Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu, daha konforlu bir hayatı hayal ederek göç ediyor. Çünkü dünyada ve ülkemizde “yerinde yaşamı” devam ettirmek zorlaşıyor. Ekonomik alt yapı ve işleyiş bulunduğumuz yerde yaşamayı sürdürmeye engel oluyor. Değişen dünya, toplumsal yaşam için yeni koşullar öne sürüyor, göçü tetikliyor, evrensel bir olgu haline getiriyor.
Buna karşın, büyük kalabalıkların toplandığı merkezler; ekmek bulmayı, hayal edilene kavuşmayı olanaksız kılıyor. İçinden çıkılmaz bir karmaşıklar bütününe dönüşüyor hayat… Özellikle de büyük kentlerdeki işleyiş, devasa bir çarkı andırıyor. İnsanlar bu büyük çarkın sayısız dişlileri görevini yapıyor. Ancak bir taraftan da o sayısız dişliler arasında kırılan, ezilen, kaybolanlar oluyor bir şekilde…
Hatırladığımız en eski anılarımız yuvarlak odunlardan yapılmış pedavra çatılı yayla evlerinde geçti. Çocukluk hayatımız, gençliğimiz, acı tatlı anılarımız, içinde yaşadığımız o evler henüz silinmedi belleğimizden… Tabii ki o evlerin bulunduğu coğrafya, dağları, yaylaları, gölleri, güneşi, temiz havası, soğuk suları da… O coğrafyadaki hayat ve insan ilişkileri de…
Dış dünyadan kopuk hayatlar yaşardık. Ufkumuz dar, düşlerimiz sınırlı, dünyaya açılan penceremiz küçüktü. Seyahat olanaklarımız yetersizdi. Şimdi ise hızlı ulaşım araçları sayesinde ülkemizin ve dünyamızın her yerine istediğimiz zaman ulaşabiliyoruz. Olanaklarımız varsa… Gidiyor, geziyor, görüyoruz.
Çok hızlı iletişim araçları sayesinde de bütün dünyayı evimizde oturduğumuz yerden izleyebiliyoruz. Beynimizdeki yaşam oturduğumuz yerde bile eskisi ile mukayese edilemeyecek kadar çok yoğunlaşıyor. Acımasızca dönen bir çarkın içinde kalıyor ömrümüz…
Hayata karşı sorumluluk taşıyan insanlar olarak televizyonun karşısında dünyanın yükünü sırtımıza alıyoruz… Bu gün; günü güne, yılı yıla denk getirme uğraşı verirken bir taraftan da ülkemizin, çocuklarımızın geleceğini dert ediyoruz. Kendi yükümüzü taşıyamaz iken dünyanın yükünü taşımaya ortak olmak bizi yoruyor. Yaşadıklarımız bizi bunaltıyor. Başkalarının acısına kayıtsız kalma, merhamet duygularının azalması, duyarsızlığın artması, bize eskiyi, sadeyi, daha insancıl olanı anımsatıyor. Yorgunluktan gözlerimiz kapanmak üzereyken tepenin arkasından bir tulum sesi yaklaşmaya başlıyor kulaklarımıza doğru. “Çift Jandarma Türkü”sünün nağmeleri uçsuz bucaksız köknar ormanlarının arasında kaybolup gidiyor sanki. Nazar boncuğu gibi mavi krater göllerini yakamızda hissetmeye başlıyoruz. Masallarda uyuyan, evden kaçan çocukluğumuz çıkıyor yolumuza. Anılarımızın tuzağına düşürüyor bizi. Çıkmaz sokaklara götürüyor yüreğimizi…
Yüreğimizin ana sayfası memleketteki kütük defterinde kayıtlıdır. O kütük defteri ki gurbete “düşmüş” bir adamın “kara kutusu” gibidir. Bize verdikleri bizim gurbete getirdiklerimiz, unutmadıklarımız o kütük defterinde yazılanların fotokopisi gibidir.
Memleketimiz her gittiğimizde bizi bütün samimiyeti, kırgınlığı ve hüznüyle karşılar. Yıkık dökük evlerimiz, anılarımız, adım, adım gezdiğimiz yerler, kütük defterimizin aslı ile fotokopisini yüz yüze getirir. Kendimizi yeniden tanımlarız. Yönümüzü eskiden yaşadığımız sade hayatlara çeviririz. İşte bu yüzden sık, sık anılara düşer yolumuz. Yorucu ve karmaşık olmayan sade ve dingin geçen geçmişimizde dolaşmaya başlarız.
Anılarda gezinme dediğimiz turlara çıkarız. Yani pedavra çatılı evlere… Yaylalara, avuç, avuç su içtiğimiz pınarlara, “Ura” çektiğimiz pancarcılara. Deli Horon oynadığımız düğünlere, adaletli, civanmert gençliğimize. En çok da çocukluğumuza… Hayatımızdaki en günahsız ve tozpembe günlerimize çeviririz yüzümüzü… İhuuu! Çekip ıslık çalıp dağı taşı inlettiğimiz, yaylaları şenlendirdiğimiz günlere… Kara Göllerde, Ağ Göllerde yüzmeye… Bülbülan Yaylasında Yalınız Çam Dağlarında gezmeye…
Bir kıssa:
“Bir baba oğlunun her yanlışı için tahtaya bir çivi çakıyor ve oğlunu uyarıyormuş. Bir gün; “Oğlum tahtada yer kalmadı” demiş. Oğul, “Babacığım o çivilerin hepsini tek, tek sökeceğim, sen üzülme” diyerek artık yanlışlarımdan vazgeçeceğim anlamında söz veriyor. Uzun bir aradan sonra, “Evet babacığım, bütün yanlışlarımı düzelttim, çivileri sökebilirsin.” demiş.
Baba tahtaya bakmış, “Oğlum çivileri sökmüşsün ama izleri duruyor”. Diye cevaplamış oğlunu…
Bizler gurbete gelerek vücudumuza birer çivi gibi çakılmış olan anılarımızı her ne kadar sökmüş olsak da o çivilerin izleri beden tahtamızda yerlerini korumaktalar. Hala her gittiğimizde anılarımız ayaklanır. Üstümüze üstümüze gelirler.