Can Dostlar Öncelikle Merhabalar. Akşam Face’de gezinirken, Posof, Posof Lisesi ile ilgili paylaşımları, fotoğrafları, birlikte çalıştığım öğretmen arkadaşlarımı gördüm, iletilerini okudum. Duygulandım.
Canlar, selamlaşmak, haberdar olmak, hal hatır sormak elbette ki çok güzel ve de önemli. Ama “beni pek kesmiyor.” desem yalan olmaz. “Fazlasını yapamaz mıyız?” diye düşünürken aklıma şu geldi: O dönem birlikte çalışan biz öğretmenler ve öğrencilerimiz, o günlere dair her ne hatırlıyorsak, acı/tatlı, iyi/kötü, güzel/çirkin hepsini paylaşalım. Hem o günleri tekrar yâd etmiş oluruz, hem de kim bilir bakarsınız aramızdan kalemi kıvrak bir arkadaşımız çıkar da bunları değerlendirir, hatta belki de bir kitap haline getirir. Böylelikle de bizden sonrakilere, bizleri hatırlatacak/ders alınacak bir şeyler bırakmış oluruz. Ne dersiniz? Kabul diyorsanız işte ilki benden gelsin. Tayin oluşumdan Posof’ta göreve başlayışıma ve ilk günlere kadar yaşadıklarımı, duygularımı, düşündüklerimi, anımsayabildiğim kadarıyla anlatmaya çalıştım. Kusurum olursa affola.
06 Kasım 1977 Pazar. Ankara, Milli Eğitim Şura Salonu. Salon hıncahınç dolu. Kürsüde, masanın üzerinde bir dizi cam kavanoz var. Hani şu, çocukluğumuzda bakkallardaki içine kâğıtlı şeker doldurulan, yerküre şeklindeki cam kavanozlardan. İçlerinde bükülmüş, metal bir yüzüğe geçirilmiş kâğıtlar var. Bir anlamda geleceğimizi, kaderimizi belirleyecek kâğıtlar. “İnsan kendi kaderini kendisi tayin eder.” denir ya işte öyle. İsmi okunan gelip kurasını çekip kaderini belirleyecek. İsmim okundu. Kavanozun içinde metal yüzüklere geçirilmiş üç tane bükülü kâğıt var. İkisi birbirine paralel, diğeri de onların üzerinde çapraz bir şekilde. Aklıma gelen, çekersem üsttekini çekeceğim oldu. Bunu yapmak istemedim. Yan dönüp gözlerimi kapatıp bakmadan çekeyim dedim, elimi uzattım. Yine o üsttekini çekmişim. Kars Posof Lisesi. Salonda bir alkış koptu, demeyin gitsin. Sanırsınız yılbaşı çekilişinde en büyük ikramiye bana çıktı. Salon yıkılıyor. Ben de öyle. Ama benimki farklı. Kurada, (yanlış hatırlamıyorsam) Erzincan’dan öteyi çeken tek kişi olmanın verdiği haklı huzur ve gururla yerime döndüm (!) Benden sonraki arkadaşın çektiği, Antalya, Alanya bilmem ne lisesi.
Herkes tedarikli gelmiş. Masaların üzerleri Türkiye Haritalarından geçilmiyor. Çarşaf çarşaf. Birisine yanaştım. “Posof nerede ola ki ?” diye sordum. Birlikte baktık haritaya. Kars’ı buluyoruz, Ardahan da (o zamanlar Kars’a bağlı bir ilçe, henüz il yapılmamıştı) orada ama Posof yok. Başka haritalara da baktık. Yok, yok, yok Allah yok. “Ulan”, diyorum, “Böyle bir yer zaten yoktu da sırf beni göndermek için mi uydurdular?”
Birisi yanaştı “O haritalarda bulamazsınız” dedi. Haydaa! “Peki, nereden bulacağız?” “Karayolları haritasına bakacaksınız.” Aman bir karayolları haritası medet derken bir tane bulduk. Açtık. Posof’u gördüm. Ardahan’dan da ötede, o zamanki adıyla Sovyetler Birliği’ne girinti yapmış, sınırda, minicik bir ilçe. Süngümüz düştü.
Ankara Tren Garı’nda buluşmak üzere arkadaşlarla sözleştik, ayrıldık. 07 Kasım Pazartesi günü, dört arkadaş Ankara Tren Garı’ndayız. Trenle gideceğiz. Boykot yüzünden burslarımız kesildiği için paramız çok sınırlı. Trenle gitmemiz o yüzden. Dahası o zamanlar maaş hemen bağlanmıyor. Maaş nakil ilmühaberleri sonradan görev yerlerine gönderiliyor. Elimizde yalnızca atama kararnamesi var. Maaşların bağlanması iki ya da üç ayı bulabiliyor. O zamana kadar da kim öle kim kala. Haydi hayırlısı.
07 Kasım 1977 Pazartesi. Biletlerimizi aldık. Tren hareket etti. Hüzün, sevinç hepsi bir arada, iç içe. Ayrılıyor olmanın, bilinmeze, uzak iklimlere yol alışın, acabaların sıkıntısı, hüznü; diğer taraftan ekonomik bağımsızlığın kazanılıyor olmasının, yeni bir hayata başlıyor olmanın sevinci. Hangisi daha baskındı şimdi tam anımsayamıyorum.
Uzun yol boyu şarkılar, türküler söyledik, şakalar yaptık, fıkralar anlattık her türden, iskambil de oynadık belki. Ertesi gün sanırım öğleye doğru Erzincan’a vardık. Herkes trenden indi. Herkes inince ben öylece dımdızlak, sap gibi orta yerde kalakaldım. Öyle bir hüzün çöktü ki içime, demeyin gitsin. “Ben de gitmiyorum ulan, iniyorum işte.” deyip indim trenden. Arkadaşlarımı görev yerlerine uğurladıktan sonra geceyi Erzincan’da geçirdim.
09 Kasım 1977 Çarşamba. İstanbul’dan Kars’a giden otobüsler Erzincan’ın içinden, gece çok geç saatlerde geçiyorlar. Yola çıkıp beklemem, gelen otobüslerin önündeki yazıları okuyup Kars arabalarını kaçırmamam gerekiyor. Yazıları okumak çok zor. Gelen otobüslerin farları okumamı engelliyor. Ancak çok yakına geldiklerinde okuyabiliyorum. Zaten Kars’a çalışan topu topu iki seyahat şirketi var. Birisi Serhat Kars diğerini tam anımsayamıyorum. Kars Birlik olabilir. Çünkü (nedendir bilinmez) sık sık şirketler bozulup yeniden kuruluyor. Kaçırırsam ertesi geceyi beklemek zorundayım. Duran otobüste yer bulup oturmak mı, o artık şansa.
10 Kasım 1977 Perşembe akşamı, Kars’ta Töb-Der’deyim. Masada oyun oynayan dört kişi, etraflarında da onları seyreden birkaç kişi daha var. Hava kararmaya başladığı için çoğunluk evlerine gitmiş. “Bunların oyunu iddialı olmalı ki bırakmayı akıllarına getirmiyorlar” diye düşünüyorum.
Oynadıkları oyun yörede “Hoşkin” adıyla biliniyor. Çokça tutulan, oynanan bir oyun. Briçe benziyor ama bu oyun dört deste kâğıtla oynanıyor. Dört desteden bazı kâğıtlar oyunda kullanılmıyor. Onları çıkarıyorlar.
Yorgunum. Uyku gözümden akıyor. Hava da çok soğuk. Dışarıda kar, buz. Bir otele telefon edildi. Yer varmış. Bana otelin yerini tarif ettiler.
Oteli buldum. Ruslardan kalma eski bir bina. İki katlı. Adını şimdi unuttum. Tavan yüksekliği çok fazla, neredeyse beş metre. Yerler tahta döşeme. Tavan yüksekliği de fazla olunca yürürken yankı yapıyor, çok ses çıkarıyor. Üst katta bina boyunca uzanan çok geniş bir koridor, koridorun her iki yanına sıralanmış bir dizi oda. Salonun ortasında bildiğimiz petrol varilinden yapılmış kocaman bir soba. “Burayı ancak bu ısıtır” diye düşünüyorum. Odalarda, hatırladığım kadarıyla soba ya da benzeri bir ısıtıcı yok. Koridorun sağ ucundaki odayı gösterdiler. Yastık, yatak ve yorgan pamuk.
Üzerimi değişip yatağa giriyorum. Çok soğuk. Üşüyorum. Soğuktan dişlerim birbirine vuruyor. Uyumak mümkün değil. Top gibi büzülüyorum pamuk yorganın altında. “Nereden düştüm buralara” ile başlayan bildiğim tüm küfürleri ederek uykusuz sabahı zor ediyorum.
Ertesi gün, 11 Kasım 1977 Cuma. Vilayeti sordum. Tarif ettiler. Buldum. İlgili birimlere, İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne çıktım. Göreve başlamamla ilgili evrakı düzenleyip bir zarf içerisinde elime verdiler. Bu zarfı Posof’ta ilgili yerlere verip okuldaki görevime başlayacağım.
Posof’a gitmek üzere garaja vardım. “Posof’a direk araç yok. Ardahan’a kadar var, o da öğleyin 11:00’den sonra yok. Geçti. Yarın gideceksiniz.” dediler. O günlerde, Kars’tan daha doğuya gitmek isterseniz öğleyin 11:00’e kadar araç bulup gittiniz gittiniz. Aksi halde gidip otelde yerinizi ayırtmanız gerekiyor. Çünkü araç yok. Kars’tan batıya doğru gidecekler daha şanslı, çünkü batıya en son otobüs 16:00 ve 17:00’de.
Çaresiz akşamı ettim. Benim durumumda olan birkaç kişi daha ortaya çıktı. Onlar da Ardahan’a gitmek istiyorlar. Ama araç yok. “Kiralayalım” dendi. Haydii! Bir minibüs şoförü bulduk, durumu anlattık. “Olur, ama benim araçta kalorifer çalışmıyor. Farlarımın da kısa huzmeleri yanmıyor. Ona göre. Yolu yok, “peki” dedik, gecenin bir yarısı bindik minibüse. O zamanlar kar lastiği uygulaması falan yok. Bırakın uygulamayı kar lastiği nedir bilen de yok. Çıktık yola. Yerler hep buz, beyaz asfalt. Allah’a emanet gidiyoruz. Kalorifer yok. Donuyoruz. Karşıdan araç geldiğinde, farların kısa huzmeleri yanmadığından şoför ya farları kapatıyor, bu şekilde körlemesine gidiyoruz, ya da kaymadan durabilirse duruyor, aracın yönünü yoldan ayırıp dağa doğru çeviriyor, bekliyor. Böylelikle de karşıdan gelen aracın ışıktan rahatsız olmasını engelliyor. Gelen araç bizi geçtikten sonra da geriye çıkıp tekrar yola dönüp devam ediyoruz. Bunlar azmış gibi, yolcu kapısının kilidinin dili de soğuktan donunca kapı kapanmaz oldu. Ne yapalım ne edelim derken (çünkü tutmakla olmuyor, soğuktan ellerimiz donuyor) birisinin aklına, kapı iç koluna bir ip bağlayıp kapıya asılıp tutmak geldi. Öyle de yaptık. Meret tam kapanmıyor, aralıktan da korkunç bir soğuk geliyor ki öyle böyle değil. Kapı aralığından bir hışımla gelen soğuk hava, kapıya en yakın oturanı, özlemle sarılan sevgili gibi sarıp sarmaladıktan sonra arkadakilere doğru, atlamadan, sarıp sarmalamaya devamla yerini, geriden kendisini izleyen arkadaşlarına bırakıyor.
Şoför bir piknik tüpü verdi, “Isının bununla” dedi. Minibüsün içinde tüpü yakıp sırayla ısınmaya çalışıyoruz. Tehlike büyük ama kimin umurunda, donuyoruz. Bu şekilde gecenin bir yarısı Ardahan’a vardık, bir otele kendimizi zor attık.
Ertesi gün, 12 Kasım 1977 Cumartesi. Akşamdan oteldekiler sıkı sıkıya öğütlediler; “Sabah kalktığınızda karşıki kahvehanenin önünde birisi Posof’a gidecek olanların isimlerini bir kâğıda yazacak. Ona ismini, aman ha yazdırmayı unutma, yoksa gidemezsin, ertesi güne kalırsın.” diye. Sabah ilk iş, çorbayı erteleyip kahvehanenin önünde bitiyorum. Benden erkenciler de var. İsmimi yazdırmış olmanın rahatlığıyla soluğu lokantada alıyorum.
Posof’a gidecek araç soluk mavi renkli, burunlu bir Alman Ford Transit minibüs. 70-71 model olmalı. Posta aracı. Posof gibi, Hanak gibi, Damal gibi küçük yerleşim yerlerinde postaneler bulunmuyor. Onların yerine posta acenteleri var. İşte bu posta aracı bu posta acentelerine her gün düzenli olarak posta taşıyor. Onunla gideceğiz. Şoförün adı İskender. Ama kimse İskender demiyor. Aşağı İsko Dayı, yukarı İsko Dayı.
Saat: 11.00’de hareket ediyoruz. Zorlu bir yolculuk daha bizi bekliyor. Dağ yollarından gideceğiz. Yollar toprak, asfalt yok ama beyaz asfalt var, buz. Yol kış süresince, bazen de 4-5 ay ulaşıma kapanır, yöre halkı, atları koştukları yörede “hızek” denilen kızaklarla hastalarını Ardahan’a yetiştirmeye çalışırmış. Bu yüzden de her yıl, 10-12 kadının doğumda, ebeye/hastaneye yetiştirilemedikleri için öldüklerini anlattılar.
Yöre halkının 3.000 metre dediği ama gerçekte 2.550 metrelik yüksekliğe sahip Ilgar/Ulgar Dağını aşacağız. Yol boyunca, yer yer, herhangi bir yolla bağlantısı olmayan, orta yerde sipsivri duran köprüler görüyorum. Sorduğumda; “Bunlar seçim köprüleri” diyorlar.
Her taraf bembeyaz. Farklı renk görmek için etrafa bakınıyorum, ama nafile, yok. Her yer beyaz. “Öğretmen olduğum için beni ön koltuğa oturttular her halde.” Ben öyle olduğunu sanıyordum. Meğer Posof sürgün yeriymiş. Sürgün olan memurlar buraya verilirmiş. Sonradan öğrendim. Şimdilerde, herhalde sürgün yerine gönüllü giden birisini görmek şaşırttı/hoşlarına gitti de ondan ön koltuğu verdiler diye düşünüyorum. Kapıdan taraf oturuyorum. İsko Dayı ile aramızda başında papağı (tiftikten yapılmış bir tür kalpak)ellerinde uçları püsküllü tiftik eldivenleri, sırtında siyah kalın bir paltosu olan iriyarı, babayiğit birisi var. Ben bir şeyler sordukça “Yeğenim” deyip üşenmeden anlatmaya başlıyor. Konuşmayı sevdiği belli.
Ben Nazilliliyim. Bizim oralara kar yağmaz. Gerçi öğrenciliğimizde Ankara’da karla tanışıklığımız var ama buradaki öyle böyle değil.
