

Samsun’da askerlik daha rahat geçiyor. Bir grup arkadaş, Tabura yakın yakın bir mahallede bir oda kiralıyoruz. Cuma günü akşamüzeri kışladan çıkınca odamıza geliyor ve orada sivil giysilerimizi giyerek Samsun’a iniyoruz.

Her hafta bir geceyi Yener Beyle kıyıda bulduğumuz güzel bir otelin iki kişilik odasında geçiriyoruz. Pazar günü akşamüstü yapılacak tadada yetişmek üzere, odamızda asker giysilerimizi giyerek kışlaya dönüyoruz.

Öğretmenlik Kursundan Günlüklerime yansıyanlar
21 Ağustos 1961

Bugün, Öğretmenlik Meslek Kursları başlıyor. Dersten önce karargâh binası önünde mesleki çalışmalara başlangıç olmak üzere bir tören düzenleniyor. Törende aylardır özlemini çektiğimiz duygularımıza seslenen bir konuşma dinliyoruz. Samsun valisi, Tabur komutanı, kurs müdürü ve bir arkadaş konuşuyor. Öğretmenlik ülküsünden söz ediliyor.

İlk dersimiz, Eğitim Psikolojisi. Hocamız Aydoğan Ataünal. Dersi sunduktan sonra bizim dileklerimizi sorunca arkadaşlardan kimisi, iki ay içinde bizi ruhsal açıdan ezen komutanların incitici davranışlarına değiniyorlar. Dertlerimizin, gereksinimlerimizin dinlenmediğini, yemekhanenin, yatakhanenin pisliğini, perişanlığını, oturacak bir sandalyemizin bulunmadığını dile getiriyorlar. Bizim şu sıkıcı ders konularından, çocuk gelişiminden önce ruhsal desteğe gereksinimimiz olduğunu vurguluyorlar. Ataünal’ın öğretmence yaptığı konuşma önerisi, arkadaşların içlerini dökmelerine yol açıyor. Duyumsadığım sert askerlik disiplin anlayışının, beni de kimi olumsuz duygular geliştirmeye zorladığını duyumsuyorum.

24 Ağustos 1961

Dün teslim aldığım dokuzuncu ve ikinci dersliğe ait kitaplığı, dersliğimiz olan dokuzuncu dersliğe taşıyoruz. Ancak bu kitaplığın gece güvenliğini kimin sağlayacağı bilinmiyor. Bunu nöbetçi subay yüzbaşıya soruyorum; ancak doyurucu bir yanıt alamıyorum. “Bu, Taburun işi.” diyor. Şu saatte sabah saat altıda barakaya geldiğimde bir askeri, önde sahne biçimindeki yüksek yerde tahta üzerinde, kitaplığın yanı başında yatarken görüyorum.

Bu görüntüyü görünce, iki gün önce müzik dersine girdiğimizde, sertçe içeri girip azarlar, tehdit eder gibi konuşup bizi küçük düşürücü sözler söyleyerek çıkan Tabur komutanımızı anımsıyorum. Bir de aynı akşam, tadat sırasında bizim grup olan 4. Grup binbaşısının, arkadaşların gürültü yapması üzerine “Burayı karılar hamamına çevirmeyin!” deyişini; gürültü sürünce de “Babanızın ağzına dedirtmeyin!” sözünü.

Grup binbaşısının sözleri, bizde bir yandan düş kırıklığına bir yandan da elektriklenmemize yol açıyor. Onurumuz kırılıyor. Gruptan bir “Yuh!” sesi yükseliyor, düşüncesizce. Onun üzerine binbaşı hoparlörde büsbütün köpürüyor; bağırmaya başlıyor. “Erkek olan çıksın! Yuh diyenlerin kanından şüpheleniyorum.” diyor.

Bunun üzerine bizim grubu ve II., III. Grubu tadattan sonra orada tutuyor. Daha sonra birkaç arkadaş komutanın yanına gidiyor ve özür dileyerek, bir yanlışlık yapıldığını, bağışlanmamızı istiyorlar. Komutanı uzun bir süreden sonra yatıştırılıyor.

Üç gündür ders yaptığımız kurs öğretmenlerimizle ders yaparken insan olduğumuzu, insan yerine konulduğumuzu algılıyoruz. Bizi azarlayan o komutan dün sabah bize yumuşak tonda bir konuşma yapıyor.

7 Eylül 1961

Geç yatıp sabaha kadar da uyuyamamanın ve 6 30’da kalkma zorunluğundan ötürü uykusuzluğun kafamda oluşturduğu uyuşukluğu yaşarken yüzümü yıkamak için indiğim çeşme başında toplanan ve aralarında konuşmakta olan gruplar gözüme çarpıyor. Kulak kesilince konuşulan konuyu duyuyorum. Aşağıda kentte birkaç kişi yakalanıyor. İnzibat dairesine ötürülerek bıyıkları ve saçları kesiliyor. Kendilerine küfrediliyor ve “Siz öğretmenler komünistsiniz!” deniyor. İfade almakta olan inzibat yüzbaşısı “Çocuğumu güvenip okutmak için size göndermem.” diyor. Onlardan birisini bayıltıncaya dek dövüyor. Öbürlerinin de giysilerini çıkarttırarak don gömlek, gece Tabura gönderiyor. Bu olay, kısa sürede bütün Taburda duyuluyor.

Sabah toplantısında gruplara konuşan Tabur komutanı, “Her grup birer temsilci göndersin. Öbürleri dershanelere!” diyerek sözünü bitiriyor. Bir süre kimsenin kımıldamıyor; ancak sonra herkes derslere gidiyor. Herkesin kafasında bu konu olduğu için bugünkü derslerde konu, yalnızca bu oluyor. Öğle yemeğinde her yemekhaneye bir binbaşı gelerek bizi yatıştırmak amaçlı konuşmalar yapıyorlar. Bugüne dek bize her zaman hoşgörülü davrandıklarını, onlara ve bize o sözlerin söylenmediğini belirtiyorlar. Kimi arkadaşlarla karşılıklı tartışmalar oluyor. Öğretmene o küfürlerin edilemeyeceği, komünist denemeyeceği, hakaret edilemeyeceği, suç işleyenlerin adli kanallarla cezalandırılması gerektiği söyleniyor.

Gruplardan birinde konuşan binbaşının yanında, akşam arkadaşları yakalayan teğmen de bulunuyor. Karşılıklı birçok tartışma ve savunmadan sonra bir arkadaş, teğmene “Sizin bir gece dersinde 4. Gruba devrim aleyhinde ve Türkeş lehinde konuştuğunuzu ispat edersem ne dersiniz?” deyince yedek subay adayları topluluğundan bir gürültü yükseliyor. Teğmen kızarıyor, gözlerinin dolduğu, dudaklarının titrediği görülüyor. Binbaşı, onun ayrı bir konu olduğunu söyleyerek arkadaşı konuşturmuyor. Ancak binbaşı ve teğmenle onur ve şerefle oynandığı konusundaki konuşmalar sürüyor. Tümü öğretmenliğin kutsallığına inandıklarını, bize güvenleri olduğunu söylüyorlar. Teğmen, “Aşağı inmek, sivil inmek yasak olduğu halde kaç kez cumartesi ve pazar günleri sizi orada gördüm ve selamlaşıp geçtik. Müsamaha etmedik mi? Ancak akşamki olay, bardağı taşıran son damla oldu.” diyerek kendisini savunuyor. Yarın 7 30’da Sivas’a gidecek olan Tabur komutanı, gitmeden önce bu konuda bizi aydınlatacağını söylüyor.

Bütün bunlara karşın Milli Eğitim Bakanı Ahmet Tahtakılıç’ın da bulunduğu 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda çok parlak bir resmi geçit yapıyoruz. 1500 kişi olarak Samsun caddesini boydan boya kaplayan yedek subay adayları, uygun adımlarla yürüyoruz. İrfan ordusu tek yürek oluşunu bir kez daha kanıtlıyor. Arkadaşların yaptığı bayram konuşmaları da beğenilerek dinleniyor. Ertesi gün Tabur komutanı, Samsun’da geçmiş yıllarda benzeri görülmemiş bir resmi geçit yapıldığını, Milli Eğitim Bakanının da çok beğendiğini belirterek bize çok teşekkür ediyor.

14 Eylül 1961

Mesleki Kursu izlediğimiz dokuzuncu dershanedeyiz. Saatin 11 00 olduğu şu saatte sınıf bomboş. Oysa bugün de iş gününün içinde. Sabahın 8 00’ında burada toplandık. Belli ki bugün ders yapılmayacak. Bir yandan Kurs belgelerimiz dağıtılırken bir yandan da yaşlı Kurs Müdürümüz içten bir konuşma yapıyor. Öğretmenliğe bütün kalbiyle bağlı olduğunu belirttikten sonra konuşmasında şunları özellikle vurguluyor:

Öğretmenin üç silahı vardır:
1.Kesin kararlılık (azim)
2.Ele alınan işi sonuna dek sürdürmek (sebat)
3.Girişimcilik (cesaret)

Bizi başarıya bu üç silah götürebilir. Bu silahları kullandıkça korkmayın, yılmayın. Kesinlikle başarırsınız. Eğer köyde sözü geçen Ahmet Ağa çocuğunu okula göndermemekte ısrar ediyorsa, Ahmet Ağanın kalbini kazanmayı bilmelisiniz. Eğer bir öğretmen öğrenciyi sevmiyor, öğrencileri ayırıyor, çevre halkını sevmiyorsa, ö öğretmenin başarı sağlaması olanaksızdır.

Size on gün izin verildi. Eylülün on altısından yirmi altısına kadar izinlisiniz. Bu günlerinizde dinlenin; gazete bile okumayın. Gerek sıkı askeri eğitim sırasında gerekse Mesleki Eğitim Kurslarında hayli yoruldunuz. Bu yorgunluğu çıkarın. Ondan sonra da kendinizi yıpratırcasına çalışmayın. Planlı ve kendinizi fazla yormadan çalışın. Öğretmenler, bu yurdun özverili insanlarıdır.

Yarın eşyalarınızı teslim edip ilişiğinizi kesecek ve cumartesinden başlayarak izinli sayılacaksınız. Gelecek yıl askeri eğitim için yine buraya geleceksiniz; biz gelmeyeceğiz. Bizi unutmamanızı istiyoruz. Bunları söylerken ak saçlı öğretmenin gözleri doluyor. Biraz bekledikten sonra şunu ekliyor sözüne: Size adresimi söyleyeyim: Konya Kız İlköğretmen Okulu Meslek Dersleri öğretmeni Rıfat Oktay

Üç aylık acı gerçekler yarın son buluyor. Öbür gün kışla yaşamına elveda diyeceğiz. İnsan, ne kadar kötü koşullar içinde yaşarsa yaşasın, o günler bittiğinde yaşam ağacımızın dal ve yapraklarından olan o günlere yine de şöyle bir bakıyor.

Samsun’da Her cumartesi gecesi kaldığımız Saathane Meydanı Otel ve Kıraathanesi, bizim bir gecelik evimiz oluyor. Yener Bey ve Ekrem’le birlikte gezmekle geçiriyoruz pazar günlerini. Gece sinemada, gündüz de parkta, caddelerde, pazar yerinde, çay bahçesinde oluyoruz.

