Ne Zaman Doğdunuz?

Sayı 33- İnsan Hakları Eğitimi (Ocak 2012)

Zaman nedir? Zaman nasıl başladı? Zamanın başı sonu belli mi? Başı olmayanın sonu olur mu? Zaman hep ileriye doğru mu akar? İleriye doğru akıyorsa, zaman eskir mi, eskirse zamanı zaman mı eskitir? Yaşadığımız zamanın dışında bir zamandan söz edilebilir mi? Zaman olmasaydı ne olurdu? Zamanla zamanı anlayabilir miyiz?

“Zaman”ı düşününce içinden çıkamadığım sorular bunlar. Zaman alabildiğine karmaşık, alabildiğine soyut bir kavram. İnsan, yaşamın hızlı (yani zamansal) akışı içinde kullanışlı ve anlaşılır olması için soyut zamanı somutlaştırmak ister. “Ne zaman?” sorusuna herkesin, şöyle ya da böyle, üstünde anlaşacağı bir yanıtın olmaması karmaşalar doğurabilir. Bunun için sene, ay, saat, dakika, saniye gibi dilsel kavramları kullanır. “Ne zaman doğdunuz?” sorusunun yanıtı dört beş harflik bir ay adına ve beş altı rakamlık günlere, yıllara sıkışıverir sözgelimi: 24 Mart 1989. Ancak okuma yazma oranın düşük olduğu, reklamlı takvimlerin evlere henüz girmediği, köylülerin kendi zamanlarını yarattıkları yıllarda doğan çocuklar (Olasılıkla şimdi onlar torunlarını seviyordur.), “Ne zaman doğdunuz?” sorusuna takvime dayalı bir yanıt vermezler. Benim gözlemlediğim bazı doğum tarihleri şunlar:

  • Karlar yavaş yavaş erimeye başladığında (Yaşamların buzu çözüldüğünde).
  • Kardelenler yaylaya düştüğünde (Yörük gençleri sevdalandığında).
  • Ekinler ekildiğinde / baş verdiğinde – filizlendiğinde / sarardığında / kalktığında (Dünya döndüğünde).
  • Ekinlere patoz girdiğinde / Haşhaş hasadında / Çukur’da pamuk toplarken (Un derdinden, yağ derdinden yanıp tutuşurken).
  • Nevrozun alazı göğe ulaştığında (Davul dom dediğinde, halaylar çekildiğinde, zılgıtlar ezgilendiğinde).
  • Kaysılar çiçek açtığında (Dünya silme beyaza kestiğinde).
  • Elmalar meyveye durduğunda (Gebelerin ağzı sulandığında).
  • Kırmızı eriğe nişan düştüğünde (Bebelerin dişleri kamaştığında).

Bütün bu doğum zamanları ayrı bir öykü aslında. Hayal kurmanın olanaklarını yaratan, genişleten zamanlar… Parantez içindekiler benim hayallerim zaten (Siz de kendi parantezlerinizi açabilirsiniz.). Hayaller daha da artırılabilir: Belki kadın yeni doğurmuştur, kocası da “Geçmiş olsun hanım.” diyerek doğum yorgunu karısının başucuna bir kaysı çiçeği bırakmıştır. Veya doğumdan birkaç gün sonra hasada koşuşturmuştur emekçi kadın. Nevrozda davulun dom sesiyle kadının sancısı aynı ana denk gelmiş bile olabilir. Doğum zamanlarını anımsatan başka olaylar yok mu? “Duran’ın kızı Fatma, kocaya kaçtıydı hani!”, “Köye çakal indiydi de, Karabaş onları hacamat ettiydi.”, “Sarı Kız da buzağıladıydı o sıralar.”…

Bu doğum zamanlarını ve zamanların yol açtığı düşlemleri görünce kendi doğum tarihimin ne kadar soğuk ve yavan olduğunu düşündüm. Ne olmuş ben doğduğumda? Akılda kalacak hiçbir şey yok mu? Bir olay, öykü, bir doğa betimlemesi… Çevreyi gözlemleyip akılda tutmaya ne gerek var? Bir takvim yaprağına sıkışıyor her şey. Merak edip “tarihte bugün” ne olmuş diye internet sitelerine giriyorum: Moğol imparatoru Timurlenk Diyarbakır’ı işgal etmiş, Savarona’ya Türk bayrağı çekilmiş, Adana cezaevindeki tutuklular isyan başlatmış, Kerime Nadir vefat etmiş… Farklı farklı yıllarda olmuş tabii bunlar. Ve bende doğduğum yere, zamana ilişkin çağrışım yaratmıyorlar. Ben daha çok Mersin’de, Demirtaş Mahallesi’nde olanları merak ediyorum. Fakat kime sorsam “Anımsamıyorum.” yanıtını alıyorum. Bu unutkanlığın, belleksizliğin, zaman algısındaki belirgin farkın nedenleri neler olabilir?

Zamanını yaratmaktan, yaratılan zamana tutsak oluşa keskin bir geçiş yaşanmış. Köyden kente göç olabilir mi bunun nedeni? Etkisi olabilir; fakat temel neden değildir bence. Çünkü kentli de kendi zaman algısını oluşturabilir: Şu film vizyona girmişti, evin karşısındaki park o yıl yapılmıştı, portakal bahçelerinin yerine falanca site kurulmuştu, asgari ücrete beş kuruş zam gelmişti, belediye başkanı ihaleye fesat karıştırmıştı… Kentlilik değilse zamansal başkalığın nedeni sözlü kültür-yazılı kültür ikilemi olabilir. Okuma yazması olmayan insanların içinde bulunduğu kültür doğal olarak sözlüdür. Dilden dile geçen birçok mani, fıkra, türkü sözlü kültürün ögeleridir. Sıcaktır sözlü kültür, bizdendir; ama kalıcılığının yazılı kültüre göre daha az olduğu söylenir. Bu yüzden de sözlü kültürden yazılı kültüre geçmemiz gerektiği vurgulanır. Acaba işin aslı öyle mi? Bu noktada yazının gücünü yadsıyacak değilim; ama sözü de küçümseyemem. Yazılı kültürün kalıcılığı daha çoktur; fakat kalıcılığın işlevselleşmesi zamana bağlıdır. Bugün hemen her şey yazıya geçiyor. Kitapların içinde boğulabilirsiniz, internetten yıllar öncesinin metinlerine ulaşmak bile olanaklı. Ama neden geçmişi anımsamıyoruz? “Çünkü gerek yok, zaten yazıyor. Araştırmak mı, o da ne?

Yazılı kültürün kalıcılığının sözlü kültüre oranla daha fazla olduğu bir gerçek; fakat yazılı kültürün işlevselleşmesi için, öncelikle onu kullanmak, varsıllaştırmak gerekli. Bu noktada sözlü kültürü dışlamak, yazılı kültüre bir katkı sunmayacaktır. Zaten ortaya çıkan belleksizlik, tamamen ne yazılı kültürün eksikliğine ne de sözlü kültürün varlığına yüklenebilir. Bugünkü belleksizlik, bir yönüyle sözlü kültür ile yazılı kültürün arasında kalmanın doğurduğu bir bocalamanın sonucu olabilir. Zaman ise bu bocalamadan yararlananlarla dolu.

Zamanımızın direttiği olumsuzluklar düşünülünce yeni zaman arayışı anlam kazanıyor. Sözlü kültürden yazılı kültüre değil; sözlü kültürle birlikte yazılı kültüre geçmek (hem sözü hem de yazıyı işlevli, kullanışlı ve birbiriyle ilişkili duruma getirerek) ve bir başlangıç olarak yeni doğacakların doğum zamanlarına karşıt-alternatif zamanlardan bakmak, bir başkaldırı olmasa bile zamana boyun eğmemektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir