Hepimizin demokrasiyle ilk randevusu sanırım ilkokul sıralarındaki sınıf başkanlığı seçimleri idi. En azından benim için öyle. Tahtaya kaldırılan birkaç arkadaşın içinden en sevilene oy vermek bizim ilk seçim deneyimimizdi. Neden oy vermiştik ona? En popüler oydu ya da en güçlü ya da en sevilen… Ama hiçbirimiz sınıfı en iyi kim idare eder diye düşünmemiştik. Esas başkan olması gerekenler daha az karizmatikler diye belki öğretmen tarafından aday bile gösterilmediler.. Bunun adına demokrasi veya demokratik seçim diyebilir miyiz? Tamam. Çoğunluğun arzu ettiği bir başkanımız olmuştu fakat bu da genelde sınıfın en iri yarı veya en kavgacı kişisi olurdu. Makûs talih!
Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu tarihsel deneyimler öğretmiştir bize.
Dünyaya 1789 Fransız devriminden itibaren adını duyuran demokrasi ülkemize (bize özgü oluşundan dolayı) ancak 150 sene sonra gelebilmiştir. Buradaki bize özgülükten kasıt, yıkılış sürecindeki bir imparatorluğu ayakta tutabilme ve var oluş mücadelesi vermemizle ilgilidir. Diğer bir sebep ise demokrasiyi esas gündeme getirecek olan işçi sınıfının henüz oluşmamasıdır. Avrupa 1700’lü yıllarda sanayi inkılâbının ve sömürgeciliğin zirvesinde dolaşırken biz 1900’lerde İstanbul’da ilk telefon hattının açılışını kutluyorduk. Fiili olarak cumhuriyetten sonraki çok partili dönemden alırsak bizim demokrasimizin ömrü henüz ortalama bir insan ömrüne bile ulaşamamıştır. Bu hamlık ve henüz demokratik yaşam kültürünü içselleştiremediğimizden ülke çapında birçok sorunla boğuşmak zorunda kalıyoruz.
Demokratik yaşam pratiğinin bizde henüz taze olması; ulus devlet, kurumsallaşma, anayasal sistem, seçim sistemi, çok partili hayat ve sivil toplumun gelişimi gibi birbiriyle eş zamanlı olarak gelişmesi gereken konulardan birindeki problemin diğerlerine de etki etmesine neden olmaktadır.
Demokrasi şüphesiz ki daha insanca yaşamanın yollarını açar fakat yanlış ellerde de önünde durulmaz bir baskı ve zulüm aracı olabilir. Bazen çok olanın az olanı ötelediği, görmezden geldiği yönetim biçiminin yeni adı olmaktadır.
İnsanoğlu demokrasinin yeni bir işlevini keşfetmiştir artık. Büyük devletlerin az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelere müdahalesinin bir aracıdır aynı zamanda.
2000’li yıllarda Kafkasya ve Doğu Avrupa ülkelerinde yapılan sivil devrimler bunun en büyük kanıtıdır. Bunlar; Gül, Lale, Turuncu; Mor, Sarı… Adları verilen ve büyük oranda yabancı kaynaklarla beslenen Sivil toplum kuruluşları (STK) aracılığıyla gerçekleştirilen devrimlerdir.
Senaryo hep aynı oyuncular ve sahne değişiktir. Önce ülke ekonomileri istikrarsızlaştırılır ve halkta bir bunalım ve isyan rüzgârı estirilmek suretiyle moraller çökertilir. Satın alınan medya hükümetlerin ne denli başarısız olduklarından bahsedip halkın onlara olan desteğini azaltır. Ülke paraları üzerinde çeşitli manipülasyonlar yapılarak değerleri düşürülür (devalüe edilir). Bu arada da batı ile ilişkileri iyi olan genellikle ABD’de eğitim görmüş ve ABD düşünce kuruluşlarının burslarıyla okutulmuş acar gençler medyanın da sayesinde gün yüzüne çıkartılıp halka ‘kurtarıcı’ olarak tanıtılır. Gerisi malumdur. Erken seçimler, iktidarın tavsiyesi, batı yanlısı yeni iktidarların getirilişi ve adım adım teslimiyet. Buraya kadar yazdıklarımın hepsinin gerçek olup olmadığını öğrenmek için uzağa bakmaya gerek yok. Dönün 2001 yılına. Kendi gözlerinizle görün. Bülent Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetinin akıbetine tekrar bakın. Ardından 2002 seçimleri. ABD’de okumuş batıcı Abdullah Gül hükümeti, ardından ana muhalefet desteğiyle meclise sokulan şimdiki başbakan R. Tayyip Erdoğan ve içinde bulunduğumuz süreç. Bu arada yükselen bir demokratikleşme ve özgürlük rüzgârları…
Yeni iktidarlar daha batıcı olduklarından halkta, batının yüksek yaşam standartları ve daha geniş insani hakları zembille inecekmiş gibi bir beklenti oluştu. İşte bu noktada da bazı dış destekli STK’ların görevleri başlamıştır.
Özellikle basın yayın özgürlüğü, medya, eğitim ve insan hakları konularında ülkelerin iç dinamikleriyle oynayarak çeşitli etnik ve sınıfsal bölünmelere temel hazırlamış ülkelerin milli unsurlarına vurdukça vurmuşlardır.
Eskiden sol literatürün vazgeçilmezi olan Devrim, Demokrasi ve Özgürlük kavramları birden bire el değiştirdi. Bahsettiğimiz ülkelerde hızla çoğalan ve sınırsız faaliyet alanlarına sahip olan STK’lar da üzerlerine düşen rolleri eksiksiz yerine getirmiş oldu. Eğitimden medyaya, kadın haklarından iş dünyasına kadar her alanda ülkenin işleyişine müdahale aracı olmuş ABD projelerine hizmet etmiştir. Bu anlamda STK’lara daha bir şüpheyle yaklaşmak akıllıca olabilir.
Ulusalcı hükümetlerin yerini batı yanlısı hükümetlerin alması yabancı sermayenin de ağzının suyunu akıtmaya başlamış, bahsi geçen ülkelere akın akın kaynağı belirsiz para girmiş ve ülke ekonomileri yapay olarak rahatlatılmıştır. Ama bu rahatlamanın saman alevi olduğu özellikle şu günlerde daha da iyi anlaşılmıştır. En ufak bir ekonomik sarsıntıda bu paraların başka ülkelere yönlendirilmesi beş dakikadan fazla zaman almamıştır. Bizim gibi cari açığı (ithalat-ihracat farkı) yüksek olan ülkeler neredeyse bütün ekonomik stratejilerini yabancı sermayeyi kendi ülkesine çekmenin üzerine kurduğundan bütün planlar ve ekonomik dengeler de alt üst olmuştur. Dövizin ve altının ani yükselişi apaçık devalüasyondur. Üretim ve istihdama dayanmayan bu para hareketlerinin ömrü de ancak buraya kadardır.
Peki, bundan sonra ne yapmak gerekir?
Bundan sonra gayri milli olan her şeyin karşısında durmak gerekir. Özelleştirmeler, yabancı sermaye, ikinci cumhuriyetçiler, dinciler, hırsızlar, ağzından demokrasiyi düşürmeyen bölücüler, yabancı destekli STK’lar, işbirlikçi medya, teslimiyetçi politikacılar… bunlar içimizi kemiren kurtlardır. İçte ve dışta bunları tanımak ve mümkün olduğunca deşifre etmek, taviz vermemek gerekir. ..