İki yerde de ay sonunda sınav yapılıyor. Sınavlardan iki gün önce sorulacak test sorularına çalışıyoruz.

29 Eylül 1961

Samsun’daki son gecemi otelci Hüsnü Bey’in tek yataklı otel odasında geçiriyorum. Saat 20 00’da okunacak Yassı Ada kararlarını dinlemeye yetişmek için aceleyle banyodan çıkıp yatağıma girerek konsolun üstündeki radyomu açıyorum. 15 idam, 31 müebbet hapis, yüz küsur beraat, çeşitli hapis cezaları. Ertesi gün Ankara’dayız. Tarihi Ankara Kalesine çıkarak oradan Ankara’yı seyrediyoruz.

Bugün de özlediğim köyümdeyim. Öğretim yılı başı işlerine sarılıyorum.

1 Ocak 1962

Birinci dönemin son günü bugün. Çok kez elimde olmadan kırdığım, incittiğim yavruları dinlenme tatiline uğurladık. Her birinin tertemiz, ışıklı bir dünyaları var. Onları anlamak, onların gereksinimlerini en iyi biçimde karşılamak geçiyor zihnimden sıklıkla. Ancak kimi iç ağrılarım nedeniyle, olmak istediğim öğretmen olamıyor ve onları incitiyorum. Bu yüzden, duyarlı olmak yerine sert bir öğretmen oluyorum kimi zaman. Oysa ben, o değilim.

4 Mart 1962

Öğretmen odasında yalnızlığımlayım. Kafamda yapmak zorunda olduğum birçok iş! Onların rahatsızlığını duyuyorum. İşlerimi bir düzen içinde, planlı biçimde yürütmem gerekirken, çoğu kez başaramıyorum bunu. “Öğretmen ve Öğrencilerde Okuma Zevkinin Geliştirilme Yolları” adlı etüt çalışmasının grup başkanı olarak tek satır karalamadım şu ana dek. Bu çalışma, yıl sonuna yetişecek. 8 Nisan’da Ardanuç-Şavşat öğretmenleri arasında yapılacak “Bireyin gelişmesinde etken olan okul eğitimi mi aile eğitimi midir? konulu münazarada Ardanuç ekibinin üyesi olarak okul eğitimini savunacağım. Bütün bu işler için yoğun bir çalışmaya girişmem gerekiyor.

Düşünüyorum da bugüne dek şöyle ciddi bir çalışma yapmadığımı görüyorum. Gerçi staj dönemimde kimi zaman geceli gündüzlü çalışmalarım oldu. Ancak onlar da daha önce ertelenen işler yüzünden yapılan çalışmalardı. Bu kez, düzenli bir çalışmayı denemek zorundayım. Şakası yok bu işlerin. İlkinde bir grubun; ikincisinde de bir ilçe öğretmenlerinin başarısı ya da başarısızlığı söz konusu.

Ardanuç ve Şavşat Öğretmenleri Arasındaki Münazara

Denetmenimiz Hesabali Turan’ın girişimi ile Ardanuç ilkokul öğretmenleriyle Şavşat ilkokul öğretmenleri arasında bir de münazara düzenleniyor. Münazaraya Ardanuç’tan üç kişi; hazır cevap Sadık Ağabey, Rasim Bakırcı ve Dilaver Dede seçiliyor. Çalışmaların bitiminde sözcülük görevi de verilen Sadık Ağabey ile Rasim Bakırcı asıl üye; Dilaver Dede de yedek üye olarak belirleniyor.

Bizim konumuz: Okul Eğitimi Aile Eğitiminden Daha Etkilidir

O zamanki bilinç düzeyim ve eğitim anlayışım çerçevesinde, denetmenimizin kezlerce yaptırdığı alıştırmalar sonucunda aşağıdaki savunma metnini hazırlıyorum. Denetmenimiz., hazırladığımız metinleri yarışma sırasında her olasılığa karşı elimizde bulundurmakla birlikte, konuşma yapar gibi ezberlememizi sağlıyor. Biz de konuşma sıramız geldiğinde dinleyicilere, o anda aklımıza gelenleri söylüyormuşuz gibi sunuyoruz, bu metinleri. 8 Nisan 1962 günü Şavşat’ta, ortaokul temsil salonunda Ardanuç- Şavşat ekipleri arasında yapılan münazarada şu metni sunuyorum:

Sayın jüri üyeleri, değerli dinleyiciler ve aile eğitiminin okul eğitiminden daha etkili olduğunu savunan arkadaşlarım!

Biz, karşınızda savunmasını yaptığımız tezin esin kaynağını, okul denen sevecen ve sıcak yuvadan aldık. Şu anda okulun sizde oluşturduğu gizemli havayı soluyor, bakışlarınızda onun zihninize yerleştirdiği saygın, yüce izleri görüyorum.

Sayın karşı görüşü savunan arkadaşlarım! Bir an kendinizi yoklayınız: Özel yaşamınızın temel değerlerini, düşünsel etkinliklerinizin yetkinliğini, insanlık onurunu, sonuçta, her alanda elde ettiğiniz bilgi ve becerilerinizin önemli bir bölümünü okulda kazandığınızı göreceksiniz.

Bugünün insanı ve toplumu planlı, programlı, dizgeli, sürekli ve verimli bir eğitim almadıkça gelişemez, dahası varlığını bile koruyamaz. Yüzyılımızın gelişmiş ulusları o aşamaya nasıl ulaştılar, biliyor musunuz? Bunları eğitim dizgelerini, okullarını bu ana ilkelere dayandırarak başardılar bunu. Siz, isterseniz, aile etkilidir, diye evreni ayaklandırın; boşuna soluk harcamış olacaksınız. Ulusumuzun geleceğinin Milli Eğitimimizin başarısına bağlı olduğu ve bunun, üzerinde tartışılamayacak bir konu durumuna geldiği, büyük yurttaş topluluğunca anlaşılmış ve düşüncelerdeki saygın yerini almıştır.

Okula, ışığa kavuşamamış on yedi binden fazla Türk köyündeki 2 milyona yakın çocuk, bugün, bu sonucun acı gerçeği elinde oyuncaktır. Aileler, bu yavruları, savunduğunuz etkin aile eğitimiyle bugüne kadar bilmezliğin elinden kurtaramadı. Uluslar arasındaki yerimiz, 43. sırada. Bu 43 rakamını küçültmek gerek. Ama ne ile? Aile eğitimini savunmakla değil elbette.

Size, okul eğitimi dışında kalmış, maddi ve manevi yapısı yeterince gelişmiş bir birey gösteriniz desem, kesinlikle önce çevrenize bakacaksınız. Orada devlet adamının, politikacının, doktorun, mühendisin, hukukçunun, öğretmenin, işlerini başarı ile yürüten çiftçinin bile okul eğitiminden geçtiğini göreceksiniz. İsterseniz, okul eğitimi görmeyen bir yurttaşın bu konudaki düşüncesine başvurunuz. O bile, dilinin döndüğü kadar, okulun özlemi içinde, ondan yoksun kalmanın acı sonucunu dile getirecektir.

Dikkat buyurun; devletin üst kademelerinde, okul eğitiminden en çok yararlananlar; orta ve aşağı kademelerinde de az okumuşlar yer alıyor. Ya aile eğitimiyle kalmış olanlar? Onlar, ne yazık ki yalnız en alt kademelerde daha çok bedensel çalışmaya dayanan iş yerlerinde çalışıyorlar.

Sayın karşı görüşü savunan arkadaşlar! Aile eğitiminin yetersizlik derecesini şimdi siz belirleyiniz! Amerika’nın binlerce tonluk dev gemilerinden, evreni keşfe çıkan füzeye dek insanlığın hizmetine giren ne varsa, tümü okulun eseri, bilim dallarını kuşaktan kuşağa aktaran o sarsılmaz köprü, okul değil midir?

Bakınız; Hugo ne diyor? “Öğrenim, ruhlara aydınlığı getirecektir. Bundan sonra bütün gelişmeleri, okumuş olan kimseler gerçekleştirecektir. Okul, her yerde uygarlığın geliştirildiği yerdir. Okuyan insanlık, bilen insanlıktır.” diyor. Ziya Paşa da: Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm/ Dolaştım mülk-i İslamı, bütün viraneler gördüm / Etmiş orda fünun terakki/Tahsilden eyleme tevakki / Bilmek gerek ondaki fünûnu / Terk eyle taassubu cünunu / Sende eğer arsa hamiyyet / Tahsiline eyle sarf-ı himmet.” diye haykırıyor.

Siz, diyar-ı küfre gitmeyin; Anadolu’yu gezin, dolaşın! Okulsuz kalan Türk yavrusunun acıklı durumunu göreceksiniz!

Bir düşün adamımızın da “Ben, neyim varsa, önce Allah’a, sonra okula ait olduğuna inanan bir ülkenin çocuğuyum.” demekle de kesin bir gerçeğe parmak bastığını görüyoruz.

Çocuğun düzenli bir iş eğitimi, zihinsel eğitim ve öğretim görmesi, oyun ve içten gelen isteği doğrultusunda etkinlik göstererek büyümesi, çocuk eğitiminde temel ilkedir, değil mi? İşte bir yanda çocuğu bu temel ilkelerin ışığında yaşama hazırlayan okul, öte yanda, onun ufak bir yaramazlığı karşısında bile kimi yumrukla tehdit eden, kimi de şımartarak yarınki pırıl pırıl dünyasını karartan aile.

Gidiniz, ünlü eğitimcilere gidiniz ve sorunuz: Bakınız, John Locke, Kerşenstainer, Pestalozzi size ne diyecek? Ben söyleyeyim! Onlar size işaret parmaklarıyla okulu gösterecek ve “Oraya koşunuz!” diyeceklerdir.

Sayın Jüri üyeleri! Her zaman ulusal bilincin sahibi ve yaratıcısı olmalarına karşın bugün aile eğitimini savunan bu arkadaşlar, yeni bir toplum ülküsünü temsil eden okul mensubu, aziz öğretmenler ordusunun bireyleri değil midirler? Çocuğu ailenin daracık çevresinin amaçsız rüzgârlarından kurtararak ona okul denen kurumda geleceğin aydın ufuklarını bunlar göstermiyorlar mı? Bunun takdiri, elbette size aittir.

Çocukları yaşam savaşımında başarılı kılan uluslar, çocuklarını 7 yaşında değil, üç yaşında okul öncesi eğitime başlatıyorlar. Yavrularının gerektiği kadar gelişimlerini sağlayıcı önlemleri, okulda arıyorlar.

 Evet! Bugünün küçüğü yavru, insanca yaşamak için yaşamın tadını gerektiği gibi çıkarabilmek için okuyacak, bilim öğrenecek, sanat öğrenecek, beceriler kazanacaktır. Okulda edindikleri ulusal ve evrensel duygu ve düşüncelerle donanmış çelikten bir kale olacaktır. Atatürkçü genç, devrimlerin bekçisi durumuna gelecektir. Atatürk gençliği, okul eğitimi sayesinde, devrimlerin bekçileri olarak dimdik ayaktadır.

Değerli dinleyiciler! Eğitim seferberliğine, Batı ile aramızdaki mesafeyi yok etmek amacıyla çıktık. Yurt yüzeyinin okullarla donatılmasını şiddetle istiyoruz. Çünkü biliyoruz ki insanlık, ancak bilimin egemen olduğu bir dünyada mutlu olabilecektir. Okullar, yurt yüzeyine yayıldıkça Anadolu çocukları da okuyacak ve nice Fatihler, Kanuniler, Atatürkler çıkacak oradan. İşte o zaman, aile elinde ihmal edilen çocuğun imdadına koşmuş, onu bilmezliğin elinden kurtarmış olacağız.

Anadolu’nun çorak toprakları üzerinde kızgın güneşin çıkardığı buğu ile ayakları yanan, gözleri ışıl ışıl parlayan bir kuşağın çocuklarını düşünüyorum: Yırtık giysileri içinde, kendine özgü ağırbaşlılığı ve soyluluğu ile bir eli bana doğru uzanmış, “Ben, işlenmemiş bir elmasım, altınım; işle beni!” der gibi boynunu büküyor.

Biz öğretmenler, susamış bu yavruya istediği can suyunu yudum yudum tattıracağız; kıvam vereceğiz, maddi ve manevi yapısına. Elinden tutacağız onun. Bugün burada, yarın Ağrı’da, Van’da. Yurdun köy, kent demeden su isteyen, açım; doyur beynimi!” diye inleyen yavrunun imdadına koşacağız. Unutmayalım: Atatürk bize, “Yeni kuşağı siz yetiştireceksiniz; yeni kuşak sizin eseriniz olacaktır.”; “Ulusları kurtaranlar, yalnız ve ancak öğretmenlerdir.” diyor.

Yakın geçmişimize bakalım. Eğer dünkü Osmanlı anlayışı bugün tarih olduysa bu, Avrupa’da öğrenim görenler sayesinde oldu. 33 yıllık baskıcı dönemi yıkarak dönemin padişahını Meşrutiyet’i ilan etmeye zorlayanlar da hep bu, okulda eğitilenlerdi. Bugüne dek bütün atılımları, okul eğitiminden geçen kişiler yapmış, eğitimsiz topluluk da onlara ayak uydurmak zorunda kalmışlardır. Tarih, bunun canlı tanığıdır. Atatürk de yeni Türkiye’yi ayakta tutan devrimleri zihinlere, okuduğu okullarda aldığı eğitimle sindirdi.

Ziya Gökalp, yıllar önce, “Güzel dil Türkçe bize / Başka dil gece bize / İstanbul konuşması / En saf, en ince bize” derken bugün birçok ilimizde dilimiz, sınırlı sayıda sözcüklerle konuşuluyor. Bizi Türk bayrağı altında birleştirecek güzel Türkçeyi Doğuya, Güney Doğu Anadolu’ya hangi aile götürecektir, lütfen söyler misiniz?

Sizin Şavşat’lı olarak yıllardır, okulu olmayan köye okul, okulu olan köylere birkaç öğretmen daha verilmesini istemeye; kazanızda lise, öğretmen okulunun da açılması için feryat etmeye hakkınız vardır. Çünkü sizi bilmezlik çıkmazından, ancak eğitim kurtaracaktır. Görüyorsunuz ki okul, yaşamımızın öncelikli kurtarıcısı, hepimizim tek umudu. Geliniz, şu umutsuz sevdanızdan vaz geçiniz! Sizin de katılımınızla, hepimiz okulu kutsayalım ve diyelim ki “Bizi sen işledin; ruhumuza canlılık, varlığımıza güç verdin!”

 Sözlerimize şairin çağrısıyla son verelim:

“Doğrulun yataktan güneş göründü
Her taraf sevince zevke büründü
Asırlar değişti, bir devirler döndü
Zil sesi geliyor koşun çocuklar!
***
Siz malzeme, öğretmen de sanatkâr
Adam yetiştirmek; budur bize yâr
Sizlerin içinde nice dehalar var
Okula, okula koşun çocuklar!”

En büyük eğitim yuvası okulun manevi huzurunda eğilir, hepinizi saygıyla selamlarım!

Dönüşte, Ardanuç’ta otelde gece uymadan önce şunları yazıyorum, münazara metnimin arka yüzüne:

8 Nisan 1962, saat 23 00. Ardanuç’ta, Eğitmen Şevket Efendinin otelinin 2. katındaki odamdayım. Odanın ortasından aşağıya doğru sarkan ampulün çevresinde bir sinek, kimi zaman daire, kimi de elips çizerek dönüp duruyor.

Şavşat’tan döneli 3 saat oluyor. Onun ötesinde bağlamalı, darbukalı, şarkılı, şenlikli tatlı bir yolculuk var. Şavşat, sözcüğün tam anlamıyla şirin bir kasaba. Hafif eğimli bir arazide güneye ve doğuya doğru yükseliyor. Yeni yapılardan çok, o eski ahşap evler daha çok ilgimi çekiyor. Bir dönemin tanıkları gibi duruyor onlar. Ötede beride ufacık derecikler var. Daha ötelerde taze yeşil çam ağaçları, yamaç yukarı birbiriyle yarış edercesine yükseliyorlar. Burası ormanlık bir alan. Yaşar Kemal’in anlattığı Anadolu bozkırları ile karşılaştırılamayacak bir görünüm. Yaşar Kemal, buraları görse, öyle sınıyorum ki bu güzellikleri anlata anlata bitiremez. Bu kasabanın güzelliklerinin görkemliliği, ancak görülerek kavranılabilir.

Dün akşam, Ardanuç ekibimizi Şavşatlı öğretmenler, olağanüstü bir konukseverlikle karşıladılar. Sıcak bir hava içinde, çok sıcak ve etkili konuşmalar geçti aramızda. Bir öğretmen, beni allak bullak eden güzellikte bir konuşma yaptı. Sanat-edebiyat dünyasından hiç duymadığım öyküler anlattı. Şirazlı Hafız’ın yârinin yanağındaki bir ben için bütün Acem mülkünü feda etmesine kadar çarpıcı şeyler söyledi. Yanımdaki arkadaş, bu öğretmenin, yarınki münazarada görevli olduğunu söyleyince benim yarına yönelik kaygım daha da arttı. O akşam avukat Şadi Beyin evinde konuk olduğumuzda bir türlü uyku tutmadı beni. Oysa Hesabali Bey, bizi çok iyi çalıştırmıştı. Metinlerimize son biçimini verinceye dek defalarca değişikliğe uğrattık metinlerimizi. Konu ile ilgili ne kadar kitabım varsa onları taramış; sürekli okuru olduğum Cumhuriyet gazetesinde okuyup beğendiğim ve kesip sakladığım kaç makale, deneme varsa; Varlık, Köy ve Eğitim, Eğitim Hareketleri dergilerinde okuyup etkilendiğim kaç yazı varsa bütün bunlardan yararlanarak hazırladım, yukarıdaki metni. Hesabali Bey de beğendi sonunda bunu. Metnimizim her tümcesini hangi vurguyla söylememiz gerektiğine varıncaya dek kesinliğe kavuşturduk. Metinlerimizi ezberlememizi; ama metni sunum sırasında her olasılığa karşı elimizde bulundurmamızı anımsatmayı bile unutmadı. Çok etkili bir savunma metnim var yanımda. Dahası o metni ezbere söyleyebiliyorum. Buna karşın bir türlü söküp atamadığım o özgüvensizlik duygusu, sarsıp duruyor beni. Bu denli iyi hazırlanmış olmama karşın uykum kaçtı, akşam o beyi dinleyince.

Uykusuz bir gecenin sabahında başlayan münazaranın ilk konuşmacısı olarak o öğretmenin konuşmasından sonra hayli rahatladım. Çünkü bu öğretmenin, hiç de tutarlı bir savunma yapamadığını gördüm. Kendine fazla güvenenlerin kendilerine hazırladığı tuzak olsa gerek, bu. O güvenle sıram geldiğinde, uykusuzluğuma karşın, ön hazırlıktaki başarımımı karşımdaki izleyicilerin yarattığı güçle yok ederek etkili bir konuşma yaptım. Sözcümüz Sadık Ağabey hem konuşması hem de sonunda ekibimiz adına o ustaca hazır cevap yeteneği ile eleştirilere karşı çok etkili bir savunma yapınca ben, kesin kazandığımızı düşünmeye başladım.

Biraz sonra Jüri başkanı olan Milli Eğitim Müdürü Galip Aköz, yanılmadığımı gösteren konuşmasını yapmakla kalmadı, benim münazaranın hatibi, Sadık Ağabeyin de münazaranın sözcüsü olarak seçildiğini duyurdu.

Alkışlardan sonra toplantı son buldu. Hesabali Bey, Münazara ekibini evine götürdü ve eşi bize “Hoş geldiniz!” dedikten sonra “Beyimin tarafı kazandığı için çok sevindim; fakat ilçemizin ekibinin kaybettiği için de üzüldüm.” dedi. Bize çay ve baklava ikram etti.

İl Milli Eğitim Müdürü, bu münazaranın Artvin merkezde yinelenmesini istiyor, denetmenimizden ve Şavsat yetkilisinden. Ancak Hesabali Bey, münazaranın yinelenemeyeceği biçimindeki haklı karşı görüşünü söyleyince, Milli Eğitim Müdürü, bizim grupla Artvinli öğretmenlerden oluşan bir ekip arasında merkezde bir münazaranın yapılmasını istiyor. Bu gerçekleştiriliyor; ancak orada, Şavşat’taki başarımımı gösteremiyorum. Çünkü hem konu ilgimi çekmiyor hem de hazırladığım metin içime sinmiyor. Nitekim münazara da beraberlikle sonlan.

19 Nisan 1962

Kişisel sorunlarımın etkisinden kurtularak her zaman gönül rahatlığı ile ders yapmayı sürdüremiyorum. İsteyip de yapamamanın gerginliğini yaşıyorum. Bu, öbür resmi görevlerimi de etkiliyor. Neyse ki Şavşat öğretmenleriyle yaptığımız münazarayı ekip olarak kazanmanın ötesinde münazaranın hatibi olarak seçilmem, münazara için gösterdiğim çabanın yorgunluklarını unutturuyor. Şimdi o ruhsal güçle baharın ruhumda yarattığı esrikliği bir yana bırakarak etüt çalışmasını ve yıl sonu işlerini de bir an önce yoluna koymam gerektiğini düşünüyorum. Bu günlerde bir de her gün, yıl sonu müsameresinin provalarını sürdürüyorum.

Bir Öğretim Yılının Daha Sonu
13 Mayıs 1962

Dün, öğretim yılının son gününde ayrılığın hüznünü yaşıyoruz.15 öğrencinin daha ilköğretimini tamamlıyoruz. Benliğimizden birer parça kopmuş gibi bir duygu sarıyor içimizi. Dün yılın son konuşmasını yaparken bir ara sözü okulda geçen acı tatlı günlerimize getiriyorum. Biz öğretmenlerin bütün öğrencilerimizi güçlü bir duyguyla sevdiğimizi anlatmak istiyorum ki sözüm boğazımda düğümleniveriyor. Çünkü tam o sırada iki öğrencimin sessiz gözyaşlarının yanaklarını ıslatmakta olduğunu görüyorum. Bu görüntü benim gözlerimin de yaşarmasına yol açınca, derin bir soluk alıp konuyu değiştirmek zorunda kalıyorum.

Ne kadar temiz, ne kadar pırıl pırıl, bu yavruların dünyaları!.. Yıl boyunca söylediğim her sözü can kulağıyla dinlemeleri, istediğim her işe soluk soluğa koşuşmaları geliyor gözlerimin önüne.

10 Elif: Söylemek istediğinizi gözünüzden okuyabilen, olağanın üstünde içli bir kız. En küçük bir uyarı karşısında bile susarak insanın gözüne anlamlı anlamlı bakan; kendisine verilen her işi yapmak için soluk soluğa didinen, anlayışlı, zeki bir öğrenci. İlköğretmen okulu sınavına girmeyi düşlüyor.
24 Nezahat: Sert mizaçlı, birazla inatçı.
31Halim salim, çalışkan; buna karşın başarı elde edemeyen dürüst bir öğrenci Nuriye.
34 Metin: Benim en yakın yardımcım. En çok görev yüklediğim başarılı, aşırı denebilecek kadar ciddi, çalışkan, gelişkin bir çocuk. Küçücük bir azar karşısında bile duyduğu utanç yüzünden sesi kısılıyor. Yıl boyunca birçok okul görevleri, okul başkanlığı yanında bir de kooperatif satış memurluğunu yürütüyor. Unutamayacağım bir öğrencim.
54 Zamanından önce olgunlaşmış durgun bir tip Ömer.
79 Latife: Tembel denecek kadar az çalışan, somurtkan bir suratla dersi izleyen bir kız. Özellikle hazırlıksız geldiği derslerde.
81 Kibriye: Zeki; ancak derslerine az çalışıyor.
87 Sediye: Çok çalışkan bir öğrenci; ne ki konuyu öğreneceğine ezberliyor.
89 Melice: Hayli gelişmiş esmer bir kızımız. Ağırbaşlı, anlayışlı, sevecen bir çocuk. Üçüncü sınıfta bıraktığımda hayli sorun olmuştu. Şimdi o soğuk havadan bir iz yok.
102 Ali Yaşar’a gelince: Dalgacı, içine kapanık, ürkek bir çocuk.
103 Öner: Işıklı gözleriyle sürekli uyanık. Sınıfın tarihçisi. Buna karşı Türkçe ve matematiğe karşı ilgisi az.
104 Kadriye: Ufak tefek yapılı; ama uyanık, çalışkan ve başarılı bir öğrenci.
106 Feryaz: Bu da sessiz sedasız, iyi kalpli; ama devamsız, hastalıklı bir çocuk.
109 Selime: Haşarı, atılgan, zeki bakışlı bir sarışın. Ancak neden çalışmamakta ısrar ettiğini bir türlü anlayamıyorum.
110 Halise: Hemen her zaman güler yüzlü. Benden de uzun boylu, çok çalışkan öğrenci. Son günlerde sık sık gözlerini yaşlı görüyorum. Nedenini sormuyorum. Çünkü biliyorum: Okumak istiyor; ancak babası göndermiyor. Üstelik bu baba, söz anlamaz cinsten bir baba.

Özelliklerine burada çok kısa olarak değinmeme bakılmamalı; her biriyle ilgili sayfalarca yazı yazabileceğim bu öğrencilerimin hepsini eksik ve tam yanlarıyla çok seviyorum.

15-25 Haziran günlerinde Arhavili öğretmenlerle Ardanuçlu öğretmenler arasında yapılacak münazarada bizim ekip, “Toplum kalkınmasında halk eğitimi, okul eğitiminden daha etkilidir.” tezini savunacak. Bakalım, bu münazarada başarımız ne olacak. Bu münazara ile ilgili çalışmamız daha zorlu geçeceğe benziyor.

 Kız Çocuklarının Okumasının Önünü Açıyoruz
Bizim köyde yıllar önce iki kız, parasız yatılı İlköğretmen okuluna gönderildikten sonra o kapı, bugüne dek bir daha açılmamacasına kapanıyor. Çünkü o kızlar için bir sürü ipe sapa gelmeyen dedikodu üretiyor, köydeki bağnaz kafalar. Bizim köyden, Cılavuz Köy Enstitüsüne de hiç kız öğrenci gönderilmemiş, köyde 1928’de ilkokul açılmış olmasına karşın. Oysa “Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkûm etmiş demektir; hüsranına ağlasın.” demiş Tevfik Fikret, nice yıllar öncesinde.

Bu engeli aşmak gerektiği düşüncesiyle çok başarılı kız öğrencilerimizi o zaman için neredeyse tek kapı durumundaki parasız yatılı kız ilköğretmen okuluna gönderebilmek için bu öğrencilerin anne babalarını ikna etmem gerektiğini düşünüyorum. Melahat Albayrak, çok zeki ve çalışkan olduğu kadar da sevgi dolu, tam öğretmen olacak bir çocuk. Annesinin bana olan sevgisi ona da geçmiş gibi. Annesi Gülinaz Hala, baba tarafından akrabam aynı zamanda ve beni çok seviyor. Ancak, çok iyi bir insan olan babayı ikna etmek, kızının bu okulun sınavlarına girmesine onu razı etmek, olanaksız. Çünkü çoğu akrabası olan mahallesinin ve köydeki yaygın genel bakışın fazlasıyla etkisinde. O nedenle Melahat’tan umut kesiyorum, içim acıyarak.

Bir de Kadriye Çelik var. O da çok zeki ve bir tek gün bile derslerini, ödevlerini aksatmadan okula gelen bir çocuk. Zorunlu nedenler yüzünden istediği düzeyde hazırlanamadığı gün bile çok rahatsız oluyor Kadriye. Evi okulun yanı başında. Aileyle ilişkilerim çok iyi. Baba Muzaffer Ağabeye açıyorum konuyu ikide bir; ama ikna edemiyorum. Bu kez, evde sözünün geçtiğini bildiğim zeki ve ateş gibi titiz bir kadın olan Altun Ablaya ısrar ediyorum bu kez. Kızının çalışkanlığının, zekiliğinin, okumak istediğimim ayrımında. O nedenle o da kızının okumasını istiyor. Ama kararsız.

Bir gün, Altun Ablaya neden duraksadığını soruyorum. “Rasim Efendi! Elin dilinden korkuyorum.” diyor. Onun üzerine “Elin sözü mü önemli, senin konuya doğru bakışın mı? El yanlış düşünüyor diye senin çocuğunun geleceğini karartmaya ne hakkın var? Gel, Muzaffer Ağabeyi de ikna et ve Kadriye’yi sınava sokalım.” diyorum. Sonuçta Kadriye’nin sınava girmesini sağlıyorum. Kadriye şimdi, emekli bir öğretmen. Belirli günlerde öğretmenini telefonla arıyor ve ona teşekkürlerini iletme gereğini duyuyor.

Yener Bey de o yıl kız kardeşini ilköğretmen okulu sınavına sokuyor. İkisi de sınavı kazanıyor. Bu olumlu adımdan sonra köydeki bağnaz kafalara, sağduyulu insanların düşüncesinin üstün geldiğini duyuyorum, köyden ayrıldıktan sonra ve büyük bir mutluluk duyuyorum. Birçok ailenin, Ardanuç’ta ev tutup anneanneleri, büyük babaları torunlarının yanına götürerek çocuklarını orta okulda okutmaya başlıyorlar. Bu, basit gibi görünen çabamı, çok önemsiyor, bu çabamla gurur duyuyorum.

Denetmenim Hesabali Turan
Hesabali Turan, başarılı ilkokul öğretmenleri ve başöğretmenlerine tanınan bir haktan yararlanarak denetmen oluyor. İlkeli, çalışkan, görevini eksiksiz yapmaya çalışan, öğretmenlerin kendilerini geliştirmeleri, eksiklerini tamamlamaları için bütün gücüyle çaba gösteren bir eğitimci. Denetimlerinde karşılaştığı önemli eksik ya da yanlışların nasıl giderilmesi gerektiği üzerinde durarak hepimizin o açıklamalardan payımıza düşeni almamızı sağlamaya çalışıyor.

Öğretmenin, ülkemizde ve dünyada olan biteni günlük bir gazeteden izlemesi gerekliliğine inanıyor. Bu bağlamda her öğretmenin bir gazete okuru olmasını istiyor. Bunu toplantılarda sıklıkla dile getiriyor. Okuma alışkanlığı edinmemiş öğretmenler, buna pek sıcak bakmasalar da o, bu amaçla ilçedeki bir kırtasiyeciden, istenen gazeteleri getirme sözünü bile alıyor.

Ben ise o sorunu çoktan çözmüş bulunuyorum. Öğretmenliğimin ilk yılının başından bu yana Cumhuriyet gazetesinin düzenli okuruyum. Yalnızca bu gazeteyi değil; Varlık, Köy ve Eğitim, Eğitim Hareketleri gibi dergilerin de okuyorum. Abonesi olduğum bu yayınlar postanede birikiyor, ilçeye giden birisine rica ediyorum, gelirken oradan alıp getiriyor.

          

Her okula en az iki kez uğruyor Hesabali Bey. Bunların ilkini yılın ilk aylarında; ikincisini de öğretim yılı sonuna doğru gerçekleştiriyor. Böylece ikinci uğrayışında, yıl boyunca öğretmenin başarı çizgisinin nasıl bir gidiş gösterdiğini, ilkinde gördüğü eksiklerin giderilip giderilmediğini görme olanağını buluyor.

Öğretmenin, İlkokul Programının öngördüğü doğrultuda plan yaparak derslerini buna göre sürdürmesini önemsiyor. Eğitim öğretime ilişkin hangi açıklamanın 1948 İlkokul Programının hangi sayfasında yer aldığını ezbere bildiği izlenimini yaratıyor bende. Her zaman yaptığı gibi habersiz geldiği bir teftişinde matematik dersimi dinliyor. Ben, problem üstüne problem çözdürüyorum ders boyunca. Ne kadar çok problemi başarıyla çözdürebilirsem öğrencilerime, başarımı o denli kanıtlamış olacağımı düşünüyorum. Dersten sonra öğretmen odasına geçtiğimizde, İlkokul Programın bulunup bulunmadığını soruyor. Bulunduğunu söyleyince “Programın filan sayfasını açar mısınız?“ diyor, açıyorum.

Oradaki açıklamayı okuyunca öğrencilere çok problem çözdürme çabasının yanlış olduğunu anlıyorum. Bir matematik probleminin şöyle ele alınması gerektiğini öğreniyorum: Problem okunduktan sonra problemde neyin ya da nelerin verildiği, neyin ya da nelerin istendiği, problemin hangi yollarla çözülebileceği tartışılacak. Ardından problemin çözümüne geçilecek. Problemin çözümü bittikten sonra da sağlaması yapılacak.

O günden sonra programı baştan başa iyice okuyor ve gerek duydukça da gerekli yerlere yine bakıyorum. Öğrenciliğimde bana bu bilincin kazandırılmamış olduğuna hayıflanıyorum.

Hesabali Bey, duygularını pek belli etmeyen bir kişi. Yalnızca düşünceye odaklanmış gibi bir davranış sergiliyor. Okullara, habersiz uğramakla olağan günlerde nasıl bir çalışma yapıldığını görmeyi amaçlıyor olmalı. Ancak bu tutumu çoğu zaman amacına ulaşamıyor. Çünkü gittiği okuldan, yakın yerlerin okullarına haber uçuruluyor. Bu davranışı, baskın yapılıyormuş gibi bir duygu yaratıyor bende. En iyisi açık, saydam olmak değil mi? Denetleyici, polis ya da jandarma gibi, savcı ya da yargıç gibi mi davranmalı, yoksa bir eğitimci, bir kılavuz yaklaşımı mı göstermeli? Açık, saydam olmak, güven oluşturmak, en iyisi olsa gerek.

Bir başka denetiminde, çok beğendiği Türkçe dersimi değerlendiriyor. Sınıfta yaptığım ve öğrencilere yaptırdığım etkinliklerin tümünü planıma niçin yazmadığımı soruyor. Yani sınıfta yapılacak her şeyi plana yazmak zorunlu imiş, sınıfta oluşan havaya göre, plan dışında bir şey yapılamazmış gibi bir eleştiri getiriyor dersime. Oysa “fırsat öğretimi” denen bir kavram da var, eğitim literatüründe.

Bir gelişinde konuk odasındaki kitaplığımda bulunan kitapları incelediğini görüyorum. Yanına yaklaştığımda, elinde bir romanı görüyorum. Bana, bir kez okunup geçilen romana para vermenin gereksizliğinden, onların yerine meslek kitaplarının alınmasının daha doğru olduğundan söz etmesini çok yadırgıyorum. Ben, tam tersine roman, öykü, şiir, gezi yazısı, deneme gibi yazınsal ürünleri okuyan öğretmenin anlama, anlatma yeteneğinin, görüş ufkunun, yorumlama gücünün, yapıcılık ve yaratıcılığının gelişeceğini, dahası bu türlerin de birden çok kez okunabileceğini düşünüyorum.

İlçede yapılan yılbaşı, yıl ortası ve yıl sonu toplantılarında, Hesabali Bey, birçok konuda beni örnek gösteriyor. ”Şunu, şunu görmek isteyenler, Rasim Bakırcı’nın okuluna uğramalıdır.” diyor. Ancak ne benim için ne de benim gibi bütün gücüyle çalışan öğretmenler için ne bir teşekkür ne de takdirname öneriyor. Denetleme sırasında sürekli eksik arıyor. Örneğin başöğretmen ve öğretmen odası olarak kullandığımız küçücük odaya bir kanepe, bir masa ve sandalye ile bir evrak dolabı ancak sığarken bir gelişinde, birkaç da velinin okula uğraması sonucu, velilerden birinin ayakta kalması üzerine, raporuma öğretmen odasında yeterince sandalyenin bulunmadığını yazıyor.

İstanbul Eğitim Enstitüsünü bitirip kura çekmek üzere Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü salonundayız. O sırada Hesabali Beyin de salonun bir köşesinde oturduğunu göreceğim. Yanımdaki sınıf arkadaşım Şadan’a Hesabali Beyi göstereceğim ve onun, beni gördüğünü; ancak seninle yan yana oturduğumu görünce gözlerini benden kaçırdığını söyleyeceğim. Kura sonunda Şadan’la birlikte yanına giderek denetmenimle merhabalaşacağım ve Şadan’ı da kendisiyle tanıştıracağım.

Sohbetimiz arasında kendisinin Gazi Eğitimin Eğitim Bölümünü dışardan bitirmekte olduğunu; ancak Kemal Demiray’ın dilbilgisi kitabını, yanlışlarını bulacak kadar iyi öğrendiği halde Hocadan bir türlü geçer not alamadığını söyleyecek.  O zaman Hesabali Beyin, kitaplığımdaki romanlara para vermemi gereksiz bulduğu aklıma gelecek. Ola ki Hesabali Bey, örneğin bir anlatıda yalnızca kuru bilgilerin yeterli olamayacağını; onlar dışında başka nelerin arandığını ayrımsayamamaktadır.

2 Haziran 1962

İçimden söküp atamadığım sıkıntım, benliğimin ayrılmaz bir parçası gibi. Bahardan beri giyinir giyinmez, bahçeye atıyorum kendimi. Oyun alanını çevreleyen akasyaları, gülleri, çiçekleri ve kenar çizgisini oluşturan çimleri seyrediyorum. Sonra köşedeki salkım söğüdün gölgesindeki kanepeye oturuyorum. Kanepenin hemen önünde, çevresi yine çimlerle çevrili, ikizkenar üçgen biçimindeki ufacık çiçekliğin orta yerinde yer alan akşam sefalarının güzelliklerini gözlemliyorum.

Ağaçlar, özellikle de dalları omuzlarıma değen salkım söğüt, akasyalar ve onların açmaya hazırlanan tomurcukları, zambaklar, güzelliğin her türlüsünü gözler önüne seriyor.

iç içe kenetlemiş gibi. Doğmak isteyen bir istek zorluyor içimde. Onun zoruyla buğulanıyor gözlerim.

Şu duygu dünyamız ne kadar değişken böyle!.. Bir gün durgun bir su gibi, bir başka gün deli çaylar örneği. Sürekli güzel günlerin geleceği umuduyla bekliyorum. Oysa güzel günlere erişmek için oraya giden yolun taşlarını bugünden döşemeye başlamak gerekiyor.

25 Haziran’da Arhavili öğretmenlerle Ardanuçlu öğretmenler arasında yapılacak münazarada savunacağımız, “Toplum kalkınmasında halk eğitimi, okul eğitiminden daha etkilidir.” tezi ile ilgili hazırlığa hemen başlamalıyım.

27 Ağustos 1962

Akıp gitti güzelim bahar aylarıyla yaz aylarının çoğu. Baharda yeşile duran doğa, yaz başlarında sarı renge büründü. Yaz günlerinde yakınlardaki dolaşılacak en güzel yer, üst yanı gürbüz köknarlar ve yer yer çam ağaçlarıyla çevrili olan, altında da topraktan fışkıran kaynak sularıyla yeşereni Pınarlar mezrası.

Köyde ekinler, yaylanın önünde de çayırlar biçilip kaldırılıyor. Kirazlar tükendi, dutlar bitmek üzere. Yetişme sırası erikler, armutlar ve elmalarda. Hasat mevsimi de kapıda. O aylarda mısırlar kesilecek, patatesler çıkarılacak, cevizler dökülecek, serin havalarda yoğun bir kış hazırlığı başlayacak.

27 Ekim 1962

Varlık dergisinden yazılar, şiirler okumak çok iyi geliyor. Güçlenmiş duyumsuyorum kendimi. Sonra radyoyu açıyorum. İsmet Nedim şarkı söylüyor. Şimdi Han Duvarlarını okuyor. Kadın sunucu, önce şiiri özenle okurken arkadan sazlardan düşük dozdaki ezgileri duyuyorum. Önümde, 54. sayfası açık, Bir Öğretmenin Romanının 54. Sayfası açık olarak duruyor. Çevremde, duygudurumumu bozacak en küçük bir tıkırtı yok.

Turhan Feyzioğlu, öğretmenin toplum kalkınmasındaki rolünden söz ediyor. Her öğretmen gibi ben de okulumda kazanmış olduğum meslek sevgimi daha da güçlü kılmak istiyorum. Ancak bunun için etkili bir biçimde desteklenmeliyim. Başka öğretmenlerin de aynı gereksinim içinde olduğunu görüyorum. Öğretmenlerin çoğu, okuma alışkanlığı bile geliştirememiş durumdadır.

Bu öğretmenler, öğrencilerinde okuma alışkanlığını nasıl geliştirecek? İçlerinde geleceğin şairi, yazarı olabilecek yetenekteki çocukların geleceklerini söndürmüş olmayacaklar mı bu öğretmenler? Gelişip yetkinleşmede en kolay ve en etkili yardımcı olan okuma alışkanlığından yoksun kişilerin kendileri de günden güne gerilemeyecekler mi? Kendisini geliştirmeyen öğretmen, toplumun kalkınmasına nasıl katkı sağlayacak? Millî Eğitim Bakanlığı, bu konu üzerine ciddi biçimde eğilmek zorundadır. Köyde sorunlarıyla baş başa bırakılan, kentte ekonomik sıkıntı içinde bunaltılan öğretmen, hangi iler tutar yanıyla halk eğitimi ve toplum kalkınmasına katkı sağlayacak? Yetkin işler, yetkin yapıcılar istiyor.

Hemen her gün birçok olumsuzluklarla baş etmek zorunda kalan, kendisini geliştirme konusunda kendisine elle tutulur bir destek sağlanmayan öğretmenden ne beklenebilir? Ona yolda bir, bilemedin iki kez bir denetleyici uğramakta; o da; dişe dokunur bir rehberlik yapacağına, ağırlığı denetime ağırlık vermektedir.

12 Aralık 1962

Kimi özel sorunlarım birçok kez can sıkıntımın tavan yapmasına yol açıyor. Bu durumlarla baş edebilmek ve daha tutarlı davranmak amacıyla kendim için şu kuralları belirliyorum:

  1. Başkalarının özel yaşamıyla ilgilenmeyeceğim,
  2. Dile getireceğim her düşünceyi önce aklımın süzgecinden geçireceğim,
  3. Herkes için iyi düşünecek; başkalarına, gerektiğinde düşüncelerimi söyleyeceğim.
  4. Öfkemi denetleyeceğim; öfkeli iken herhangi bir tepkide bulunmayacak, herhangi bir karar vermeyeceğim.
  5. Her öğrenciye sevecen davranacağım.

6 Şubat 1963

Uzunca bir süre defterime bir şey yazmadığımı görüyorum. Kim bilir bu arada nice yazıya geçirilmesi gereken yaşanmışlıklarım, yoklukla buluştu. Oysa onlar, benim yaşam zincirimin birer halkasını oluşturuyor. Yeni bir yıla girilmiş. Bu arada yaşadığım acı-tatlı duygular saptanmamış.

Bu arada “edebiyat” düşümün yerini “pedagoji”nin almaya başladığını anımsıyorum. Geride kalan yaz aylarından birinde okulun bahçesinde otururken yoldan geçmekte olan Kâzım Ertürk Ağabey, yanıma geliyor, o her zamanki nazik tutumuyla selam vererek halimi hatırımı soruyor. Birlikte salkım söğüdün altında oturuyoruz. Benim bir sınavdan döndüğümü biliyor ve niçin Pedagoji Bölümüne başvurmayı düşünmediğimi soruyor. Ben de o bölüme Türkiye’den on birlerce öğretmenin başvurduğunu, orayı kazanmanın çok zor olduğunu söyleyince gülümseyerek “Kazanırsınız, kazanızsınız!” diyor. (Kâzım Ağabey, benden hayli büyük olmasına karşın, o aşırı nezaketi ile siz diye konuşuyor benimle.).

Bir de edebiyatı çok sevdiğimi söylüyorum. Pedagoji öğrenciliğinde ikinci bir dal seçme zorunluluğunun olduğunu; ikinci dal olarak edebiyatı seçebileceğimi, böylece o sevdiğim dalda da okuma olanağı bulabileceğimi belirtiyor. Onun da cesaretlendirmesi ile pedagojiye başvurmayı ciddi ciddi düşünmeye başlıyorum.

11 Şubat 1963

Mutlu bir gün geçiriyorum. Bir pikap yaklaşıyor yanımıza. Pikaptan Ardanuç Kaymakamı ve Hükümet tabibi Hilmi Bey iniyor pikaptan. Gelenler, gülümseyen bir yüzle benim ve muhtarın ve orada bulanan öbür kişilerin elini sıkıyorlar. Kaymakam, muhtar ve oradakiler Müdür odasına yöneldiğinde Hilmi Bey, “İlçeye doğru inmiyorsunuz hiç. Havalar çok güzel orada. Kitap filan ihtiyacınız olursa karşılarız yani. Bulunur bir şeyler.” diyor. İlgilerine teşekkür ediyorum. Arkadan biz de giriyoruz odaya ve sohbet orada sürüyor. Renkli bir gün oluyor banim için bugün.

24 Şubat 1963

“Böyle bir yılı ilk kez görüyorum. Biraz bu yıla benzeyen bir yıl olarak muhacire gittiğimiz seneyi hatırlıyorum.” Bu cümleleri, kaça kaçlığı yaşamış olan yaşlı amca söylüyor. Yıl başından önce yağan azıcık kar da kalkınca ondan bu yana kar yüzü görmüyoruz. Soğuk da yok. Bazen yağmur yağıyor, o kadar! Bahar havası gibi. Dün akşam yağan şiddetli bir yağmur, sabaha doğru kara dönüşüyor. Sabah kalktığımızda ortalığın beyazlandığını görüyoruz. Kar, bugün de aralıklarla yağıyor. Ancak hava bugün de ılıman.

12 Nisan 1963

Şevket Rado’nun bir söyleşisini dinliyorum, İstanbul Radyosundan. Yaşamdan, yaşamın güzelliğinden, insanı en mutlu eden şeyin bir işe başlamak olduğundan söz ediyor. En büyük tehlikenin ise herhangi bir işe başlama cesaretini yitirmek olduğunu söylüyor. Yaşlanıyoruz, diye üzülmememizi öneriyor. Bahçedeki yaşlı ağacın da ilkbaharda genç ağaçla birlikte çiçeklendiğini ve meyve verdiğini anımsatıyor. Tatlı bir söyleşi.

Duyduğum Bir Mutluluk Daha
Bizim köyde Başöğretmen olarak çalışmaya başladığım yıllarda Nevin (Göğsal )Kardaş, Trabzon İlköğretmen okulunda öğretmenlik yaparken, bizim köylü Mehmet Yazıcı, onun öğrencisi oluyor. Nevin Öğretmen, zarf üstü yazımı ile ilgili çalışma yaptırırken Mehmet Yazıcı’nın, zarfın üzerine benim adresimi yazdığını görür görünce dersten sonra Mehmet Yazıcı’yı çağırıp ona beni nereden tanıdığını, evlenip evlenmediğimi soruyor. Yazıcı da kendisinin akrabası ile evlendiğimi söylüyor.

Kendisini ve dersini çok sevdiğim Nevin Öğretmenin beni hâlâ unutmadığını, yazın köye dönen Mehmet Yazıcı’nın anlattıklarından öğrendiğimde son derecede mutlu oluyorum. Büyük kızımın adı da Nevin.

Bucak Müdür Vekilliğim
Bucak müdürü Mürşit Bey, Ankara’da bir göreve atanınca Bucak müdür vekiliği bana veriliyor. Hem okulumun başöğretmenliğini hem de bucak müdürlüğünü yürütüyorum. Bir gün ilçeden gelen bir haber üzerine Yolağzı köyünün yaylalarının sınırında komşu köyle olan anlaşmazlığı gidermek üzere Ardanuç’tan gelen kaymakam, zabıt kâtibi ve karakol komutanımızla birlikte, getirilen atlara binerek anlaşmazlığın olduğu yere doğru yola çıkıyoruz. Sesli Kaya’yı geçerek Yolağzı köyüne, oradan da köyün yaylalarına varıyoruz.

Çocukluğumu bilen yayladaki şaşortlar, beni birbirine göstererek, “Şu doru ata binen, Rasim Efendi!” diye heyecanlı bir sesle birbirine seslendiklerini duyunca o köyde geçirdiğim çocukluk günlerimi anımsıyorum. Bu neneler, yengeler benim çocukluğumda genç kız ya da gelindiler. Duyduğum sevinçli fısıldaşmalar, bende adlandıramadığım hoş duygular yaratıyor.

Anlaşmazlığın yaşandığı yere varınca atlarımızdan iniyoruz. İki tarafın ortaklaşa hazırlattıkları gevrek ve yoğurttan oluşan öğle yemeğini yiyor, yakınımızdaki kaynak suyundan alınan soğuk yayla suyunu içiyoruz. Serin ve tertemiz orman havasını soluyoruz. Sonra kaymakamın soruları üzerine iki taraf da savunmalarını yapıyorlar. Zabıt kâtibi, söylenenleri yazıyor. Tutanağın altını taraflara imzalattıktan, biz de imzaladıktan sonra geri dönüyoruz. Daha sonra verilen karar Kaymakamlıkça taraflara duyuruluyor.

Okulun Bahçesinin Güzelliği

4 Temmuz 1963

Okulun bahçesi en güzel ayını yaşıyor. Güller tomurcuklanıyor, ardından renk renk açıyor. Sabahın serinliğinde br başka güzellik sergiliyor bahçe. Bahardan bu yana her gün elimin üzerinde oluşunun sonucu bitkiler, bütün güzelliklerini sunma yarışındalar. Onca sıkıntımı en iyi bunlar dindiriyor. Zamanımın önemli bir bölümünü bu güzellikler arasında geçirmek istiyorum. En çok onlarla birlikte olmaktan hoşlanıyorum. Salkım söğüt, akasyalar, güller, çiçekler, ne kadar güzellikleri varsa tümünü gösterdikleri günlerini yaşıyor ve yaşatıyorlar. Uygulama bahçesindeki meyve ağaçları ve altlarındaki fasulyeler, salatalıklar ve mısırlar da bütün canlılık ve güzellikleriyle göz dolduruyor. Bunlar, insana anlatılması güç duygular yaşatıyor. Bu güzellikler, hep var olsa, açan çiçekler solmasa, o canlı yeşillikler sararmasa, insanın başka uğraşlara harcayacak zamanı kalmaz.

25 Temmuz 1963

Dün, İstanbul Eğitim Enstitüsü sınavına girdim Artvin’de. Yıllardır düşlediğim; enstitüye girme özlemimi, araya askerlik girince bugüne dek ertelemek zorunda kaldım. Çoluk çocuğa karışmış olsam da asla vazgeçemediğim bir istek bu, benim için.

Bu kez, Türkçe yerine onu da sağlayacak olan İstanbul Eğitim Enstitüsü Eğitim (pedagoji) Bölümüne başvuruyorum. Bir şeylerden kaçmak, bir şeylere erişmek istiyorum. Daha doyurucu yaşam olanağı elde etmek istiyorum. Girdiğim sınavımın iyi geçtiğini düşünmekle birlikte, sonucuna ilişkin kesin bir yargı yürütemiyorum. Çünkü on binlerce öğretmenin girdiği bir sınav bu.

Bu sınırlı yaşam için değer mi bunca sıkıntıya katlanmak? Arada bir aklımdan bu soru geçse de benim için fazla bir anlam taşımıyor. Cebimde iki yıl yetecek kadar harçlığımın olmaması bile beni bu amacımdan vaz geçiremiyor. Çünkü harçlık için yedi yıldır Emekli Sandığında biriken parama göz koymuş bulunuyorum. Okulu bitirdikten sonra bu parayı sandığa ödediğimde, sıfırlayacağım yedi yıllık emekliliğimi yeniden kazanmış olabileceğimi öğreniyorum.

Öğrenimi sürdürmek, eleştirel okuma, öğrenme, uslamlama, yargılama, değerlendirme gücümü yetkinleştirmek, bu bağlamda büyük kentin her türlü toplumsal ve kültürel olanaklarından yararlanmak, bilimsel ve yazınsal yayınlardan olabildiğince yararlanmak, benim engellenmesi olanaksız isteğim.

Artvin’de görüştüğüm Halk Eğitim Başkanı Kâzım Ertürk Ağabey, her zamanki ağır ağır konuşma biçemiyle: “Okuyorsunuz, değil mi,?” diye soruyor, okuma ilgimi bilerek. Yeterince okuyamamanın yarattığı duyguyla “Okuyorum; ama az.”” diyorum. Kâzım Ağabey, yıllar önce Gazi Eğitimin Eğitim Bölümünü bitirmiş köylüm olarak gözümde çok büyüttüğüm kişi.

Daha sonra Cılavuz öğrenciliğim sırasında kendisiyle köyde her karşılaştığımda yüzünden eksik etmediği gülümsemesi ve özenli konuşmasıyla hatırımı soracak. Yine o yıllarda bir gün evlerine uğradığımda elinde Varlık dergisini göreceğim. İlkokul öğretmenlik yıllarımda, Bakanlığın yayımladığı ve ilkokullara karşılıksız gönderdiği İlköğretim Dergisinde şiirlerini okuyacağım, Kâzım Ağabeyin.

Evet; az okuduğumun bilincindeyim. Oysa başarmak için önce “Başaracağım!” demek ve bunun için gerekeni yaparak başarı kapılarını kendimize açmak gerekiyor. Bunun önünü kesen duygularımı sollamak zorundayım. Bunu yapmadıkça günlerimi tekdüzelikten, yüzeysellikten kurtarmam olanaksız.

Geçen akşam Artvin’de dışarda inceden bir yağmur yağarken Nusret Önal’la birlikte lokantada yemek yiyoruz. Sonra Hoca Hanımlarla birlikte Meteliksiz Âşıklar’ı izlemek üzere sinemaya gidiyoruz.

Goga Yolunda

27 Temmuz 1963

Temmuzun en sıcak günlerinden biri. Bucak müdür vekili olarak Karakol Komutanı Jandarma Onbaşısı ve Bağlıca köyü muhtarı, birlikte yola çıkıyorum. Muhtar önden yürüyor. Onbaşı ile ben de getirilen atlara biterek Çakıllar ve Hisarlı üstünden geçip ormanlık bir bölgeyi geride bırakarak saatler sonra hayli dik bir yamacın başına varıyor ve atlardan iniyoruz. Yamacın bittiği, Köprübaşı dedikleri yere iniyoruz. Yolları yola benzemeyen, arazileri bayırlara, kimi de ufacık düzlüklere serpiştirilmiş olan, ormanın eteğindeki Bağlıca köyü burası. Köyün alt yanında, Şavşat’ın bir yerlerinden, dağlardan, bellerden çıkıp gelen suların, önlerine çıkan taşı toprağı da birlikte sürükleyerek bu vadinin yukarılarda bir yerlerde vadinin tabanında birleşmesiyle oluşan boz bulanık bir çay, batıya, Karadeniz’e doğru büyük bir şamatayla akıp gidiyor.

 Basit bir yapının, kapısı açık olan odasına giriyoruz. Bir terzi dükkânı burası. İçeri girince terzi, çırağı ve oradaki öbür üç dört kişi ayaklanıyor, her biri elimizi sıktıktan sonra yer gösteriyorlar, oturuyoruz. Çırak dışındakiler tek tek sağ ellerini göğüslerine koyarak merhaba diyorlar her birimize. Muhtar, onlardan sakallı olanı göstererek davalı kişinin o olduğunu söylüyor.

Dışarıya göre daha serin olan odada oturunca, yol boyu etkilendiğimiz sıcağın da etkisiyle kan ter içinde kalıyoruz. Terzi, sıcak diyebileceğim su ikram ediyor, içiyoruz. Oturanlarda ise ter filan yok. Belli ki onlar alışmış bu sıcağa.

Fazla oyalanmak istemiyoruz. Karşıdaki kayalık, kıraç yamacın yukarılarında, Kaçkar Dağlarının neredeyse doruğuna yakın bir yerdeki Goga mahallesine çıkacak, orada yeni yapılmış olan okulun bahçesinin bir bölümünü işgal ettiği iddia edilen kişiyi ve muhtarı olay yerinde dinleyerek keşif yapacak ve sonucu Kaymakamlığa rapor edeceğim. Bu sıcak günde karşı yamaçta ince, eğri büğrü bir ip gibi görünen patika yolu kat ederek varacağız oraya.

Biz ayaklanınca, dipdiri görünümlü, gözleri ışıltılı, sakallı davalı adam bana dönerek: “Efendi, diyor. Ben altmış yaşındayım; yalan söyleyecek halim yok. Okulun bahçesine filan tecavüz etmedim vallahi! Bu öğle sıcağında o uzun ve tehlikeli yolu teperek ta Kaçkar Dağlarının eteğine çıkacağınıza şurada ifademi vereyim. Yazacağınız tutanağı da imzalayayım, bu işi burada halledelim.” diyor. Bunu derken öfkeli olduğunu görüyorum. Bir şey söylemeden dışarı çıkıyoruz.

Şavşat’ı Artvin’e bağlayan şoseyi geçince Şavşat Çayının üzerinde eski bir köprü görüyoruz. Muhtar, köprü konusunda bilgi veriyor: “Bağlıca Köprüsü derler bu köprüye. Ne zaman yapıldığını kimse bilmez. Ancak gördüğünüz gibi dün yapılmış kadar sağlamdır. Yontma taşlarla yapılmıştır. Bugünün ustalarının ağzının kârı değildir, böyle bir köprüyü yapmak. Yanına vardığımızda daha iyi göreceksiniz, ne yaman bir köprü olduğunu.”

Yanına varınca görkemli tarihsel köprü, çayın iki yakasındaki ayakları üzerinde nasıl yükseltilmiş ve iki ayak, yukarıda birbirine nasıl bağlanmış, bunu yakından gözlemliyoruz. Köprüyü geçtikten sonra en önde davalı, onun arkasında muhtar, en sonda da onbaşı olmak üzere tek sıra olarak karşı yamaçtaki patika yola giriyoruz. Yol dediysem, varacağımız yere buradan gidildiği için diyorum. Yoksa buna yol demek için bin tanık ister. Bu yamaç daha çok sarp ve dik kayalardan ve kıraç yerlerden oluşuyor. Yamaçta ağır ağır yükseldikçe öğle sıcağı, bütün ağırlığı ile üzerimize abanıyor. Kayalar, temmuz sıcağını yüzümüze bir alev gibi yansıtıyor. Yamaçta kimi yerde gördüğümüz kızılcık ağaçları, sıcaktan baygın, bitkin durumda, akşam olmasını bekliyorlar. Bir süre sonra elimdeki mendil, kaynar suya batırılıp çıkarılmış gibi bir görüntü kazanıyor. Ancak dayanmak ve menzile varmak zorunlu.

Sakallı adam, bir keçi gibi, ardına bakmadan yürüyor ve onunla aramız gittikçe açılıyor. Dik ve sarp kayalardan geçerken muhtar bizi uyarıyor: “Aşağılara bakmayın sakın! Önünüze ve yukarıya bakın!  Başınız dönebilir, dengenizi yitirebilirsiniz, Allah korusun!” Yüzüme vuran alevlerden korunmak için şapkamın siperliğini güneye çevirip boynuma doğru yaklaştırıyorum. Erzurumlu onbaşı, benden daha çok terliyor. “Bunlar ne heybetli dik kaya böyle! Bu yolu biraz genişletseler, olmaz mı?” diye yakınıyor.

Muhtar, “Eskiden avcılar, şu batıdaki kayadan, bu kayanın tepesinde bulunan harman kadar ufak düzlükte duran yaban keçilerini avlarlarmış. Şimdi artık görülmüyorlar. Görülseler de çok azaldılar.” diyor. O çok tehlikeli yeri geçtikten sonra bir kayaya, bir de geride, ta aşağılarda kalan Şavşat Çayına, yüzlerce yıldır ayakta duran tarihsel köprünün yanı başındaki ufak kulübeler biçiminde görünen ilkel yapılara bakıyorum. Buradaki insanların bu güç doğa koşullarıyla boğuşarak verdikleri yaşam savaşımlarını, düşünüyorum.

Çöl Ortasında Bir Vaha Gibi
Uzayıp giden, bu bir yitip bir çıkan keçi yolunun, bu tehlikelerle dolu bu kimsiz kimsesiz yolu geride bırakarak ulaştığımız yer, çöl ortasında bir vaha gibi bir yer bir yer burası! Çağıldayarak, yer yer gölcükler oluşturarak akıp giden dupduru, buz gibi bir akarsuyun çıktığını görüyoruz önümüze. Gölcüklerinde alabalıklar kaynaşıyor. İçimdeki yoğun istek, bu suya abanmaya zorluyor beni. Bu buz gibi soğuk suyu yüzüme çarpıyor, kollarımı yıkıyor, avuç avuç içiyorum.

Muhtar, “İşte geldik! Okul şurada.” diyerek parmağıyla biraz ötedeki okulu gösteriyor. Bu su ve çevresindeki kimi küçük düzlükler, yaşama elverişli bu yer ve buradaki çeşitli ağaçlar, bağ bahçe, inanılmaz bir yaşam alanı! Bu alanın görünen kısmını bile büyük bir hayranlıkla seyrediyoruz. “Buraya ulaşmak için o çileli yola rahatlıkla katlanılır.” düşüncesi geçiyor zihnimden.

Gördüğümüz akarsuyun, yukarıdaki büyük kayanın altından çıkmakta olduğunu söylüyor muhtar. Bir süre akar suyun kıyısındaki kocaman dut ağacının serin gölgesinde oturuyoruz. Bu su, çevresinde yarattığı güzellikler ve toplumsal yaşam alanı biraz önce çektiğimiz çileyi unutturuyor. Bacakları olmayan sandalyeye benzettiğim yandaki taşın üzerine oturuyor, sırtımı arkamdaki düzgün yüzeyli dik taşa dayayarak bacaklarımı uzatıyorum. “Yaşamak, her şeye karşın güzel şey!” diye bir yargı geçiyor zihnimden.”

Biraz sonra okulun bahçesinin bir köşesindeki ağacın serin gölgesine konmuş olan masada, mahallelinin bizim için hazırladığı öğle yemeğini yedikten sonra keşif işlemini yapıyorum ve bu cennetten bir köşe diyebileceğim yerden ayrılıyoruz.

30     Temmuz 1963

Artık zamanımın çoğunu çalışmakla geçirmeye kararlıyım. Çevreye neredeyse tümden kapatıyorum kapılarımı. Günlerimi dolduracak çalışma konularını somutlaştırmalıyım. Öğrenmek, anlamak istediğim konulara yoğunlaşmalıyım. Başarmak olmalı işim gücüm. Bugüne dek günlerimi dolduran ilgi kaynaklarımın ne kazandırdığının dökümünü yapmalı, onlardan yararsız olanları, dişe dokunur bir yanı bulunmayanları ayıklamalıyım.

Resmi görevlerimin dışındaki zamanımı mesleğimle ilgili çalışmalara; okumam gereken kitapları, gazetemi, dergilerimi okumaya ayırmalıyım. Evimin onarımıyla da ilgilenmeliyim. Okuma odasını daha etkin kılmalıyım. Dallanıp budaklanışları, çiçeklenişleri, canlılık ve gürbüzlük kazanmalarıyla beni doğanın güzellikleriyle buluşturan bahçedeki bitkilerin bakımını da unutmamalıyım. Amaçlarımı gerçekleştirmek için hangi acıları, yoksunlukları göğüslemem gerekiyorsa onların tümüne severek isteyerek katlanmalıyım.

Yıllardır benimle konuşmayan Dayım, o yılın yazında evimde bulunduğum bir öğle vakti çıkageliyor ve “Merhaba yeğen!” diyerek yanıma oturuyor. Arazisini satıp Ardanuç’ta bir değirmen alacağını; onun için benim batıya doğru uzanan tarlamın güney yamacı ile kayınpederden aldığım tarlanın kuzeyine düşen küçük tarlasını bana bırakacağını; evimin ve bahçemin yanı başında aşağıya, kuzeye doğru uzanan, Neneme ilk eşi olan Molla Aslan Dededen miras kalan tarlayı da bana satmak istediğini söylüyor.

Kendisine enstitü sınavına girdiğimi, sınavı kazanırsam, tarlayı istediğine satmasını, kazanamazsam o zaman almayı düşünebileceğimi bildiriyorum.

Sınavı kazanacağım. Ancak Dayım yalnız bana satmak istediği tarlayı değil; bana bırakacağını söylediği tarlayı da satıp parasını cebine indirecektir.

Arif Sınavı Birincilikle kazanıyor
11 Eylül 1963

Bu akşam da Kars’tayım. Dün öğle vakti eski arkadaşlarla karşılaşıyorum. Yüksek öğrenim yapan ve benim gibi yerinde sayanlarla. Yüksek öğrenim yapıp yapmadığımı soruyorlar. Bu yıl İstanbul Eğitim Enstitüsü Eğitim (Pedagoji) Bölümü sınavına girdiğimi söylüyorum.

Bugün Cılavuz’dayım. Otobüsten indiğimde karşılaştığım Arif’ten dün akşam sınava girdiğini öğreniyorum. Sınavın nasıl geçtiğini soruyorum. Soruları çok iyi yanıtladığını söylüyor. Sonuçlar yarın belli olacak. Arif’in yüksek bir puanla kazanacağını umuyorum. Yine de ibir kaygı var içimde.

Yedi yıl önce ayrıldığım okulumdayım. Acı-tatlı nice şeyler yaşadım burada. Şu anda gölgesinde oturduğum söğüt gibi nicelerinin gölgesinde oturarak nice renkli düşler kurdum!  Dingin akan şu derenin iki yakasındaki yeşil düzlükler, şu kavak ve söğütler, her mevsimde kimi hüzünlü, kimi de sevinçli duygular yaşattı bana. Bu vadide çok kez bir başıma yeşilinin, renk renk çiçeklerinin etkisiyle duygulandım, düşlere dalardım.

Şu anda o günlerin kimi anıları, aynı yoğunluklarıyla zihnimde canlanıyor. Bahar sularının şırıltısına karışan taze yaprak hışırtıları mı yoksa buradan batıya doğru gittikçe yükselerek gerilerde bir yerde gökyüzüyle birleşen vadinin güzelliği miydi o tatları yaratan, tam olarak ayırt edemiyorum. En çok burada kendimle baş başa kalabiliyor, burada kendimi dinleyebiliyordum. En çok burada bir başıma özgürlüğümün bilincine varabiliyordum. Herkes benim kadar ve benim gibi seviyor muydu bu bu vadiyi?

Beni bu düşlerden yine Arif’in sınavı kazanıp kazanamayacağı kuşkusu uyandırıyor. “Az çalışıyorsun!” dediğim aklıma geliyor Arif’e. Bu sözlerimin onda olumsuz etki yapıp yapmadığını, bunun başarısını olumsuz etkileyip etkilemediği kuşkusu geçiyor zihnimden. Ama sonuçları ölçüp değerlendirdiğimde gördüğüm tama yakın başarısını anımsayınca kaygım azalıyor.

Orada yedi yıl önce öğretmenim olanlara rastlıyorum burada. Niçin geldiğimi sorduklarında, kardeşimi sınava getirdiğimi söylüyorum. Onlar da yalnızca “Öyle mi?” diyorlar.

Sınavı adamı olanlar değil; yeteneği ve bilgisi olanlar kazanıyor. O nedenle ne benim bir tanıdığı aramak aklıma geliyor ne de öğretmenlerim, kardeşimin kim olduğunu soruyorlar.

Ertesi gün, kardeşimin listenin ilk sırasında yer aldığını görünce büyük bir sevinçle köye dönüyorum. ve birkaç gün sonra da ben, ikinci sınav için İstanbul’un yolunu tutacağım.

Arif’in babasına, iki yıl öğrenci olacağım ve maaş almayacağım için Arif’e harçlığı kendisinin göndermesini isteyeceğim. Çünkü Dayımın paralarıma el koyması yüzünden birikmiş param bulunmuyor. Ben de yedi yıl Emekli Sandığında birikmiş olan paramı çekerek harçlık yapacağım.

16 Eylül 1963

Arada bir maddi olanaksızlıklarımı düşünüyor ve arada bir, sınavı kazansam da ikinci sınava gitmemeyi aklımdan geçiriyorum. Borcumu bitirdiğime göre bu kış biraz para biriktirebilirim. İçimdeki onulmaz sıkıntı, ikinci sınavla ilgili çalışmalarımı ve yönetimle ilgili işlerimi aksatmama yol açıyor. Pedagoji Tarihi’ni okumak istiyorum, elim gitmiyor. Psikoloji ile ilgili bir şeyler okuyayım diyorum, olmuyor. Sınav Sonu Defteri dolacak. Ders yılı başı işlerim var. Öğrenci sayımı yapılacak.

İlk Sınavı Kazandığımı Öğreniyorum
20 Eylül 1963

Bugün Ardanuç’ta dolaşırken İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü Eğitim (Pedagoji Bölümünün ilk sınavını 58. olarak kazandığımı bildiren yazıyı alıyorum. Büyük bir sevinç duyuyorum. Kişisel yaşamımda çok önemli bir gelişime ikinci kez bir kapı daha aralanıyor. Bu sınavı Midayet’in de kazandığını öğreniyorum. İkinci ve son sınavı düşüne düşüne köye doğru yola çıkıyorum. İstanbul yolculuğu için hazırlıklara başlamam gerek.

Sevincim Dorukta Bugün
3 Ekim 1963

Eğitim Bölümünün 2. sınavını 35 kişi içinde 4. sırada kazanıyorum. Çok istememe karşın yedi yıldır düşleyip durduğum, özlemini çektiğim yüksek öğrenim sınavıdır, başardığım bu sınav.

İki gün önce tarihsel enstitü binasında sonuncu sınav olan mülakat için salonun kapısını bekliyorum. Kimi umutlanıyor, sevinç yaşıyorum; kimi de “Ya kazanamazsam?” diye kaygı duyuyorum. Kompozisyon sınavı sorusu olarak sorulan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” özdeyişini iyi açıkladığımı düşünüyordum. Sonradan “Öğretmen Tutum Envanteri” olduğunu öğrendiğim, Eğitim öğretime yaklaşım biçimimizi ölçen 150 soruya verdiğim yanıtların büyük çoğunluğunu beklenen biçimde yanıtladığım kanısındayım. Mülakatta da oldukça başarılı olacağım inancıyla giriyorum salona. Onun için, kaygımı tümüyle silemesem de kazanacağım doğrultusundaki düşüncem ağır basıyor.

Laleli’de kaldığımız otelde, bizimle birlikte sınava giren bir arkadaşa rastlıyoruz. “Ben kazanmışım. Siz de kazandınız mı?” deyince Midayet’le birlikte hızla okula koşuyoruz. Ben, listenin altından başlayarak adımı ararken zeki ve özgüveni benden daha yüksek olan Midayet, işi ayrımsıyor ve bana “Uğraşma, diyor, sen 4., ben de 10. olarak kazanmışım.” Dünyalar benim oluyor! Ben, yedekten kazanmaya bile razı olduğum için listenin sonunda başlıyorum okumaya; Midayet ise başından.

Beyazıt’ın orda Laleli’deki otelde sınav sonuçlarının duyurulmasını beklerken söz arasında Midayet’e “Sınavı kazanayım, sana bir gömlek alacağım.” deyince Midayet, “Ben sana bir şey almam.” diyor. Ben de “Sen alma; ben alacağım.” diyorum. Kısıtlı bütçeme karşın Midayet’e gömleği alıyorum.

Midayet’le birlikte Ardanuç’a dönmek üzere hemen yola çıkıyoruz. Yorucu bir yolculuk sonrasında ilçeye ulaşıyoruz.

Ali Şenol Maaşımızı Vermek İstemiyor
7 Ekim 1963

Dün, Midayet’le birlikte Eğitim Enstitüsünün 2. sınavını da kazandığımızı söyleyince Milli Eğitim Müdürü Ali Şenol, maaşımızı ödemek istemiyor. Bunun üzerine şaşkına dönüyoruz. Sonra durumu Hesabali Beye anlatmak aklımıza geliyor. Durumu Hesabali Beye anlatınca Ali Bey’in yanına götürüyor bizi ve Ali Beye maaşımızı niçin ödemediğini soruyor. Ali Bey, “Bu arkadaşlar sınav kazanmış.diyor. Hesabali Bey, “Kardeşim! Sana bu konuda resmi bir yazı geldi mi? Arkadaşların maaşını ödeyin lütfen! Devlet, alacağı olursa günü gelince alır.” diyerek maaşımızı almamızı sağlıyor. Bu maaştan başka elinde avucunda meteliği olmayan benim için Hesabali Beyin bu yardımını hiç unutmuyorum.

Bugün bütün gün okulda çalışıyor ve bütün kayıt işlemlerimi bitiriyorum. Milli Eğitim Müdürlüğüne teslim edilmesi gereken bütün evrakı hazır duruma getiriyorum.

Öğrencilerimle Vedalaşıyorum
İstanbul Eğitin Enstitüsü Eğitim Bölümü öğrencisi olmaya hak kazanınca o çok sevdiğim ve birbirimize çok alıştığımız öğrencilerimden ayrılacağım aklıma geldikçe tarifsiz bir üzüntü duyuyorum.

Yola çıkacağım günün bir gün öncesinde komşularla vedalaşıyorum. Gösterdikleri ilgi ve yardımlar için kendilerine teşekkür ediyorum. Ertesi sabah, okul bahçesinde çocuklara güçlükle bir veda konuşması yapıyorum. Güçlük çekmem, ağlamaktan korkum yüzünden. Konuşmamın sonunda “Sizleri hiç unutmayacağım. Hoşça kalın çocuklar!” dedikten ve arkadaşlarla ve oraya gelmiş olan komşularla da kucaklaştıktan sonra, ardıma bakmadan, hızlı adımlarla yola koyuluyorum.

 O da ne? Öğrenciler de ardımdan geliyorlar. Bir süre sonra geri dönerler umuduyla geriye bakmadan yürüyorum. Ama hayır, dönen yok! Sırt denen yol ayrımında bana yetişiyorlar Orası, köyden gidenlerin uğurlandığı son noktadır. Öğrenciler bir kez de orada “Güle güle öğretmenim” diyorlar.

Ben de bakma ile bakmama arasında duraksadıktan sonra onlara dönerek bir kez daha “Sağ olun çocuklar, haydi dönün!” demeye hazırlanırken, Özdemir Albayrak, bacağıma sarılıyor ve bir kez daha “Güle güle öğretmenim!” diyor. İşte bu davranıştan sonra olanlar oluyor ve gözyaşlarıma artık söz geçiremiyorum. O andan sonra kimseye tek bir sözcük söyleyemeden, Özdemir’i bir kez daha öperek hızlı adımlarla uzaklaşıyorum. Yol boyunca doyasıya döküyorum gözyaşlarımı.

Düşten Gerçeğe
Artık Eğitim Bölümü ile ikinci dalımı oluşturacak Türkçe Bölümünün öğrencisiyim. Yıllardır özlemini çektiğim düş gerçekleşmiş bulunuyor. Bazen geçmişin acı veren duyguları kapımı çalsa da o duyguların etkisinden çabuk kurtuluyorum. Acılı günler, artık geride kalıyor. Yeni bir yaşam başlıyor benim için.

Yedi yıl ilkokul öğretmenliğinden sonra, eşimin, kayın pederle kayın validemin de olurunu alarak dört yaşındaki Nevin’le dört aylık Nesrin’i ve eşimi, kayınpederlere bırakıp, İstanbul Eğitim Enstitüsünde parasız yatılı öğrenci olarak eğitim ve Türkçe öğrenimi görmek üzere yola düşüyorum.

Dünyanın en güzel kenti İstanbul’un toplumsal-kültürel olanaklarından doyasıya yararlanacağım. Hemen her cumartesi, özellikle Cağaloğlu yokuşundaki, Saflar Çarşısındaki kitabevlerine ve yayınevlerine, Aksaray’daki Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Kitap Kitabevine uğrayacağım. Dağlarca’nın Karşı-Duvar Dergisinde her hafta el yazısı ile bir kartona yazdırarak kitabevinin girişindeki duvara astığı yeni bir şiirini okuyacağım. Eğitim Enstitüsü ve Yüksek Öğretmen okulunun cumartesi akşamları okulda gerçekleştirdiği kültürel etkinlikleri ve perşembe gezilerini düzenli olarak izleyeceğim. Öğrencisi olmaktan gurur ve mutluluk duyduğum eğitim ve Türkçe bölümü öğretmenlerimin tek bir dersini bile kaçırmadan dinleyeceğim. Böylece İstanbul’da dolu dolu iki yıl geçireceğim.

Sonraki sayıda:

EĞİTİM, EDEBİYAT ÖĞRENİMİM VE İSTANBUL’UN TOPLUMSAL-KÜLTÜREL OLANAKLARINDAN OLABİLDİĞİNCE YARARLANMA ÇABALARIM

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir