Yeşil Kuşak Projesi

Sayı 75-Temmuz 2022

 

Birinci Dünya Savaşı, korkunç yıkımlara yol açmış, insanlığı sarsmıştı. Irkçılık ve mezhepçilik yüzünden herkes, her yerde saldırı tehdidinde ve diken üstünde duruyordu.

Aydınlar insanlık için çareler ararken sosyalizm bir umut olarak öne çıktı. Her sorunu çözebilecek reçetelerinin olduğunu söylüyorlardı. Kâğıt üzerinde iyi görünüyordu. İnsanlığı sosyalizm kurtarabilirdi!

***

Rusya’da devrim olmuştu. Demek ki iktidarı elde etmek mümkündü.

1930’lu yıllarda çeşitli ülkelerden sol atımlı ya da bağımsız entelektüeller Rus sosyalizminin sonuçlarını izlemek için SSCB’ye damladılar.

Gördükleri, entelektüelleri imha eden hödük Stalin’in vahşiliği ve bu cahil Gürcü köylüsünün kafasında ürettiği sefaletti. Irkçılığın dik âlâsı vardı. Gürcü ve Ermeniler dışındaki toplumlar (Ruslar dahil) feryat ediyordu!

Avrupalı entelektüeller için Leninist Marksizm daha 1930’larda umut olmaktan çıkmıştı.

Frankfurt okullarında başka yollar aramaya demokrasiyi geliştirmeye yöneldiler. Avrupa demokrasisini geliştirdiler. İskandinavya sosyalizmini ürettiler: Finlandiya, Danimarka, Norveç…

***

Dünyanın geri kalanında ise Stalinist sol yayılıyordu. Yetmezmiş gibi bir de silah kullanmaya, terör yöntemini “silahlı propaganda” adıyla uygulamaya başladılar.

Yayılmayı önlemek için Batı sistemi demokrasiyi geliştirmeye koyuldu. Türkiye’de 27 Mayıs’ta darbe yaptırıp, demokratlık konusunda hiç umut veremeyen Menderes’i devirip demokratik bir anayasa hazırlanması sağlandı. O zamana kadar yasaklı olan sol düşünce serbest bırakıldı. Yeni bir düşünce olarak sol popülerleşti.

Tuhaf biçimde işçiler, emekçiler değil de öğrenciler solcu olmuştu! ABD, bu gençlik aracılığıyla, Türkiye’ye sol olmayan bir solculuk aktarıyordu. Kısa sürede gençlik silahlandırıldı ve ülke terör bataklığına saplandı. Günde 50-100 kişi öldürülüyordu! 6.500 genç birbirini öldürdü.

Birçok ülke çalkantı halindeydi ve Batının pazarları tek tek düşüyordu. NATO, Yeşil Kuşak Projesini başlattı. Kızılları yeşille boğacaktı!

***

SSCB’yi çevreleyen ülkelerde demokrasiye ara verip teokratik dikta rejimlerinin kurulması sağlandı.

Pakistan’da General Ziya Ül-Hak darbe yaptı ve demokrasiyi kaldırıp doğrudan teokrasiyi ilan etti.

İran’da Amerikancı Şah’ı yıkıp yerine Humeyni’nin iktidara gelmesi sağlandı. Humeyni bir miktar can sıktı ama Batı’nın amaç ve ihtiyaçlarını tamamen karşıladı. Petrol ve şah zamanında edinilmiş bilimsel birikimiyle hızla kalkınıp Batı’nın karşısına rakip olabilecek İran kontrol altında tutuluyor.

Türkiye’de, ABD derin devletinin “Our boys” dedikleri Evren-Özal ikilisi darbe yapıp demokrasiye ara verildi. Türkiye’nin kâbusu olan irtica ve bölücülüğün önünü açıldı. Demokrasiye verilen aranın devam ettiğini söyleyenler haksız sayılmaz.

Demokratik Batı ya da “medeni milletler”, Afganistan’da Sovyet kuklası rejime karşı demokratik Afgan direnişi yerine Pakistan medreselerinde örgütlenen, Hz. Muhammed dönemindeymiş gibi yaşamayı ilke edinen Taliban örgütünü destekledi.

Son 40 yılda emperyalist sistem, halkının çoğu Müslüman olan ülkelerde demokratlara karşı antidemokrat teokratları desteklemesiyle geçti.

Taliban, El Kayda, İşid, Boko Haram, Fetö, Kesnizani vb aynı merkezin imalatı ve aynı merkeze hizmet eden kesimlerdi.

Emperyalist oyunların bedelini ise mazlum milletler ödüyor. Türk aydını son 40 yılda muhteşem bir direniş göstermesine rağmen büyük bedeller ödedi; çok kurban verdi ve çok yoruldu.

40 yılın sonunda şimdi de nüfus transferleri ile yeni alt üst oluşlara hazırlanıyoruz. Kalkınmak için harcamamız gereken birikimimizi sorumlusu olmadığımız sorunlar için harcamak zorunda tutuluyoruz. Yerinde saymak bir yana, geri yuvarlanmak işten bile değil.

Demokratlık!

2021’in Ağustos’un sonunda ABD 20 yıl işgal altında tuttuğu Afganistan’ı terk etti ve yerini Taliban örgütü aldı. Böylece emperyalist domuzdan kıl kopardı diye Peştun Taliban barbarlarına methiye düzen düzene!

Kim bunlar? Kendini, Tanrı’nın eşrefi mahlukat olarak yarattığı insanların sahibi sayıp, insanları koyun yerine koyan, uygulamalarıyla İslamiyet’i karalayan, Müslümanları başkaları karşısında mahcup eden, ülkenin yüz akı olan her iyi ve güzel şeyi imha etmeye odaklanmış uygarlık dışı bir güruh!

***

Üniversite öğrencisi olduğum yıllar aklıma geldi. Yeşil kuşak projesi doğrultusunda Humeyni ABD’yi kovup diktatörlüğünü kurmuştu. Van’daydım ve binlerce İranlı mülteci vardı. Hepsi iyi eğitimli, çoğu batılı dilleri bilen, Türkçeyi iyi konuşan büyük çoğunluğu da Azeri olan insanlardı. T. Özal devriydi. Bu insanların birine bile vatandaşlık verilmedi! Yıllarca Van ve Kayseri kamplarında tutulup ABD’ye veya İran’a geri gönderildiler!

Şah’ın İran’ı birçok Avrupa devletinden ilerideydi. Sonra Humeyni musallat oldu. Ülkenin eğitimli kadrolarını imha etti. Milyonlarca insan vatanlarını terk etti! Yüzbinlerle insan darağacına asıldı, idam edildi. İran halkı hala belini doğrultamadı. Halk yönetimden nefret ediyor ama mollakrasiyi alt edebilmesi emperyalizmi yenmekten daha da zor!

Emperyalizme darbe vurmak iyidir de gerçek öyle midir? Türkiye, İran ya da Afgan halkı açısından duruma bakılmalıdır. Bir ülkenin emeği ile uzun yıllar boyunca oluşturduğu insan kaynağını ve uygarlık birikimini birtakım barbarlar imha ediyor! Emperyalizme asıl hizmet bu değil midir?

Bunda saygıdeğer bir şey olabilir mi?

Taleban ile Tanışma

80’li yılların sonunda Maraş’ın Afşin ilçesinde öğretmendim. Evren-Özal ikilisi Türkiye’yi yönetiyordu. Birçok eylem ve söylemleri irtica ve bölücülüğü teşvik eder haldeydi. Atatürkçüler baskı altına alınmış, “Alışacaksınız!” diyerek vesayeti kırma sloganı ile ülkeyi sağlam tutan çiviler sökülüyordu.

Yeşil Kuşak Projesi yürürlüğe konmuştu ama Türkiye’de okumuş teokrat yoktu! Bilimsel eğitimden geçen birisi teokrat olamaz. Dolayısıyla yeşil kuşak Türkiye’de pek yeşermedi. Galiba NATO çevreleri dışarıdan teokrat taşıyarak bu boşluğu kapatmaya çalışıyorlardı. Açıkça Pakistan ve İran Türkiye’ye “devrim ihracatı” yapıyordu ve yöneticilerimiz buna en azından göz yumuyordu.

O yıllarda Türkiye’den İran’a (Kum kentine) binlerce genç gitmiş ve mollalardan medreselerde eğitim almıştı. Başlangıçta hayli etkili olduklarını ve hazırlıksız olan Türk Ceditçiliğini sarstığını anımsıyorum. Toplumun büyük kesimi Atatürk gibi pozlar veren Evren’in Atatürkçü olduğunu sanıyor, ona güveniyordu.

Asıl ilginç olan ise Pakistan’dan bize Müslümanlığı öğretmek için gelenlerdi. Bizim kasabaya kadar gelmişlerdi! O yıllarda Cumhuriyet gibi bazı gazetelerde Pakistanlıların Anadolu’ya yayılmaları ve faaliyetleri haber yapılıyordu. Yani sadece bizim kasabaya gelmemişlerdi.

***

Derste günlük olayların konuşulduğu bölümümüz vardı. “Bugün kasabada, ilçede, ilde, Türkiye’de ve Dünya’da neler olmuş?” diye sorar, öğrencileri yurt ve dünya sorunlarına ilgi duymalarını sağlamaya çalışırdık. İlginç haberleri birkaç dakika ayırarak irdelerdik. Çocuklar “Köye 7 Müslümanın geldiğini” söylediler! Tuhaf ifadeydi. Hepimiz Müslümandık. Kendilerini öyle tanıtmışlar.

Aslında daha kalabalıklarmış, diğer köylere de dağılmışlar. Kasabadan birkaç kişi onlara pek yakın olmuş, nezaret etmişler. Eski İngiltere sömürgesiydiler ve çatır çatır İngilizce konuşuyorlardı. Ama köylüler İngilizce bilmiyordu.

Kasabada gündem Pakistanlı “Müslümanların” çalışmalarıydı.

Camiye yerleşmişler ve orada yiyip, orada yatıp kalkıyorlarmış. Bizimkilerin dinden çıktıklarını, gerçek İslam’ı unuttuklarını ve günahkâr olduklarını söylüyorlarmış. Kendilerinin sünneti yaşadıklarını ve kendilerini izleyip gözleyerek yeniden Müslüman olmaları gerektiğini anlatıyorlarmış. Öğrenciler, derste “Atatürk deccal midir?” diye soru sormaya başladılar!

Pakistan kıyafetleri giyiyorlardı. Entarimsi bir üstlük, şalvar ve başlarında kefen olabilecek büyüklükte bir sarık; sünnet öyleymiş. Bol miktarda sakallı bir surat. Hırçın ve nefretle bakan gözler!

Bunların davranışları kasabada günün malzemesiydi. Herkes onları konuşuyordu. Onları ilginç buldukları kesindi. Ancak zaman içinde Pakistan Müslümanları toplum nazarında antipatik görünmeye başladılar. Müslümanlıkları ise hiç beğenilmedi.

Camide yatıp kalkmalarına, uyumalarına bizimkiler bozuluyordu. Tanrı’nın evinde öyle enine uzununa yatmak olur muydu! Orası Allah ile buluşma mekanıydı. Pakistanlılar, evin Allah’ın evi olduğuna kabul ediyor ama özel ve değerli saymıyorlardı. Sitemkâr konuşan birisine “Tanrı’nın evinden size ne?” demiş, birisi. Bizimkiler, camiyi korumak ve temiz tutmak için evlerinde misafir etmek istiyorlardı ama Pakistanlılar kabul etmiyordu.

Adamların yıkanmadıkları da söyleniyordu. Kasabada genel bir hamam yoktu. Kimsenin evine de gitmiyorlardı. Çamaşırlarını ise abdest çeşmesinde yıkayıp caminin önüne asıyorlardı. Bu da hoş görünmüyordu.

Kasabada lokanta gibi bir yer de yoktu. Kahvaltılık türü yiyeceklerle besleniyorlarmış. Evlere yemek davetini de kabul etmiyor, misafirliğe, yemeğe de gitmiyorlarmış. Kendilerine gelen yiyecekleri ise çatal kaşık kullanmadan, avuçlarıyla yiyorlarmış. Birisinin anlattığına göre pilavı avuçlayıp birkaç defa sıkıp köfte gibi yapıp öyle yemişler. Çorbayı bile ekmeği kaşık gibi kullanarak ya da kafaya dikerek içmişler! Bizimki tuhaf bulup yüzünü ekşitince, “Sünnet böyle, Hz Muhammed de böyle yiyordu. Siz de böyle yemelisiniz.” demişler.

Bir gün içlerinden ikisi okulumuza geldi. Öğretmenler odasında baş köşeye buyurun ettik, sandalye verdik. Adamlar sandalyeye oturmayıp, sünnettir diye yere çöktüler. “Yahu yerler oturacak kadar temiz değil” dememize aldırmadan bize sünnet dersi vermeye kalktılar. “Peygamberimiz iskemlesiz oturuyordu. İyi Müslüman olmak isteyenler onun davranışlarını taklit eder.” diye bir de haddimizi bildirdiler!

İnsanlar giderek homurdanmaya başlayınca bir gün sessizce çekip gittiler. Yaklaşık 20 gün kalmışlardı. Etkileri oldu galiba. Bazı aileler aylarca televizyon izlemediler. Pilavı avuçla yemeyi deneyen olmadı sanırım.

İşte o Pakistanlılar Afgan iç savaşı sırasında kendilerine sığınan Afgan Peştunlarının çocuklarını alıp medreselerde selefilik üzerine biçimlendirdiler. Taliban, “talipler, öğrenciler” demek. Talibanlar için Hz. Muhammed zamanı altın çağdı (Asrı Saadet). Yine öyle cennetlik mümin olmak isteniyorsa o zamandaki koşulları oluşturup, o şekilde yaşamak gerekirdi. Bilime, yeni bilgilere gerek yoktu. “Asrı saadette nasıldı?” sorusunun cevabını bilmek ve ona uymak yeterliydi. Eğitime düşen görev onu öğretmekti. Hz. Muhammed’in sünneti ve sahabelerin hayat ve kıssalarını bilmek yeterliği sağlıyor.

Varlığını narkotik madde üretip satarak sürdüren bir hareket, bunu sünnetle nasıl ilişkilendiriyorlar bilinmiyor, yorumla istediği çıkarsamayı yapabiliyorlar belki de.

Taliban işte böyle, önce Türkiye’de yayılmak istemiş ancak sıradan kasabalılarımızı bile ikna edememişti. Türkiye’de de köprünün altından çok su aktı. Bilimsel ve milli eğitimde hayli geriledik. Son yıllarda Taliban ve benzerleri Türkiye’de epeyce sempati toplamış gibi görünüyor!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir