Varoluşçu Psikoterapi

Sayı 33- İnsan Hakları Eğitimi (Ocak 2012)

GİRİŞ

Araştırmanın Amacı

Bu ödevi hazırlamamızdaki amaç Varoluşçu felsefe ve Varoluşçu psikoterapi hakkında bilgi edinmektir. Ayrıca özgürlük kavramı üzerinde durduk. Özgürlük kavramının tanımının ne olduğu ve özgürlüğün sınırlılıklarının neler olduğu hakkında araştırmalar yapılarak bu ödevi hazırlamış olduk.

Ondokuzuncu yüzyılda bir çok varoluşçu psikolog ve psikiyatrist çok sayıda felsefeci ve yazardan etkilenmiştir. Varoluşçu yaklaşımın felsefi temelleri hakkında bilgi sahibi olmak isteyen öğrencilerin, Soren Kierkegaard, Friedrich Nietzsche, Martin Heideger, Jean-Paul Sarte, Maritin Buber, Ludwing Binswanger ve Medard Boss’un kısa yaşam öyküleri ve bu kişilerin eserlerini okumaları çok yararlı olacaktır.Burada sıralanan kuramcılar, varoluşçu görüşün oluşumunda kendi kültürel, felsefi ve dini yazıları da varoluşçu terapinin oluşturulmasında bir temel teşkil etmiştir.

Araştırmanın Önemi

Özgürlük kavramı insan hayatının vazgeçilmez unsurlarından biridir. Bu konuyu açıklayıp insanların bu konuda bilgi sahibi olmasını amaçladık. Özgürlüğün insanlar için neler ifade ettiğini, özgürlüğün insan doğasına etkilerini araştırarak bireylere fayda sağlayacağını umuyoruz. Bu araştırmamızda sadece özgürlük kavramını ele almadık bunun yanı sorumluluk ve özgürlük arasındaki ilişkiyi bir bütünlük içerisinde ele aldık.

Araştırmanın Sınırlılıkları

Bu çalışmamızda elimizdeki kaynaklardan faydalandık. Yurt dışında yayınlanan ve araştırma yapılan kaynaklara ulaşılamadı. Ayrıca ülkemizde bu konu hakkında yapılan araştırmalara ve yazılan kaynaklara ulaşılmaya çalışıldı.

VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ

“ Varoluşçuluk (egzistansiyalizm) bireyin deneyimini ve bu deneyimin tekilliğini ve biricikliğini insan doğasını anlamanın temeli olarak gören bir felsefe akımıdır. Varoluşçuluk, insanın varoluşuyla doğal nesnelere özgü varlık türü arasındaki karşıtlığı büyük bir güçle vurgulayan, iradesi ve bilinci olan insanların, irade ve bilinçten yoksun nesneler dünyasına fırlatılmış olduğunu öne süren bir düşünce okuludur. Bu akım insan özgürlüğüne inanır ve insanların davranışlarından sorumlu olduğunu öne sürer. ”

“ Varoluşçu-insancıl psikolojisi tek bir psikologun görüşlerini temsil etmez birbiriyle pek sıkı ilişkisi olmayan bazı yönlerden birbirlerinden oldukça farklı görüşleri içerir. Bu görüşü temsil eden psikologların arasındaki ortak yönler şunlardır; kendini gerçekleştirmeyi psikolojik gelişmenin temelinde görürler bireyin her zaman bir seçim yaparak belirli duygu, düşünce, konuşma ve davranış gösterdiğine bu nedenle insanların duygu, düşünce ve konuşma davranışlarından yalnız kendilerinin sorumlu olduklarına inanırlar. ”

VAROLUŞÇU TERAPİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ

“ Varoluşçu terapi hareketi belli kişi veya gruplar tarafından ortaya atılmamıştır. Bunun yerine, 1940 ve 1950’lerde birçok felsefi akım ele alınarak, Avrupa’nın farklı bölgelerinde psikoloji, psikiyatrinin farklı ekolleri arasından ortaya çıkmıştır. Bu terapi; yalnızlık, yabancılaşma, anlamsızlık gibi çağdaş yaşamın ikilemlerini çözmek üzere bireylere yönelik yardım çabalarıyla gelişmiştir. Terapi konusunda ilk yazarlar, dünyada yalnızlık yaşayan bireyin deneyimleri ve bu durumda oluşan kaygıyla yüzleşmeleri üzerine odaklanmışlardır. Avrupalı varoluşçu bakış, bireyin sınırlı yönleri ile yaşamın trajik boyutları üzerinde odaklanmıştır.


Soren Kıerkegaard (1813-1855): Danimarkalı felsefeci olan Kierkeaard angst kavramı üzerinde durmuştur. Korku, kaygı, endişe anlamına gelmektedir. Kierkeaard çalışmalarını yaşamdaki belirsizlik ve kaygı üzerine yoğunlaştırmıştır. Kaygı olmaması durumunda insanları uyurgezere benzetmiştir. İnsanlar yaşam ve ölüm gerçeği ile ergenlik döneminde karşılaşır ve bu durumdan rahatsız olur fakat bu ölüm gerçeğini değiştirmez. Bu yüzden insanın her zaman tetikte olması gerektiğini yani zaman zaman ölümü düşünmemiz gerektiğini söyler. Bu durum insan olma sürecinin bir gereğidir. Bizim insan olarak görevimiz kim olduğumuzu keşfetmek değil, kendi kendimizi yaratmaktır.

Friedrich Nıetzsch (1844-1900): Yerleşik gelenekleri hiçe sayan Alman felsefeci olan Nietzsche’ de benlik, etik ve toplum kavramlarına devinimsel bir yaklaşım getirmiştir. Subjektif bakış açısının önemini belirtmiştir. Gelenekçi düşüncelerin insanları yanlışa götürdüğünü ileri sürmüştür. Bireyin toplumdan bağımsız bir şekilde hareket etmesi gerektiğini savunur. Çünkü insanlar bu sayede yaratıcılıklarını keşfettiğini söyler. Varoluşçu felsefenin usta kuramcılarındandır.

Martın Heıdegger (1889-1976): Geçmiş yaşantılar üzerinde durmamıştır. Bunun yerine insanların geleceği üzerinde düşünmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Otantik yaşantılar ile geleceğe odaklamak gerektiğini düşünmüştür. Kierkegaard ve Nietzsche tarafından ifade edilen subjektif deneyimi 20.yüzyılda adı fenomenoloji olan bir yaşantıyı inceleme yöntemi haline getirmiştir. Kişinin olumsuzluklar arasından olumlu şeyler çıkarabileceğini ileri sürmiştir.

Jean Paul Sarte (1905-1980): Bir felsefeci ve bir yazardır. İnsanların daha önceki varoluşçuların düşündüklerinden çok daha büyük oranda özgür olduklarına inanmasına yol açmıştır. Geçmiş ve bugün arasındaki boşluk, hiçlik, ne yapacağımızı seçme konusunda bizi özgür kılmaktadır. Kişinin geçmişine bakmaksızın geleceğini şekillendirebileceğini söyler. Yani geçmişe bakmaksızın tercihlerde bulunabiliriz fakat bazı sorumlulukları üstlenmek gerekmektedir.

Martın Buber (1878-1965): Diğer varoluşçularla karşılaştırıldığında bireyselliğe daha az önem vermiştir. Her zaman ben yoktur diğerleri de vardır. Bazen karşımızdakileri birey olarak değil de eşya gibi şeyler olarak görmeye başlarız. İşte o zaman ilişki ben ve şeyler haline dönüşür. Bu da etkileşim de bozucu etkilere sebep olabilir. Yani kişi diyaloglarında karşısındaki kişiyi hesaba katarak diyaloga geçmelidir.’’

VAROLUŞÇU TERAPİ VE AKADEMİK TOPLULUK

“Akademik psikiyatri ve psikolojiden akademik destek azlığı varoluşçu terapi alanı için büyük önem taşımaktadır; çünkü akademik açıdan baskın kurumlar, klinik disiplinlerin gelişimini etkileyen gerekli şeylerin kontrolünü sağlayan bütün yolları kontrol etmektedir. Varoluşçu yaklaşımların akademik kurumlar tarafından böylesine karantiya alınma nedeni düşünmemiz gerekmektedir; çünkü esas olarak bilgi kaynağı konusuna dayanmaktadır yani bildiklerimizi nereden bildiğimize. Pozitivist geleneğe dayanan akademik psikiyatri ve psikoloji, bilgiyi geçerli kılma yöntemi olarak deneysel araştırmaya önem vermiştir.”


Temel hümanist inanç “İnsan parçalarından daha büyüktür’’ demektedir. İnsan zihni parçalarını yani id, ego, süper ego, bilinçdışı, bilinç kavramlarını ne kadar iyi anlarsa anlasın bilinçdışına sahip alan kişiyi anlatamaz. Üstelik deneysel yaklaşım insanlara bunları anlamada yardımcı olmaz. Anlam hiçbir zaman bütünü meydana getiren parçaların öğrenilmesi ile anlaşılmaz çünkü anlamayı meydana getiren düzenli yapıda olan insan zihnidir. Deneysel psikoterapi araştırmasının sınırlılıklarının varoluşçu terapiye özgü olmadığının bilinmesi gerekmektedir; fakat bu varoluşçu sınırlılıklar varoluşçu yaklaşımdan daha açık görülmektedir. Deneysel psikoterapi araştırmasının kurucusu ve babası olan Carl Rogers’ın üzülerek belirttiği gibi, “ Psikoterapi araştırmacıları bile kendi psikoterapi yaklaşımlarını değiştirecek kadar ciddiye almamaktadır. ’’

ÖZGÜRLÜK

Özgürlük: “ Özgürlük düşünceler tarihini felsefe ve toplum bilimin önde gelen konusu olarak özgürlük soyut bir kavramdır. Varoluşçu felsefe durağan bir varlık anlayışı yerine var olan özgürlüğe sahip bir insan varoluşunu ele alır. Varoluşun psikoterapide insanın özgürlüğü üzerine insan psikolojisinin evrelerini ele alır. ”


“Locke ‘a göre özgürlük kişinin irade ya da tarihini değil zihnin seçeneği ya da yöneleceğini yapmaktan kaçınma gücüne sahip olma ile ilintilidir. Locke ‘en göre özgürlük isteği sorunu anlamsızdır; özgürlük, insanın isteğine değil onun eylem gücüne ilişkin bir olgu olarak düşünülmektedir. ”

Sorumluluk: “ Sorumluluğun bir çok çağrışımı vardır. Güvenilir, ehemmiyet edilen kimseler için “ sorumluluk sahibi ” deriz. “ Sorumluluk ” aynı zamanda yasal,  parasal veya ahlaki  sorumluluğu da ifade etmektir. Akıl sağlığı anlamındaki “ sorumluluk ”, hastanın mantıklı davranış yeteneğinin yanı sıra terapistin hastaya ahlaki sadakatine de göndermede bulunur. Bu çağrışımların hiçbiri bu tartışmayla tamamen ilişkisiz değildir. Sorumluluk yaratma anlamına gelir. Sorumluluğun farkında olmak, kişinin kendi özünü, kaderini, hayat durumunu, duygularını ve hatta acı çekişini yarattığının farkında olmaktır. Böyle bir sorumluluğu kabul etmeyen, çektiği sıkıntı için başkalarını suçlamaya devam eden hasta için terapi söz konusu olmamaktadır. ’’


Varoluş Kaygısı Olarak Sorumluluk: “ Ölümün varoluşsal bir konu olduğu bir gerçektir. Ölümlü fani olma varoluşu belirgin getirilerindendir. En derin düzeyde sorumluluk varoluşu açıklar. Bu durum uzun yıllar önce basit bir deneyimle görülmüştür. Örneğin tropikal bir gölün sıcak, güneşli ve berrak sular içinde dalış yaptığınızı düşünün. Suyun içindeyken sık sık derin bir rahatlık hissi duyarsınız kendi evinizdeki gibi rahatsınız. Suyun sıcaklığı, mercan dibin güzelliği, parlak gümüş renkli balıklar, fosforlu balıklar, muhteşem güzellikteki melek balıkları, suları yararak yüzmek hepsi bir su altı cennetini hissettirir insana. Ve birden bakış açınızı değiştirip şöyle bir bakın göldeki balıkların hiçbiri bu güzelliğin farkında değil dahası sizin gibi mutlu değil. Melek balıkları, fosforlu balıklar mercanlar güzelliklerinin farkında değiller ya da deniz kestanesi çirkin olduğunu bilmiyor. O güzel saatler mutluluğum aslında hiçbiri gerçek değil bunların hepsini kendimiz yaratıyormuşuz. Çevremiz bizim gördüğümüz gibi var biz ağacı güzel gördüğümüz içim ağaç güzel bu şekilde düşünmek gerekir. Yani bütün bu algılar bana ait. ”

Dünyaya karşı sorumluluğunu keşfederken gerçek “durumuna”  ait bilgi kafasına dank eder. Dünya ancak insanoğlunun kafasında kurduğu şekliyle anlam kazanır. İnsan kendisini ve dünyasını oluşturması (sorumlu olması) ve sorumluluğunun farkında olması oldukça ürkütücü bir kavrayıştır. Bunun anlamını bir düşünelim. İnsanın kendi yaratımının sonucu olan dışında dünyanın hiçbir anlamı yoktur. Kurallar, ahlaki sistemler, değerler yoktur; herhangi bir dış anlamı yoktur; evrende büyük bir tasarı yoktur. Sartre’ın görüş açısında,’’ Birey tek başına yaratıcıdır’’.

Varoluşu bir tarzda yaşamak insanı sersemleştirebilir. Aslında hiçbir şey göründüğü gibi değildir. İnsanın altındaki zemin açılmış gibi görünür. Gerçekten sorumluluk farkındalığının  öznel deneyimi için yaygın kullanılan bir terimdir. Sorumluluk insana belirli sınırlılıklar çizer ve insanın bu sınırlılıklar içerisinde hareket etmesini gerektirir.

“ Zeminsizlik anksiyetesine, anksiyeteyle yüz yüze geldiğimizdeki gibi tepki veririz: yani rahatlama ararız. Kendimizi korumanın birçok yolu vardır. Birincisi, zeminsizlik anksiyetesi, ölüm anksiyetesi farklı olarak sıradan yaşantıda belirgin değildir. Yetişkin tarafından kolayca sezilemez ve büyük bir olasılıkla çocuk tarafından da sezilmez. İnsanlar zeminsizliğe iten düşüncelerden kaçınırlar. (örneğin; karar verme, yalıtım, özerk hareket) Bu sayede insan büyük bir şeyler arar otorite, sihir, yapı, büyük tasarı gibi. Bu nedenle çocuklar özgürlükten rahatsız olur ve sınır koymasını talep eder;  panik haldeki psikotik hastalar içinde aynı durum geçelidir onlar da sınır konulmasını talep eder. ”

“Bununla birlikte hepsinin içindeki en güçlü savunma beklide yaşandığı şekli ile gerçekleşir. Kendimizi birincil kurucular gibi görmek, normalde yaşadığımız gibi gerçekliğinin karşısında durmaktır. Duyu verilerimiz bize dünyanın “ orada ” olduğunu ve girip çıktığımızı söyler. Fakat, Heidegger ve Sartre’ın öne sürdüğü gibi görünüşler inkarın hizmetine girer: Dünya şekilde kurarız ki, bizim yapımızdan bağımsız gibi görünür. Dünyayı deneysel dünya olarak kurmak onun bizden farklı bir şey olarak kurulması anlamına gelir. Kendi özgürlüğümüzden kaçmamıza izin veren bu söz oyunlarının herhangi birini yutmak “  otantik olmayan şekilde ” (Heidgegger) veya “ samimiyetsiz ” (Sartre) yaşamaktır. Sartre kendi projesinin, insanları samimiyetsizlikten kurtarıp sorumluluk üstlenmelerine yardımcı olmak olduğunu düşünmütür. ”

Sorumluluğun Üstlenmesi ve Psikoterapi

“ Terapist süreli olarak hastanın kendi sıkıntılarını kendisinin yarattığına dair dair çerçevesiyle hareket etmelidir. Hastanın yalnız, yalıtılmış, kronik bir biçimde tacize uğramış ya da uykusuz olmasını nedeni rastlantı, kötü şans ya da kötü genler değildir. Terapist hastanın kendi açmazında nasıl bir rol oynadığını belirlemeli ve bu içgörüyü hastaya iletmenin yollarını bulmalıdır. İnsan kendi sıkıntısını kendisini yarattığını fark etmedikçe değişmek için bir motivasyonu olamaz. Eğer kişi sıkıntısının başkaları, kötü şans ya da tatmin edici olmayan iş tarafından yaratıldığına inanmakta ısrar ediyorsa kişisel değişim için neden enerji harcasın ki? Böylesine bir inanç sisteminin karşısında en belirgin strateji terapötik değil eylemcidir: yan, insanın çevresini değiştirmeye yöneliktir. ’’

Sorululuğun kabul edilmesine hazır oluş hastadan hastaya çeşitlilik gösterir. Bazı hastalar için bu aşırı derecede zordur ve terapötik işin büyük bir bölümünü oluşturur; ama hasta sorumluluğu bir kez üstlendikten sonra terapötik değişim neredeyse otomatik olarak ve çaba göstermeksizin meydana gelir. Sorumluluğu daha çabuk üstlenen, ancak terapinin diğer aşamalarında duraklayan insanlarda vardır. Genellikle sorumluluğun kabulü bütün yönlerde sabit bir şekilde gerçekleşmez, bireyler bazı alanlarda sorumluluğu kabul ederken bazıları da reddederler.

Sorumluluğun Sınırları

Sorumluluk kavramı psikoterapi için çok önemlidir. Sorumluluğun kabul edilmesi bireyin özerklik kazanması ve bütün potansiyelini gerçekleştirmesini sağlar. Ama bu gerçek ne kadar doğrudur? Bir çok terapist sorumluluğun profesyonel savunucular, fakat gizliden gizliye kendi içlerinde ve kendi inanç sistemlerinde çevresel deterministlerdir. Yıllarca hem bireysel olarak hem de psikoterapistlerden oluşan grup terapilerinde psikoterapistleri tedavi edildiği görülmüştür. Psikoterapistlerin ne kadar sıklıkla çifte standart kullandıklarını görüyoruz. Hastalar kendi dünyalarını oluştururlar ve bundan sorumuludur, oysa terapistlerin kendi saçmalığına yer olmayan nesne, yapılandırılmış bir dünyada yaşarlar ve gerçekte olanı ayarlamak için ellerinden geleni yaparlar. Terapistler sorumluluğun üstlenilmesinin savunuculuğunu yaparlar, fakat gizli şüpheleri dışarı sızar; kendilerinin inanmadığı bir şeye hastalarını inandıramazlar. Hastanın direncine bilinç dışına anlayış gösterirler ve bu direncin tuzağına düşerler.

Sorumluluk ve Varoluşsal Suçluluk

“Hastanın sorumluluğunun farkındalığını kolaylaştırma çabasıyla terapist kısa sürede terapötik alanında davetsiz bir varlığın bulunduğunu hisseder. Bu varlık suçluluktur, sık sık varoluşsal psikoterapi sürecine istenemeden giren sorumluluğunun karanlık gölgesidir. Varoluşsal olarak temellenmiş terapide “suçluluk”, yanlış bir şey yapma duygusuyla ilişkili duygu durumuna gönderme yapan geleneksel terapideki anlamından biraz daha farklı bir anlam üstlenir oldukça rahatsız edici bir durumdur ve anksiyete artı kötülük duygusu olarak tarif edilir. ”  

“Psikoterapideki varoluşsal bakış açısı suç kavramına önemli bir boyut ekler. Birincisi insanın eylemlerinin sorumluluğunun tam olarak kabulü kaçış yollarını azaltarak suçluluk alanını genişletir. İnsan artık, “öyle demek istemedim” , “kazayla oldu”, “elimde değildi”, “karşı konulmaz bir dürtü sonucuydu” , gibi bahanelere güvenemez. Böylece gerçek suçluluk ve insanın kişiler arası ilişkilerindeki rolü varoluşsal terapötik diyaloğa girer. Nevrotik suçluluk, başka bir bireye, eski ve modern tabulara veya anne baba veya toplumsal mahkemelere karşı işlenen hayali suçlardan kaynaklanır. Gerçek suçluluk sembolik olarak uygun bir telafiyle karşılanmalıdır.”  

SONUÇ

Bu çalışmada öğrendiğimiz varoluşçuluğun kaynağında yatan kaygı ve özgürlük terimleri ile karşılaşılmaktadır. Bu bilgilerden yola çıkarak varoluşçu psikoterapide özgürlüğün yeri ve önemine değinildi. Çalışmamızda bu konulara yeteri kadar açıklık getirdik. Varoluş psikoterapisi hakkında bulabildiğimiz kaynaklardan varoluşçu psikoterapi hakkında bilgi topladık ve bu bilgilere araştırmamızda yer verildi.

Biliyoruz ki varoluşçuluk insancıl yaklaşımı temel alır. Ayrıca insanların özgürlüğüne ve insan davranışlarının sorumlu olduğunu ortaya koyar. Varoluşçuluk,  insanın kişisel anlamını değerlendirmesini, yaşama sürecinde kendi yolunu seçmesini, düşman ve amaçsız bir evrenin doğurduğu,  kişiliğin yitirilmesi tehlikesine karşı,  insanın kendi özgür istemiyle direnmesi gerektiğini savunur.

Varoluşçuluk’a göre, evrende kendi varlığını kendisi yaratan tek varlık insandır. İnsandan başka tüm varlıklar, varoluşlarından önce yapılmışlar, biçimlenmişler, nitelik kazanmışlardır. İnsan kendini nasıl yapar, varlar ve değerlendirirse insan odur. Yaşama anlam veren insanın kendisidir. İnsan kendini varladığı için özgür ve sorumlu olmak zorundadır. Bu sorumluluk nedeniyle bunalım, sıkıntı, kaygı duyar. Varolma sorumluluğundan doğan bu kaygı ve sıkıntı, insanın temel davranış ve eylem gücünü oluşturur.
.
Varoluşçulara göre insan davranışları doğadaki diğer fiziksel olaylar gibi değerlendirilemez, incelenemez, kategorilere ayrıştırılamaz. İnsan davranışları bu bağlamda açıklanamaz ancak anlaşılabilir. İnsan davranışlarının anlaşılabilmesi için veya insanın bütüncül olarak anlaşılabilmesi için tüm yargılardan ve ön fikirlerden uzak olmak gerekir. İnsan mekanik bir aygıt olmadığından onun davranışlarını bir takım gruplara ayırmak, sistematize etmek, şablonlaştırmak insanı anlamak değil, tam tersine onun anlaşılmasını zorlaştıran temel faktördür. Hele hele bir takım hastalık isimleri altında insanları birer kemiyet gibi değerlendirmek, bilgisayar programlarına kodlamak, sistematize etmek insana yapılacak en büyük ihanetlerden biridir.

Ayrıca insan ne denli doyurucu bir hayat  sürerse sürsün sonunda ölüm gerçeğinin karşısına çıkacağını bilmektedir. İnsan hayatına değer veren, anlamlı her şey nihai bir noktada geride pek az iz bırakarak yok olmaya mahkumdur. Eğer insan yarın ölecekse neden bu gün anlamlı bir şeyler yaratmaya çalışsın ki? İşte bu gerçek insanın zihnini kemirir ve bilinçdışına bastırılsa dahi bulunduğu yerden insanı rahatsız edecek ölçüde kaygı üretmeye devam edebilir.

Varoluşçuluk hakkında birçok filozof görüş belirtmiştir. Hepsinin üzerinde durduğu başlıklar: Ölüm, anlamsızlık, yaşam kaygısı, özgürlük, yalıtım ve insan doğası konularıdır. Fakat özgürlüğün diğer başlıklardan daha çok etkisi var. Ayrıca bu alanda çalışma yapan filozofların bu alana yönelmelerinde yaşadıkları aile ortamı ve çocukluk yıllarında içine kapanıklık etkili olmuştur.

Özgürlük ve kaygı arasında bir bağlantının olmadığını sadece özgürlüğün aşırı yaşanması sonucunda kişide yalnızlık ve yaşam kaygısının oluştuğunu düşünülmektedir.

KAYNAKÇA

•    Foulquıe, Paul, ‘’Varoluş Felsefesi’’ Çeviren: Nurettin Topçu. 3. Baskı İstanbul: Hareket Yayınları, 1967.

•    Cüceloğlu, Doğan, ’’İnsan ve Davranış’’(12. basım. İstanbul: 2003).  

•    Yalom,Irvın, ‘’Varoluşçu Psikoterapi’’ Çeviren: Zeliha İyidoğan  Babayiğit.5. Baskı:  İstanbul: Kabalcı Yayınevi,2000.

•    Spitzer, Manfred ve Maher. A. Brandon, ‘’Felsefe ve Psikopatoloji’’Çeviren: Özgür Karaçam.1.Baskı: İstanbul: Gendaş Yayıncılık,1998.

•    Çüçen,A.Kadir ‘’Felsefeye Giriş’’.3.Baskı:Bursa:Asa Kitapevi,2002.

•    Glasser, William ‘’ Kişisel Özgürlüğün Psikolojisi’’ Çeviren: Müge İzmirli.2 Baskı: İstanbul: Hayat Yayınları,2003.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir