“Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti” diye başlar Harbiye Marşı. Askeri okul marşıdır ve askerdeyken sık sık söyletilirdi. Hoşuma giderdi. Bazı sözcükleri anlayamazdım ama anladıklarım bile üzerinde düşünmeye ve değerlendirme yapmaya yeterdi. Cumhuriyetin büyük bir savaşım sonucunda kurulduğunu, bu kuruluşta kan ve irfanın birlikteliğini düşünmek başlı başına çarpıcı olurdu. Kurmakla kalmayıp onu koruma kararlılığını da dizenin devamında söylüyorduk: “Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.” Cumhuriyetin bekçiliğini yapma kararlılığı cehennem değil, onun kudurmuş halinde bile süreceğini anlatmaktaydı. Cumhuriyetçiydim ve bu sözler benim güdülenmemi artırıyordu.
Neydi Cumhuriyet? Babadan oğula geçen hükümdarlık yerine en üst yöneticinin seçimle gelmesi sistemi mi? Böyle anlatılıyordu ama bu kadar basit olmadığını anlamıştım. “Kanla ve irfanla” betimlemesi kurşun gibi ağır, yıldırım gibi çarpıcı, güneş kadar gerçekti.
Atatürk’ün “Fikirlerimin babası” dediği Ziya Gökalp’in 1924’te erken kaybı büyük bir şanssızlıktır. Bir aksakaldan mahrum olmak kurucular açısından büyük eksiklik yaratmış olmalıdır. Ancak Ziya Gökalp yazmış, düşüncelerini dolaba koymuş, gerektiğinde yanıtları oradan alabiliyorsunuz. “Gazi’ye İstida” adlı şiirinde şöyle diyor:[1]
“Mektep, müze darülfünun isteriz,
Terakkimiz her an koşsun isteriz;
Halkçılığa uyan kanun isteriz.
Kurtar bizi bu karanlık zindandan.
***
Sen dâhisin, buna çoktan inandık;
Mefkuresiz rehberlerden pek yandık.
Garpta şarklı gibi yaşayıştan usandık;
Kurtar bizi beynelmilel hüsrandan!
***
Abdülhamit gerçi Kızıl Sultandı,
Buna nisbet yine o bir insandı…
Çok masumlar fetvasına aldandı:
Kurtar bizi artık kara sultandan!..
Şiirde görüldüğü gibi, Ziya Gökalp Gazi’ye bir devrim programı önermiş. Aydınlanmacı, demokratik bir bilim toplumu ve peşinde koşulacak ülküleri olan uygar bir toplum istiyor. Milleti, Abdülhamit’ten bile daha kötü olarak değerlendirdiği son sultandan da bizi kurtarmasını öneriyor.
Büyük Ceditçi Yusuf Akçura da Kazan medreselerinden, belki de Damolla Alimcan Barudi’den aldığı ceditçi bayrağını eniştesi ve yoldaşı Gaspıralı İsmail’le olgunlaştırarak, “Üç Tarz-ı Siyaset”le başlattığı yeniden kuruluş çözümlemelerini giderek bir devrim programına dönüştürüyor.[2] Kurtuluş Savaşı’na kurmay olarak katılırken, verdiği konferanslar ve basın duyurularıyla entelektüel cepheyi olgunlaştırıp berkitiyor. Sonra da kenara çekilmiyor. 6 Ekim 1923’te İstanbul’u Türkiye adına düşmandan teslim alan da o oluyor. Milletvekili olarak siyasette, bilim adamı olarak darülfünunda, ulusal derneklerde ve Türk Tarih Kurumu’nun başkanı ve üyesi olarak kanla irfanla kurulan cumhuriyetin tarihinin yazılmasında yeni cumhuriyetin öncülerinden birisi oluyor.
Cumhuriyet, birinci yüzyılının başında ve alfabe henüz değiştirilmemişken yapılan sayımda, nüfusun okuryazarlık oranı, kadınlarda % 3.67, erkeklerde 12.99 ve ortalama % 8.16 olarak saptanmıştır. Başka deyişle kadınların % 96,33’ü, erkeklerin % 87,01’i ve toplam 13,648.270 kişilik nüfusun % 91,84’ü okuma yazma bilmemektedir.[3] Ülkeleri kalkındıran en önemli etken eğitimli ve nitelikli insan gücüdür. Atatürk’ün içinde bulunulan duruu betimlemesi çarpıcıdır: “Uçurumun kenarında, harap ve yıkık bir ülke!” Cumhuriyet kurulurken nitelikli insan gücü sınırlı, sanayisi hatta şehirlerarası yol bağlantıları bile olmayan, biri bitip diğeri başlayan savaşların yaralarını hâlâ taşıyan, bilgi girdisi olarak hurafe, rivayet ve mitoloji (batıl inanışlar) kullanan bir toplumdan yüz yıl içinde bugünkü toplumu elde etmiştir. Daha iyisi olabilirdi ama bu kadarını başarmak bile hiç kolay olmadı; Cumhuriyetçilerin büyük vatan aşkı ve emeğiyle başarılabildi.
Türkiye’de 1950’ye kadar CHP’nin, 14 Mayıs 1950’den sonra ise adları değişse de aynı çizgisindeki sağın tek parti iktidarlarıyla sürmüştür. Batı demokrasilerinde olduğu gibi hükümetler hükümetteki ve muhalefetteki parti arasında seçimle değişmemiştir (1950 seçimi hariç). Seçmenin isteği ile hükümetlerin değişememesi ve hep aynı çevrelerin hükümette kalması yurttaşların bir kesiminin sürekli sistem dışında kalmasına ve hükümet-muhalefet ilişkilerinin sertleşmesine yol açmıştır. Bu sertleşme büyük kutuplaşmalara neden olmuştur: Halkçı-demirkıratçı, devrimci-ülkücü, sağcı-solcu, demokrat-teokrat, Osmanlıcı-Türkçü gibi. Etnikleşmeler de ulus-devlet modeli ve demokrasi için büyük bir tehdittir.
Bir toplumda düşünce hareketlerinin etkin olması, canlılığını sürdürmesi istenir bir durumdur. Ancak Türkiye’deki durum işlevsel olmayan bir kutuplaşma ve kör dövüşü halini alabilmiştir. İnönü’nün deyişiyle “Vatan pahasına siyaset yapılmaz.” ama sertleşen taraflar bunu bile yapar hale gelebilmektedir. Kuşkusuz durumun bu boyuta çıkması Türkiye’nin toplumsal dokusunu çözmekte, yaratılan çalkantı toplumsal kesimlerde beklenmeyen altüst oluşlara yol açarak düzene ve demokrasiye zarar vermektedir. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında Türk aydınının ve bürokrasisinin bu soruna çare araması bir görev olarak beklemektedir.
İkinci yüzyılında ciddi bir restorasyona da gereksinim vardır. Tahrip edilen demokratik düzeni, yeniden öğretimin birleştirilmesini gerektirecek derece ulusallık-bilimsellik yolundan sapmış eğitim sistemi, ulusal bütünlüğünü tehdit etmekte olan etnik ve dinsel kültürel hareketlenmeler, bir istila görünümündeki yasadışı göçün engellenmeyişi, eğitimli Türk gençlerinin yoğun bir hal alan beyin göçünün durdurulmaması gibi bazı sorunlar ivedilikle ele alınmalı ve ulusal güç ögelerinin etkin olmasını sağlayacak biçimde çözümler üretilmelidir.
Bilişim Devrimi’nin 2000’li yıllardan beri dünyada kendini iyice yerleştirdiği gözlenmektedir. Cumhuriyet’in birinci yüzyılda demokratik bir bilim toplumu olmayı hedeflendiği gibi, ikinci yüzyılında da demokratik bilişim toplumu olması hedeflenmelidir.
Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında, ilk yüzyılındaki temelleri ve ana ilke ve değerlerinden de vaz geçilmemelidir. Cumhuriyet’in demokrasi anlayışı halkçılık ile ifade edilmiş ve “Cumhuriyet, kimsesizin kimsesidir.” biçiminde tanımlanmıştı. Köye ulaşmak mazlum halka erişip, elinden tutmak anlamını taşıyordu. Köyden şehirlere göç ve ekonomik çalkantılar sefalete itilmiş toplum kesimleri yaratmıştır. En alttakilerini düşünmeyen bir ulusun ulusallık ülküleri sağlam olamaz.
Söylenecek çok sorun ve öneri var. Çözümler cebimizdedir. Yeter ki ulusça kalkınma amacının gereğini düşünelim.
Sonuç
Ziya Gökalp, yenilik karşıtlarının Türk devrimine de karşı çıkacağını öngörmüş. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında yaptığı birçok olumlu düzenleme birtakım insanların karşı çıkması yüzünden uygulanamamıştı. Devlet birçok ivedi düzenleme durumundan bile geri adım atmak zorunda kalmıştı. Karşı çıkanlar genellikle yapılan düzenleme yüzünden kişisel çıkarlarını kaybedecek olanlardı ve kendi menfaatleri uğruna devletin ve milletin perişan olmasına yol açmışlardı. Ziya Gökalp aynı kötülüğün Atatürk’e ve Türk Devrimine de yönelebileceğini düşünerek “Niçin?” adlı şiirinde cumhuriyetçileri uyanık olmaya çağırmaktadır:[4] Zaman, Ziya Gökalp’in uyarısında ne denli haklı olduğunu göstermiştir.
“O millî dehanın tam Kemal’idir
Türk’ün hem celâli, hem cemalidir
Mefkûre görünmez, o timsalidir
Mefkûreye çattın söyle sen niçin?
***
Uyanık bulunun ey Türk gençleri!
İrtica sevmez bu hür rehberi
Susturun mantıkla, kin güdenleri
Borcumuz savaşmak ebeden, niçin?”
Dipnotlar
[1] Reşit, Muzaffer. (1963). Atatürk Şiirleri Antolojisi. Dokuzuncu baskı. Varlık Yayınları. s. 9.
[2] Akçura, Yusuf. (2017). Türk Devriminin Programı. Kaynak Yayınları.
[3] Başvekalet. (1929). 28 Teşrinievvel 1927 Umumî Nüfus Tahriri, Fasikül III, Ankara: Başvekâlet Müdevvenat Matbaası. s. 46.
[4] Necatigil, Behçet. (1988). Atatürk Şiirleri. Dördüncü baskı. Türk Tarih Kurumu Yayınları. s. 7.