Yanımdakinin gözlerinde çok koyu renk camlı güneş gözlükleri var. Hiç çıkarmıyor. Oldum olası koyu renk camlı güneş gözlüğü takanlar korkutur beni. Konuştuğum kişinin gözlerini görmek isterim hep. Kendi kendime “Yahu güneş de yok. Niye güneş gözlüğü takıyor acaba?” diye soruyorum. Cevabı bulamıyorum. Merakımı yenemeyip “Cehaletimi mazur gör” deyip soruyorum. Ciddi bir tavırla; “Yeğenim, bu kardan yansıyan ışınlar gözleri rahatsız eder, gözler kanlanır, bir şey göremez oluruz. Ondan takarız” deyip beni aydınlatıp merakımı gideriyor. Daha sonraları anlatılanların doğruluğunu yaşayarak öğreniyorum.
İsko Dayı, Hanak ve Damal’daki posta acentelerine uğrayıp postaları ve bir gün önce verilen siparişleri teslim ediyor.
Saat: 14.30. Yaklaşık 3,5 saattir yoldayız. Tepeden Posof’u seyrederek kıvrıla kıvrıla vadi tabanına doğru iniyoruz. Çevrede seyrek çam ağaçları var. Vadi tabanındaki derenin yanındaki çamlar oldukça sık. Ormanın hemen önünde, sağ tarafta, yol kenarında bir bina, onun önünde de geniş bir alan kuşbakışı görünüyor. Alanın bir bölümü futbol sahası olarak düzenlenmiş. Sorduğumda, binanın hudut bölüğü, önündeki alanınsa törenlerin yapıldığı, resmi bayramların kutlandığı alan olduğunu öğreniyorum.
Vadi tabanına indikten bir müddet sonra tekrar kıvrıla kıvrıla yükseliyoruz. Nihayet, işte 3,5 saatlik yolculuktan sonra Posof. Tabelada nüfus 3.000 yazıyor ama o kadar olduğunu hiç sanmıyorum.
Tam ortadan geçen Alpaslan Caddesi Posof’u ikiye ayırıyor. Yukarı Rabat, Aşağı Rabat Mahalleleri. Cadde L şeklinde. Ortaya geldiğinizde, sola dönüyor. Sola dönene kadar yokuş çıkıyorsunuz. Dönünce yol düzeliyor. Sola dönmeden önce, sol tarafta belediye binası, tam sola döndüğünüzde, sol kolunuzda kalan köşedeki lokanta “İzmirli’nin Lokantası.” Yaklaşık 60-70 metre ileride sağda “Şehir Lokantası.” Caddenin bitiminde, sol tarafta hapishane, sağ taraftaysa mezarlık bulunuyor. Mesaj açık. Anlayana.
Posof’ta hiç suç işleyen yok. En azından benim bulunduğum zamanlarda öyleydi. Çünkü suç işleyecek olanın kaçıp saklanabileceği hiçbir yer yok. Mümkün değil. Şimdiyi bilmiyorum. Günümüzde oldukça artan suç istatistiklerine oradan da katkı sunan var mıdır acaba?
O günlerde hapishanede tek bir mahkûm kalıyor. O da başka bir hapishaneden naklen gelmiş. Kalıyor diyorum çünkü adamcağız akşama kadar çarşıda, caddede, kahvelerde geziyor, muhabbet ediyor, oyun oynuyor, yatma zamanı geldiğinde de oteline, pardon hapishanesine dönüyor. Karışanı görüşeni de yok. Sanırsın tatilde.
12 Kasım 1977 Cumartesi. Saat: 15.00. Posof’a ilk girişte, Alpaslan Caddesi’nin başlangıcında, sol tarafınızda, yoldan yüksekçe bir yerde, üç katlı bir otel, adı “Turistik Otel”. Trabzonlu birisi işletiyor. Otelin ön tarafındaki boş alan garaj olarak kullanılıyor, ama depomsu metruk bir bina dışında, garajı hatırlatır herhangi bir yapı falan yok. Açık alan. Araçların park ve hareket yeri. Zaten büyük otobüsler çalışmıyor o yıllarda. Çünkü yollar uygun değil. İsko Dayı’nın Posta Minibüsü ile Sadoş Emmi’nin (Adı Sadettin, Azeri. Ama kimse Sadettin demiyor. Sefer dönüşlerinde iyi rakı içer) yarım otobüsü. Hani şu motoru aracın içinde, önde olanlardan. (Sonraları bu araçta, kışın en torpilli oturma yerinin, Sadoş Emmi’nin yanı, motor kompartımanının/muhafazasının üstü olduğunu öğreneceğim.) Haa bir de hatırladığım, garajda yatan eski kamyon dışında, Kaymakamlığın Amerikan malı bir kamyonetiyle, bir sağlık memurunun Land Rover’inin olduğu. Çevre köylerdeki birkaç yeşil renkli “Fendt” marka traktör dışında başka da Hak getire.
Garajdan Posof yönüne doğru yürüdüğünüzde, hemen solunuza kıvrılan bir küçük toprak yol sizi doğruca Posof Lisesi’ne götürüyor. Liseye giden yolun sağında, köşede, trafik polislerinin kullandığı bahçeli bir bina, onun karşısında ise cami.
Cumartesi olmasına karşın okul açık. Okul binasından içeriye girdim. Girişteki bölümde, duvarda düzenlenmiş köşeleri, asılan resimleri inceliyorum. Orta boylu, beyaz tenli, geriye taralı seyrek, kır saçlı, orta yaşın üzerinde ama oldukça dinç, temiz giyimli birisi yanıma yaklaşıp ne aradığımı sordu. Fransızca Öğretmeni olarak atandığımı söyledim. Hiçbir şey söylemedi. Bir anda beni kucakladı, merdivenlerden bir üst kata kucağında taşıyıp merdiven başında, soldaki ilk sınıfın kapısını iterek açtı, yere bıraktı. Aman Allahım sınıf veli dolu. Okul Müdürü ve tüm öğretmenler de orada. Veli toplantısı yapılıyormuş. Adının Yakup ERBİLİCİ olduğunu sonradan öğrendiğim, beni kucaklayan bey de okulun memuru, mutemedi imiş. Kucağından indirdikten sonra “Müdür Bey, yeni Fransızca Öğretmenimiz” dedi. Sınıfta bir alkıştır koptu. Hoş geldin, beş gittin tanışma/görüşme faslından sonra beni “üşümüşsündür” diyerek sobanın yanına oturtup gündem maddelerini görüşmeye devam ettiler.
Parkamı çıkaramadığım için buram buram terlerken bir yandan da Okul Müdürünü, Başyardımcısını, öğretmenleri, velileri inceleyip kendimce bir şeyler anlamaya çalışıyorum. Okul Müdürü Cahit KARANFİL, Posoflu, Din Kültürü Öğretmeni. Müdür Başyardımcısı Nihat DOĞRU oralı, Tarih Öğretmeni, Doğrular Köyü’nden. Köy Posof’a çok yakın. Müdür Yardımcısı Mehmet ŞENGÜN, Resim Öğretmeni, Çankırılı. Selahattin EROĞLU. (Boylu poslu ve de kilolu olduğu için öğrenciler “Varil” ismini takmışlar.) Felsefe Öğretmeni, Posof’un eniştesi. Sümer KÜÇÜK, Kağızmanlı Matematik Öğretmeni. Hayrettin GÜNAY, Giresun Eynesilli, Edebiyat Öğretmeni. Naim AKYÜZ, Posof’un Çamyazı Köyü’nden, Sosyal Bilgiler Öğretmeni. Toplam yedi kişi. Benimle etti sekiz. Haydi, Allah kolaylık versin!
Veli toplantısından sonra hastaneye gittik. Kaymakam, (sonraları Adana Vali Yardımcısı olan) Ruhi PAKER. İzindeymiş. Vekâleti Manisalı bir doktora bırakmış. Hemşehri çıktığımız için; “Hocam, o kadar uzun yoldan geldin. Bugün günlerden cumartesi ama biz seni dün gelmiş gibi gösterelim, dünden başlatalım, göreve başlama tarihin 11 Kasım olsun. Bu gece bizim misafirimiz ol, sana 15 gün de izin verelim. Gidip memleketinden eşyalarını falan getirirsin.” diyor. Teşekkür ediyorum.
Akşam yemekten sonra, lisenin hemen arkasındaki hastane lojmanındayız. İki doktor var. Birisi Kaymakamlığa vekâlet eden hemşehrim, diğeri diş hekimi Volkan Bey. Bir de Eczacı Fatih Bey. Eczacı var ama eczane yok. Hepsi de bekâr.
Hastane lojmanı kare biçiminde, ortada tüm kapıların açıldığı küçük salonumsu bir bölüm var. Kalorifer yok. Soba orada kurulu. Soba yandığında kapıları açıyorlar, böylelikle de odalar ısınmış oluyor. Diğer odalarda kendileri kaldığı için bana hiç kullanılmayan, yani kapısı hiç açılmamış odada yatmak düştü. Burada da yatak, yorgan ve yastık pamuk. Ömrü hayatımda hiç bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum. Sabah olana kadar akla karayı seçtim.
Okulda elime, haftalık ders programı verildi, derslere girmeye başladım. Öğrenci sayımız yaklaşık sekiz yüz. Öğrencilerimizin çoğunluğu çevre köylerden geliyor. 1960’lı yıllarda çalışmak üzere yurtdışına giden vatandaşlarımız önceleri, özellikle kalkınmada öncelikli yörelerden gönderilirdi. Bu yüzden neredeyse her evde mutlaka yurtdışında çalışan birileri var. Bu nedenle bazı öğrencilerimizin ceplerinde, neredeyse benim aldığım maaşa yakın cep harçlığı bulunabiliyor. Yoksul olanlar da yok değildi elbette. Ama çalıştığım üç yıl boyunca pantolonunda yama olan hiçbir köylü görmedim. Oysa benim doğup büyüdüğüm yerlerde, köylünün pantolonundan bir iplik çeksen kırk yama düşerdi o yıllarda.
Ortaokul ve lise bir arada. Normal memur mesaisinde gibiyiz. Sabah 08.00’de başlıyoruz, akşam 17.00’de bitiriyoruz. Her derse giriyoruz. Yeter ki öğrenciler boş kalmasın. Çünkü boş kaldıklarında başka sıkıntılar yaşıyoruz.
Lise binası, bitişik nizam, biri diğerinden kodlu, üçer katlı (zemin üstü iki kat) iki binadan oluşmakta. Önünde çokgenimsi büyükçe bir bahçesi var. Basketbol potaları ve voleybol sahası düzenlenmiş olan bahçenin bir kenarı, bir dizi kavak ağacı. Bina kaloriferli. Ama kaloriferler yalnızca müteahhidin binayı tesliminde, kontrol amaçlı bir kez yakılmış olmalı. Hiç yandığını görmedim. Sobayla ısındık hep.
Hiçbir kapının kapı kilit dili çalışmıyor. Kapılar, kasaya çakılan deri parçasının kapıyı, kasasına (tuhaf/sinir bozucu bir ses çıkararak) sıkıştırmasıyla kapanıyorlar.
Akşam yemekten sonra tekrar okula geliyoruz. Müdür Başyardımcısı Nihat DOĞRU evinden tulum peyniri falan getiriyor, fırından ekmek alıyoruz, bir de çay demleyip okul yönetimine yardımcı oluyoruz. Sınıf geçme defterlerini, diploma defterlerini, yılsonu evrakını dolduruyoruz. Zorlayan yok. Gönüllü, severek/isteyerek gelip çalışıyoruz. Zaten yapacak başka bir şey de yok!
O yıllar elektrik kesintileri sıkça ve uzun süreli oluyor. Ülkemizde üretilen elektrik yeterli gelmiyor, dışarıdan satın alıyoruz. Elektrikler sıkça kesildiğinden çoğunlukla piknik tüplerine takılan lüx benzeri aydınlatma araçlarını kullanıyoruz. Bazıları; “Bu bir devlet politikası. Onlarda da kesinti oluyor ama bunu sınır kesimlerinde özellikle uygulamıyorlar. Oralara, hakkımızda olumsuz propaganda olmasın/yapılmasın diye sürekli olarak elektrik veriyorlar.” dese de (o zamanki adıyla) Sovyet tarafında elektriklerin hiç kesilmediğini görünce bayağı bir üzülüyoruz.
Defterleri işlemede dolmakalem (pilot kalem henüz icat edilmedi) ve mavi mürekkep kullanılıyor. Bazen verileri/bilgileri yanlış yazdığımızda imdadımıza, eskilerin öğrettiği klorak (çamaşır suyu) yetişiyor. Bükülü kâğıdın ucuyla defterde, yanlış yazılan yere klorağı hafifçe dokundurduğumuzda mürekkebi hemen çıkarıyor. (Doğru düzeltme, yanlışın üzerini bir çizgiyle, yazılan yanlış okunacak şekilde çizip, doğrusunu üzerine yazmak ama bunu hiç kimse uygulamıyor.) Ancak belli bir zaman sonra, sürülen yerde kâğıt sararınca, düzeltme yapıldığı hemen anlaşılıyor. Hatta kurum teftişi için gelen –o zamanki adıyla- Bakanlık Müfettişi bu durumu görünce “Hayrola Müdür Bey, çamaşır gününüze mi denk geldi?” deyip şaka yollu hafiften iğneleyip, dalgasını geçmişti.
Akşam, Yaşar Ağabey’in (Yaşar TAŞKIRAN) Şehir Lokantası’nda yenilen yemekten sonra, saat 20.00’de TÖB-DER’e geliyor, gece 24.00’e kadar oturuyoruz. Saat 24.00’te TÖB-DER kapanınca herkes dağılıyor. Turistik Otel’in üst katında bir odayı Ağrı’lı iki Ziraat Teknisyeni arkadaşımla paylaşıyorum. Abülsamet TURAK ve Ahmet YILDIZ. Odamızda önceleri bir odun sobası vardı, pek ısıtmayınca değiştirdik. Kullanımı kolay ve temiz olur düşüncesiyle gaz sobası edinip onunla ısınır olduk.
Oda arkadaşlarım ile Müdür Yardımcısı Mehmet ŞENGÜN (Sonraları Nihat DOĞRU müdür olunca müdür başyardımcısı oldu) ve Matematik Öğretmeni Kağızmanlı Sümer KÜÇÜK briç hastası. Hafta sonları saat: 24.00’e kadar oynadıkları yetmiyormuş gibi o saatten sonra da otele, bizim odaya gelip oyuna devam ediyorlar. Oyun neyse de her elden sonraki tartışmaları bir âlem. Yok, açılışı yanlış yaptın, yok kör vurdun, yok trefli çektin, oyunu batırdın vs… Beni de uyutmuyorlar. “Yahu yeter artık kalkın gidin de yatalım” dediğimde, “Yatmak yok. Sen bize çay yap yeter. Senin görevin bu.” derlerdi. Belki de bu yüzden çay demlemeyi çok iyi öğrendim. Gerçi briçi de öğretmek için epey uğraştılar ama sanırım yeteneksizliğimden bu pek mümkün olmadı, beceremediler.
Anlatmak, paylaşmak istedim. Oldukça uzun oldu ama, sanırım uzun süreli suskunluğumun affına vesile olur. Selamlar, sevgiler hepinize. Şimdilik bu kadar. Levent Usta’nın dediği gibi, Sağlıkla Kalın, Cumhuriyetle Kalın, Atatürk’le Kalın, Hoşça kalın.
Can dedim ki can diyesiz !!!