Giriş [1]

Anadolu, ilk uygarlıkların ortaya çıktığı bir yer ve biz Anadolu’da yaşıyoruz. Bu topraklar çeşitli uygarlıkların kurulup geliştiği bir alan üzerindedir. Burada kurulan devletlerin hemen hepsi dünyanın önemli olaylarında belirleyici olmuştur. Hitit, Lidya, Roma, Selçuklu, Osmanlı Devleti bunlar arasındadır. Bu topraklarda yaşayıp da yeterince etkin ve öncü rol oynayamayan devlet sadece biziz. Kuşkusuz, uygarlıkları yaratan topraklar değil, kültürümüzdür.

Türkiye’nin hızlı bir kalkınma potansiyelinin olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla Türkiye’nin kendisinden önce gelenler gibi, bir süper devlet olmaması için her türlü çirkin girişim, entrika, terör, kriz ve her türlü iç ve dış sömürüyü yaşıyoruz. Bunlar, bize iç ve dış sömürünün sürmesi için özellikle Batılı müttefiklerimiz ve yerli işbirlikçileri tarafından yaşatılmaktadır. Toplum uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır. Cumhuriyet, sağlam temellerine rağmen ciddi tehditler altındadır. Bunun neden ve nasıl olduğunu düşünmek zorunludur.

Bir ülkenin geleceğinde eğitim ve kültür politikaları önemli bir belirleyicidir. Eğitim insan üretimidir ve geleceğin toplumunu imal eder. Eğitimine sahip çıkmayan, amaçları doğru belirlemeyen, yeterli kaynağı ayırmayan, üstelik eğitimden tasarruf yapan toplumlar bu üretimi sağlıklı yapamayacağından, geleceğe güvenle bakmaya hakları yoktur. Sorun sadece kaynak ayırma sorunu da değildir. Toplum, “nasıl bir insan tipi” yetiştirileceğini belirlemeli ve eğitim sisteminin o insan tipini yetiştirip yetiştirmediğini izlemelidir.

 Millî eğitimin adı ve amaçlarına bakıldığında ulusal konuların işlendiğini ve kültürel mirasın aktarıldığı sanılır. Oysa giderek bir mankurtlar toplumu oluyoruz. “Millî” olan eğitim mankurtlaştırmaz. Mankurtlaştırılamayanları yetiştirmek eğitimin görevi ise bu kadar mankurt nereden ve nasıl çıktı? Acaba eğitimde insan imal ederken kendimizi mi kandırıyoruz?

 Türkiye yine çok cepheli bir ateş altındadır. Sürekli tehdit ve taciz altında tutuluyor, gerilim yaşıyoruz. Ulusal reflekslerimiz yavaşlatılmak ve ulusal direncimiz kırılmak isteniyor. Bu bölümde sürecin nasıl işlediği açıklanmaya çalışılacaktır. Bir şey yapmak için tehditlerin neler olduğunu bilmek gerek. Bilinirse, önlem alınır. Önce görmek ve tanımak gerekir. Görünen o ki, mankurtlaştırılıyoruz!

 

Mankurtlaştırmak ne demektir?

 Dilimizde “mankafa” sözcüğü argo da olsa yaygın biçimde kullanılmakla beraber, “mankurt” sözcüğü aynı yaygınlıkta değildir.[2] Mankurtlaşmak kavramını Cengiz Aytmatov gündemimize yeniden soktu. Mankurtlaştırma; bir dış gücün içerideki egemen sınıfla işbirliği yaparak ülkenin eğitim ve kültür politikalarını milletin aleyhine değiştirerek, ulusal kimliğinden uzaklaştırma, kendi toplumuna ve kültürüne yabancılaştırma, bilinçsizleştirme ve sömürüye açık hale getirme, sonra da yardım ediyormuş kanaati yaratarak toplumun zihnini yeniden kurgulayıp sömürgecilerin zihinsel kölesi durumuna getirmek için milleti kendi değerlerine düşman etmeyi anlatan sosyo-kültürel bir kavramdır. Bu süreçten geçenlere mankurt denir.

Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir. Mankurt bir süre sonra mankurtlaştırıcı olmaya başlar. Kendisi gibi olmayanları efendileri adına mankurtlaştırır. Bununla o kadar ilgili ve içtendir ki efendilerini hayran bırakır.

Okumuşlar[3] daha kolay mankurtlaştırılabilirken, halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda mankurtlaştırılamaz. Geleneksel kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, okumuşlar ya da yöneticiler gerek arayış içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları yüzünden mankurtlaştırma sürecine girebilir ya da ulusal değerleri zayıfsa, bu süreçte hızla yol alarak mankurtlaşabilir.

 Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında[4] anlattığı bir efsane vardır: Mankurt Efsanesi. Barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş. Bunu şöyle yaparlarmış: Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bu arada bir deveyi keser, derisinin en kalın yeri olan boyun derisini tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş. Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş. Tam da bu esnada birileri gelip ona su ve yiyecek vererek, dostluk gösterirmiş. Kurban ona minnet duyar ve efendi olarak kabul edermiş. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci ve benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, efendisi için hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle! Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.

Ülkemizde olup bitenleri, özellikle eğitim ve kültür politikalarımızı, bu mecazı kullanarak açıklamak ve değerlendirmek gerekir. Türk toplumu mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru yozlaştırılıyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yüngülleştirerek mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor. Başta artık çoğu bizim olmaktan çıkmış kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz silinip yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor. Görünüşe bakıldığında epey yol alındığı anlaşılıyor.

Kitle iletişim araçlarında yer alan kimi okumuşları okuyup, dinleyince bunların mankurtlaştırıldıklarını ve tüm toplumu da mankurtlaştırmak için görevlendirildikleri gibi bir kanıya ulaşılıyor. Uygarlıkların rahmi ya da beşiği olmuş Anadolu topraklarında nasıl ortaya çıkar bu uğursuzluk? Modernleşmek yerine Batılılaşmaya çalıştığımız için mi? İçi boşaltılmış bir Atatürkçülükle insanları oyaladığımız için mi? Dindarlıkla mürteciliği karıştırdığımız için mi? Yurttaşlarımıza ulusal bir tarih bilinci kazandıramadığımız için mi? Yoksa aydınlarımız ve yöneticilerimiz bize ihanet mi ediyor?

 Mankurtlaştırılmak istenen bu halk, tarihte onlarca devlet kurmuş, sonuncusu dünyanın dörtte üçüne egemen olmuş, şunun şurasında doksan yıl öncesinde en kötü durumunda bile dünyanın ilk beşinde yer alan Osmanlı’nın sahibi; ardından emperyalizme karşı zafer kazanmış bir halktır. Uygarlığa büyük katkıları olmuştur. Bu halk, emperyal duyguları tatmış ve dünyaya düzen vermiştir. Şimdilerde emperyalizmin aracı olarak birilerinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Balkanlarda ve başka yerlerde jandarması olarak kullanılmak isteniyor. Bir şekilde başa geçen etkili ve yetkililerin yaptıkları nasıl açıklanabilir?

 Topluma yerleştirilmeye çalışılan aktarma “tüketim kültürü”nün “kullan-at” ilkesi geleneksel kültürel ögeler yanında düşünceyi, geçmişi, kısaca her şeyi kullanıp atmayla sonuçlanmıştır. Geçmişin unutulması, geçmişteki çözümlerden yararlanmama sonucunu da ortaya çıkarmıştır. Toplum giderek geçmişi daha az anımsıyor, düşünce modaya teslim oluyor. Öte yandan geçmiş, tam da unutulduğu içindir ki, itirazla karşılaşmadan hüküm sürüyor. Bunun aşılması için öncelikle anımsanması gerekir. Geçmişteki çözümler unutulunca hatalar da tekrarlanıyor!

 Yeni adına eskiyi rafa kaldıran günümüz eleştiri tarzı, devrin zihniyetinin bir parçasını oluşturur; unutarak temize çıkmaya ve savunmaya yarar. Kısacası, toplum belleğini ve onunla birlikte aklını yitirir. Geçmişi düşünme yeteneksizliğinin ya da gönülsüzlüğünün bedeli düşünememektir. Bellek yitimi, geçmiş düşünceyi fazladan bir “entelektüel çöplük” gibi sırtından atan “radikal” ampirizm[5] ve pozitivizmden, geçmişin devlerine ve dehalarına çok erken doğma talihsizliğine uğradıkları için selam duran açıkgöz kuramlara kadar çeşitli biçimler alır.[6]

Sözü edilen durum çağın gerektirdiği kültürel değişme ya da gelişme değil, bilinçli bir yozlaştırmadır.

ATEŞ SUYU POLİTİKASI

Marifet, düşmanı savaşmadan yenmektir.

Sun Tzu

Batılılar Amerika’yı işgal ettiklerinde (keşif değil, işgal!) onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi açgözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi. Kimini kılıçtan geçirerek, kimini yerlilerin bağışıklığı bulunmayan hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme ortamlarını ortadan kaldırarak[7] yok ettiler. Örneğin Kızılderililerin temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek onları aç bıraktılar. Kısırlaştırdılar.[8] Amerika’da sadece katliamlarda doksan milyon insan soykırıma uğramış ve katledilmiştir.[9]

 Batı (Avrupa, Amerika) tarihiyle yüzleşip Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedirler.

 Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile uyuşturmuşlardır. “Ateş suyu” Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Bu ilk ateş suyudur.

 Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur. Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!

Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitimle mankurtlaştırarak bertaraf etmek daha ucuzdur. Kızılderililer Amerikan okullarında “beyaz adamın” değerleriyle eğitilmişlerdir.[10] 

Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Buna “evet” demek için bizim mankurtlaştırılmamız gerek!

 Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediği Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Aytmatov, tam da bunu gördüğü için mankurtlaştırma kavramını açıkladı. Elbette bunu kendi kültür kodlarından birini oluşturan Manas Destanını bildiği için yapabildi.

 Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir. Aşağıda bunların bir kısmı açıklanmıştır.

 

İlk ateş suyu: Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı

 Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız. Sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız. Böylece tehdit olmaktan çıkarsınız.

Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelektüellerini izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorlanan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan insanların uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır!

 Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulur ve düşünmekten uzaklaştırılırsa sömürgeleştirme politikası o kadar başarılı olur. Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, “anını yaşayan” gelecek kaygısı taşımayan kişi ve toplumlar emperyalizmin kendilerine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar. İstenen de budur çünkü sömürü ancak böyle devam eder.

 

İkinci ateş suyu: Kültürsüzleştirmek

Üniversitede Çocuk Edebiyatı derslerine de giriyorum. Bir dönem boyunca “çocuk kitapları nasıl olmalı ki, hem çocuklara okuma yazmayı sevdirebilelim, hem de okuyanlar iyi birer insan/yurttaş olarak yetişsin” sorusuna yanıt arıyoruz. Öğrencilerim öğrendiklerini dönem sonunda birer çocuk kitabı yazarak ortaya koyuyorlar. Biçim yönünden harika şeyler ortaya çıkıyor. Ama en çok yazılan tema “minik tavşan teması” olarak adlandırdığım biçimde oluyor. Hikâye şöyle:

Minik tavşanlar

Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana der ki “bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.”

Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? (Çocuk öykülerinin kötü sonla bitmemesi gerekiyor) Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına...” yemin billah eder.

 Minik tavşan yerine minik kuş, minik ayı, minik Ayşe de olabiliyor. Öğrencilerin yüzde sekseni buna benzer öyküler yazıyorsa bunda bir tuhaflık vardır. Neden bu tema anlatılır? Çünkü yıllardır okuma parçalarında, hikâye kitaplarında hep bu temayı okumuşlardır. O kadar tanıdık, aşina olunmuşluk vardır ki bunda!

 Peki, bunun ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap denilirse yap!

 Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, edilgen yani “ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz.

Oysa sıradan geleneksel bir Keloğlan masalı incelendiğinizde Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür: Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer; üstelik kendisini korumaya çalıştığını bilerek genellikle anasının öğüdünün tersini yapar. İddialıdır, araştırır, karıştırır, büyük oynar ve büyük ödülü kazanır. Bu masallarla çocuklara Keloğlanın o kel-kötürüm haliyle neleri nasıl başarmış olduğu anlatılır ve dinleyen çocuğa âdeta “sen ondan daha iyi durumdasın, hadi, ne duruyorsun” denilir.

 Hele Köroğlu! Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir müzisyendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir. Köroğlu kötü yöneticilere ve haksızlığa karşı direnme hakkını kullanan “birey”dir. Unutturuldu. Üniversiteli gençlere soruyorum, “Köroğlu kimdir, nedir?” diye, çok cılız yanıtlar alabiliyorum. Yanıt verenler de Cüneyt Arkın’ın filminden kazara öğrenmişler. Ama Köroğlu’nun kötü kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hud herkes tarafından biliniyor! İnsanımız okumuyor ama televizyon izliyor. Televizyonda ise Köroğlu dizilerine yer yok.

Dünyada onlarca ülke, kültür ve sineması varken, televizyon kanallarımızın sadece ve sadece Holivud’un, dolayısıyla Amerikan kültürünün acenteliğini/pazarlamasını yapışı dikkati çekmektedir. Sineması çok gelişmiş Batı dışı ülkeler de var ve bunların bir kısmı, kültürel olarak benzer kültür kodları taşıdıkları için, Türk kültürünün beslenme kaynakları arasında da yer alır. Örneğin Azerbaycan, İran, Hindistan hatta Rus sineması bunlar arasındadır. Bunlar bir yana, sinema ve televizyon kanallarımız Fransız, Alman, Bulgar, Yunan, Arap, İskandinav filmlerine bile neredeyse ambargo koymuşlardır.

Sanatın yozlaşması, tiyatronun opera ve baleye yol açamaması, yabancı kültür kodlu ve estetik fukarası televizyon dizileri ve sinema filmleri, bütün esprisi yerel ağız ve argo sözcük kullanmak olan sözde mizah… Bunlar sözlü kültürden yazılı kültür atlatılarak görüntü kültürüne geçirilen Türk toplumunun mankurtlaştırılmasına araçlık etmektedir. Türk sineması aşağılanarak etkisizleştirilmiştir. Alay edilen ve defalarca izlendiği için milletin aptallığı üzerine yorum yapılan Kemal Sunal filmlerinde, halk Keloğlanı görmekteydi. Deli Yürek dizisinde Köroğlu’nu görür gibiydi. Bu yapımların izleyici rekorları kırmasının nedeni izleyicinin kendi kültüründen parçalar bulmasıydı. Bu durum yapımcılara bir fikir vermez mi de, Holivud taklidi diziler, sinema filmleri yapılır ve insanlar izlemek zorunda bırakılırlar? Konu sıkıntısı mı çekiyorlar? Etraflarına neden bakmazlar… Neredeyse her sokak, cadde, mahalle ve okul bir kahramanın adını taşıyor! Bu adlara kimin gözüyle bakıyorlar? Bu durumu en iyimser biçimde mankurtlaştırılmış okumuşlarımızın ne yapacağını bilememeleri olarak yorumlamak isabetli olacaktır. Subaşlarını onlar tuttuğu için kültürümüzü biçimlendiren temel kültür kodlarımızdan kopuyor, mankurtlaşıyoruz.

 Bunların sonucunda ülke olarak müttefik ya da komşu olduğumuz bazı devletlerin Türkiye’deki terör örgütlerini desteklediği, teröre yataklık ettiği ve finansman sağladığı ortaya çıkmasına rağmen konu kapatıldı. Birçok ülkenin savaş sebebi sayacağı durum sineye çekildi! 30 bin evladı yok edildi, milyarlarca lira bu uğurda harcandığı için ekonomik krizler uğradı, ülkenin bir kısmında devlet ve toplum hizmetleri felce uğradı, toplumsal doku zedelendi. Yataklık edenlere meydanlar dar edilemedi, sadece bazılarına diplomatik protestolarla yetinildi. Bugün bile bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış, yapay ekonomik krizlerle sanayimize el konmuş, özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma ortadayken, kimsede en doğal demokratik tepkiyi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslararası ilişkilerde AB ya da ABD’nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğmeyi normal sayar hale gelmişiz. Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz!

 

Üçüncü ateş suyu: Yabancı dilde eğitim

 Türk’ün iti şehre inince Farsça ürür. Atasözü

Hiçbir ülke çocuklarını başka bir ülkenin dili ile eğitmez, başka kültürlere dönükleştirmez. Biz yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz. Üstelik bunu savunanlarımız var. Yükseköğretim sisteminin en üst kademelerinde görev yapan ve Kemalist bir çizgi izlediğini iddia eden Kemal Gürüz, “Türkçe bilim dili değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” diyerek[11] hem yabancı dille eğitime haklı olmayan bir gerekçe uydurmuş hem de nasıl bir Kemalizm kavrayışı içinde olduğunu göstermişti.

Atatürk, “Öğretimin Birleştirilmesi Yasası” ile sadece medreseleri değil, yabancı dilde eğitim veren okulları da kapattı. Ama şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent ve başkaları gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi dilindeki kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”. Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil!

En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu.

Devlet bürokrasisi, bilim ve sanatta üst kademelere yükselmek için sanki Robert Kolej ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmek temel koşuldur. Politikacı, sanatçı, gazeteci ve bürokratlar arasında bu okulların mezunlarının sayı ve oranı o kadar çoktur ki, sanki ülkede başka okul yoktur ya da bu okullar dâhileri alıp, akıllarına akıl, zekâlarına zekâ katmaktadır! Elbette bu okul mezunlarının ezici çoğunluğu Batıcı. Osmanlıdaki Enderun mektebinin yerini almışlardır. Fark şuradadır; Osmanlı Türk ve Müslüman olmayanların zeki çocuklarını devşirip Osmanlılaştırarak onlardan yararlanıyordu. Biz ise kendi çocuklarımızı Batıcı yaparak yabancılara devşirme yetiştiriyoruz.

Yabancı dil (İngilizce) takıntısı üniversitelerdeki yükselmelerde de kendini göstermektedir. Yabancı dil baraj haline getirilmiştir. Lisansüstü çalışmalar için bilim aşkı, düşünebilme, yaratıcılık değil, yabancı dil hatta İngiliz kültürüne hâkimiyet ölçülmektedir. KPDS, ÜDS ya da YDS gibi sınavlar sanki yabancı dil becerisini ölçmekten çok, kolej eğitimi almamış (Batı’ya dönükleşmemiş diye de anlaşılabilir) olanların sisteme girmesini ve yükselmesini önlemeye yönelik!

Sömürgelerde yabancı dil, sosyal tabakalaşmanın bir mekanizması haline gelir. Bir Avrupa dilini kullanabilenler, mesleki sektöre ve modern iş dünyasına girebilir; bundan yoksun olanlar ise daha üst mevkilerden mahrum edilirler.[12] Böylece yabancı dil egemenin iktidar üzerindeki tekelini korumasına yardımcı olur.

 

Dördüncü ateş suyu: Cinselliğin yozlaştırılması

 Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği şeydir. Bunlardan biri de, izlenen kültür politikasının yozlaştırdığı cinsiyetler arası ilişkilerdir. Değer yargılarından arındırılmış cinsellik genel geçer hale sokulmaya çalışılmaktadır. Edebiyat, sinema, televizyon, gazete ve dergilerde cinsel açlık duygusu yaratmak için her türlü yöntem ve teknik kullanılmaktadır. Renkli dünyalara kanat açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması ve aranması sağlanmaktadır.

 Egemen güç ve onun ürettiği genel geçer pop kültür, kadınlarda köksüz, zarafet ve asaletten yoksun, kalça-göğüs standardizasyonuna indirgenmiş bir güzellik anlayışı üretmiştir. Kişi, sinema ve televizyonda Holivud’un “ölçü budur” dediklerine ne kadar benziyor ve onu ne kadar taklit ediyorsa güzeldir/yakışıklıdır!

”Açık saçıklığı” bazı mankurtlar “çağdaşlık” sayıyor. Kadınların itici kılıklar içine sokulmasını ise diğer mankurtlar “değerlere bağlılık” olarak anlıyor. Kültürel bölünmeler yaşanıyor, akıntıya kürek çekmeye devam ediliyor.

Hiçbir erkeksi ilkeye uymayan maço/maganda erkek tipi üretiliyor. Sokakta yalnız bir kadın gördüğünde “yağmalanması gereken bir mal” gibi algılayan, elle, dille taciz eden, kaba, korkak, duygusuz, duyarsız tipler yetiştiriliyor.

Aşkta sadakat artık “romantik tekerleme” işlevi bile görmüyor. “Aradığım özellikler sadece bir erkekte/kadında yok, herkesten alacağın var” anlayışı yerleştiriliyor. Sevgili koleksiyonu ve onlardan alınan hediyeler aşkta kariyer geliştiren, kısmet, itibar artıran şeyler haline getiriliyor. Duygular yalama ediliyor; ne dikiş tutuyor ne fren!..

Eşcinsellik teşvik ediliyor. Bunun bir “tercih meselesi” olduğu anlatılıyor. Eşcinsel olmadan sanatçı olunamazmış yargısı yerleştiriliyor. Televizyonlarda, hangi cinsiyetten olduğu belli olmayan tipler sunuluyor; cinsel rol davranışı arayan gençlere. Eşcinseller hep neşeli, şen şakrak, sempatik, iyi ve zararsız karakterler olarak takdim ediliyor. “Tercih”lerinden dolayı sanki hiç pişmanlıkları, sorunları yok! Erkek çocuklara cinsiyeti belli olmayan ama kadınsı davranışlar sergileyen karakterleri olan çizgi filmler izlettiriliyor.[13] Çocuk ve gençlere böylesi tipler örnek alınası “modeller” olarak sunuluyor. Ne idüğü belirsiz özgürlük modası var ya, seçenekler de sunuluyor elbette; “eşcinsel olamıyorsan/değilsen uniseks de olabilirsin!”

Açık propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebiyat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan Kundera, sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece “ihanet özgürlüğü” istiyordu. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ünlü kitabında başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu[14]. İnsan, öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer etmekle olur. Sevgilisini, eşini aldatmakla başlayan ihanet duygusu, onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir. Milan Kundera bunu başarmıştı. 

Ahmet Altan, “Günaha Çağrı” adlı yazısında şöyle yazıyor:[15]

“Günahlar işleyelim, günahlarımız için mabetler kuralım, kendi günahlarımıza tapalım.

Yasak aşklar peşinden gidelim.

Yasak düşüncelerle oynaşalım.”

...

“Eğer masumsanız, bir günah ve bir suç işlemediyseniz, eğer siz korkaksanız, kendi kendinize ihanet ediyorsunuz, kendi zevklerinizi, isteklerinizi, fikirlerinizi kendiniz buduyorsunuz.”

...

“Masumiyeti korkaklara ve yeteneksizlere bırakın.

Bir günah mabedi kurmak isterdim, her saat başı sizi günaha çağıran.

Günah, kendine ibadettir... Sizi kendinize ibadete çağıran bir mabet.

Kendinize ibadet edin.”

“Her akşam yatarken “bugün kendim için nasıl bir günah işledim” diye sorun kendinize, eğer bir günah işlememişseniz kalkıp bir günah işleyin, geceler günahlar için en uygun zamandır.”

Toplumları sarsmak için değerler aşındırılmakta, onu ayakta tutan en önemli kurum olan aileye saldırılmaktadır. Romanlarda “aldatma hakkınızı kullanmalısınız” önerisi ikna edici biçimde yapılır. İhanet etmek bir “hak” olarak sunulur. Edebiyatımızda bunun misyonerliğini yapan “Türkiyeli” romancılar bulunmaktadır (bunlar Türkiye’yi aşağıladıkça dışarıda ödüllendirilirler). Kültürel değerlerimizin en aşağılık şey olarak gördüğü “ihanet ve aldatma” yazılarında meşrulaştırılır, “aşağılık olan yüceltilerek” değer haline getirilir. “İhanet” romanlarında öyle sahneler ve duygu durumlar ortaya konur ve aldatma öyle meşrulaştırılıp doğallaştırılır ki, okur onu âdeta yaşar, ilginç bulur ve gerçekleştirmek için çareler arar. Romanı okurken, kahramanla özdeşleşen, olaya onun penceresinden bakan okur, zaten olayı yaşamaktadır. Okuyucu aldatma duygusunu zihninde kurgulamış, yaşamıştır. Artık tabu yıkılmıştır. Eşler birbirine “acaba?” diye bakmaya başlar. Evliliği ayakta tutan “eşine güven” duygusu ise ve bu da yoksa evlilik ve aile aslında yoktur. Bunun bir adım sonrası aldatma “hakkını” kullanan ya da kuşkunun pençesinde kıvranan eşlerin parçaladıkları ailelerdir.

Edebiyatta bu tema, insanî bir durum olarak pekâlâ değerlendirilebilir ve sanatçının bakışı olarak yorumlanabilir. Ancak bunun diğer araçlarla da desteklendiğini görünce, büyük bir kampanyanın parçalarından biri olduğu anlaşılır. Pop denilen müzik türü de aynı amaçla kullanılmaktadır: Şarkılarda “sana bir ihanet borcum var, ödedim sonunda...” söylenir, güzel nağmelerle.. “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye, usulca sokulup merhaba dedim” der, saf saf...

Sinemalarda bunca kültür zengini olan ülkede yeni kavram ve düşünüş biçimleri ile açılımlar yapmak varken, “aldatma” en basit biçimiyle işlenir. Holivut sinemasının aynı temayı işleyen filmleri günlerce televizyonlarda tanıtılır. Bir kadın/erkek neden aldatır, aldatılır? Bunu tartışmak üzere açık oturumlar düzenlenir...

İnsanları televizyon ile oyalamakla görevli bazı meddahlar edep sınırlarını zorlayan cinsel çağrışımlı güya esprileriyle izleyicilerinin beyinlerine değil, ilkel dürtülerine seslenirler. Espri yapmak zekâ gerektirir. Bunların düzeyine bakarak, toplumun kültürel düzeyini düşürme işlevi yüklendiklerini söylemek mümkündür.

 Televizyondaki “muhabbet” programlarında ya da kadına yönelik yapımlarda âdeta klişe haline gelen bir söz vardır: “Aldatmayan erkek yoktur!” Defalarca, durup dururken bile söylenmektedir. Artık genel geçer hale gelmiş ama bilimsel olmayan bir sözdür... Tersini kabul ettiremezsiniz. Ne yapılmak isteniyor? Acaba bu söz, karakterini eğiterek sadakat duygusunu geliştirmiş, arzularını kontrol eden, aile kavramına saygı duyan aldatmamış erkekleri nasıl etkiler? Bu iddiadan evli kadınlar nasıl etkilenir? Böyle bir ortamda sağlıklı ve güvenli toplumsal ilişkiler düzeni olabilir, aile korunabilir mi?

Evlilik kurumunun ilkelliği dile dolanıyor. Evliliğin aşkı öldürdüğü ballandıra ballandıra anlatılıyor. En ufak şeyler boşanma gerekçesi haline getirilerek, aileyi parçalayıcı politika, program, yayın ve uygulamalarla aile güçsüzleştiriliyor, yok edilmeye çalışılıyor. Birlikte yaşama, gecelik, mevsimlik “aşk”lar seçenek olarak sunuluyor!

Bütün bunlar aileyi çökertme programının parçalarını oluşturuyor. Neden aileye saldırılmaktadır? Aile toplumun temelidir de ondan. Toplumu o ayakta tutar. Aile bireyi vatanına bağlar. Aile bozuksa toplum zayıftır. O toplum artık ateş suyu içmiştir. İflah olmaz!

Bir topluma ateş suyu içirmek için, ateş suyu cilalı bir kap içinde, güzel nitelemelerle alıştırılarak verilir. Örneğin içerseniz “çağdaş, modern, Batılı...” olursunuz. Rezaleti “skandal” olarak adlandırır, hafifletirsiniz. Zinanın adı “çapkınlık”, yapılan şey ise “kaçamak” olur. “Düzeyli” birliktelikler yaşanır. Bu kadar masum! Bu mantığa karşı çıkarsanız ya köylü olursunuz ya da gerici. Gericiliği tercih eder ya da bir yere ait olmak için oraya katılmak zorunda kalırsınız. Yoksa mankurtlar sizi “ot” bile sayar.

Utanma, arlanma, hayâ gibi kavramlar silinmeye ya da etkisizleştirilmeye çalışılır. Oysa utanma duygusu insanı yanlışlar yapmaktan alıkoyar. Bireyin vicdan bekçisi gibidir. Bu duygu yoksa insanlar sadece polis ve savcı ile kontrol edilebilir. Herkesin başına polis dikmek mümkün müdür?

Küreselleşme sürecinde beden, bir tüketim nesnesi durumuna gelmiş, özellikle başkalarını kışkırtıcı bir hâl almıştır. Beden, bir nesne olarak eklemlenmiş parçalardan oluşan bir yapı durumuna getirilmiştir. Bazen arızalı olan parçası değiştirilerek, ötekinin erotik bakışına sunulan ve maddi değeri olan bir nesneye dönüştürülmüş, neredeyse bireyin bütün sermayesi haline gelmiştir. Burada amaç, bedenlerinden başka sermayesi olmayan insan tipi yaratmaktır.[16]

Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışır. Bunun için bireyin bedenine odaklanması sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek biricik hedef olur. Tek derdi çekici olmak olan birinin yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmesi, sömürüye, işgallere, soygunlara ilgisi, açları, işsizleri, evsizleri, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir? Kendi bedeninin derdine düşmüştür ve tensel zevklerin peşindedir. Artık insanlık umursanmaz, sömürü bilinmezdir.

 Birey yalnızdır oysa kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli biçimlerde direnir ama düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. Düzen, insan olma sorumluluğunu unutturur. İnsan olmanın ne olduğunu düşünecek hâl bırakmaz. Kişi mankurtlaşmıştır. Egemen gücün istediği de zaten budur; yağmalamaya devam eder.

Bir Araştırma: Kinsey Raporu

Alfred C. Kinsey, soy gelişimi bilimi (eugenics-öjeni) doğrultusunda kültürel yapıbozum araştırmaları yaptı. Çalışması (Sexual Behavior in Human Male), Amerikan aile yapısını bozarak nüfusu yeniden üretken, kültürel, ailevi ve zihinsel programlamaya karşı korunaksız hale getirdi. Araştırmayı baştan sona kadar Rockefeller destekledi ve 1948’de basıldı. Kitap, Rockefeller ve Amerikan medyasının desteklemesiyle en çok satılan kitaplardan biri oldu. Araştırmanın Amerikan toplumunu sarsan bulguları şöyleydi:[17] Amerikan erkeklerinin % 95’i cinsellikle ilgili yasaları cezaevine düşecek kadar ciddi biçimde ihlal etmiş, % 85’i evlilik öncesi cinsel ilişki kurmuş, % 69’u fahişelerle birlikte olmuş, % 45’i zina yapmış, % 37’si homoseksüel ilişkide doyuma ulaşmış, % 17’si hayvanlarla seks yapmıştı.

Kinsey’in araştırmalarda kullandığı kişiler normal Amerikalılar değildi. Üçte biri cinsel sapkınlık, fahişelik ve çocuklara sarkıntılık gibi suçlardan hapse girenlerden oluştuğu, ancak Kinsey’in veri girişinde bunları normal popülasyon örnekleri olarak gösterdiği sonradan ortaya çıkacaktı.

Bunlar tipik Amerikalılar tarafından ciddiye alınmadı çünkü ortaya konanlar kendi cinsel ahlâk ve tutum algılarıyla örtüşmüyordu. Kendileri ve çevreleri öyle değildi, ilginç buldular ama önemsemediler. Ancak Kinsey’in başarılı olduğu bazı sonuçlar sonradan ortaya çıktı: O zamana kadar normal dışı olarak düşünülenler “normal” haline geldi. Amerikan normları çarpıtıldı; öyle ki her tür cinsel ilişki normal karşılanmaya başlandı. Eş değiştirme, kolay boşanma, seks edimleri, eşcinsellik ve sado-mazoşizmin medyada resmedilmesiyle bunlar normlaştı. Cinsellik, doğurganlıktan ayrı olarak ele alındı. Bu sayede kısırlaştırma, kürtaj ve doğum kontrol yöntemleri kurumsallaştırılarak kitlelere sunuldu. Uyuşturucu, seks ve televizyonla tatmin edilen “duyarlı” bir toplum yaratıldı. Böylece duyguları köreltilmiş ağızlardan yöneticilere eleştiri gelmesinin önüne geçilmiş oldu. [18]

Kitlelerin kontrolü için cinsel “aklı başındalığa” karşı yürütülen savaş bugün de birçok toplumda devam ediyor. Davranışlar kitle iletişimi aracılığıyla değiştiriliyor; böylece erdem, özdenetim, kamusal idare reddediliyor, değerlerden arınmış cinsellik teşvik ediliyor.

 

Beşinci ateş suyu: İdeoloji ve kavramların saptırılması

İdeoloji, herhangi bir toplumsal kümenin yaşamına yön veren ve kendi içinde uyumlu bir düzen oluşturan düşünce, inanç ve düşünüş biçimlerinin tümüdür[19]. Egemen güç, zihinsel üretimi kendisi yapar ve bilinçli bir bilinçsizleştirme süreci gerçekleştirir. Olaylara bütüncü açıklamalar getirerek bireyi bilinçlendiren, ilkeler koyan ve hedef gösteren ideolojileri tersi bir işleve büründürerek insanları mankurtlaştırmak için kullanılır.

Sorunlara doğru saptama yapanların sesi kısılıp, yanlış amaçlar peşinden koşan ideolojiler oluşturulur. Samimi insanlar ülke sorunlarını çözebilmek için bu yapay ve sonu belirsiz ideolojilerle beyhude uğraşır. İşler daha kötüye gider. Sorunlar daha da büyür.

Bu yapay akımlar, toplumu temel sorunlarından, uygarlık mücadelesinden uzaklaştırmak ve dikkati yapay sorun ve çözümlere çekmek için araç işlevi görür. Bazen toplum bir fırsatını bulup sorunları üzerine düşünmeye ve çözüm bulmaya başladığında, bu güçler kışkırtıcı ajanlarla çözümü baltalamaya çalışırlar. Fraksiyonlara/cemaatlere bölünür, ne için uğraşmaya başladıklarını unutur, birbirlerine düşer ve kendilerini emperyalizmin hizmetinde bulurlar!

 Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür.[20] Dünya görüşlerimizi oluşturan, insanlığa mal olmuş saygın kavramların içerikleri boşaltılıp, egemen gücün amaçlarına uygun biçimde dolduruluyor. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük hatta bilim ve üniversite kavramlarının içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur. Örneğin “evrensellik” çarpıtılarak, “emperyalist merkezlere bağımlılık”la eşanlamlı hale getirilmiştir. Başka bir deyişle, evrensellik Batı, o da ABD olarak anlatılmaktadır. Şimdilerde birçok kavramın içi özünden ve tarihsel seyri bağlamından koparılarak yanlış biçimde doldurulmaktadır. İnsan hakları ve demokrasi etnikçilik, cemaatçilik ve mezhepçilik olarak anlatılıyor. Kavramlar yanlış anlaşılınca, doğru düşünmek ve iletişim kurmak olanaksızdır.

 Aydınlar, toplumun “her türlü düşünceye açık olması” ilkeleriyle “kaleyi saldırganlara teslim etmek” arasındaki farkı göremiyor, bu iki kavramı birbirine karıştırıyor.[21] Böylece ülkenin düşünce dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor. Kimse önünü göremeyince amaçlar belirsizleşiyor. Toplum nereye gideceğini, kime güveneceğini şaşırıyor!

 

Altıncı ateş suyu: Bilimsel bilgiden uzaklaştırma

“En gerçek yol gösterici” olan bilim, yeterince ilgi ve iltifat görememektedir. Eğitim ve Araştırma-Geliştirme için zaten az kaynak ayrılan ülkede, krizlerden sonra ilk tasarruf yapılan alanların başında eğitim ve bilim gelmektedir. Siyasal iktidarlar üniversitenin sorunlarını çözebilecek arayışlar içinde olmaktan çok, üniversiteyi kendi evlerinin bir “arka bahçesi” haline getirme uğraşındadır.

Bilgi türleri karıştırılarak mantık bulandırılmakta, kafalar karıştırılmaktadır. Bilimsel bilgiye yöneltilen postpozitivist eleştiriler, sadece bilim çevrelerini değil, zaten yeterince bilimsel bilgi kullanmayan toplumu da derinden etkilemektedir. Bilimsel bilginin yerini bilimdışı, gündelik, dinsel ya da örgütlenmemiş bilgiler almaktadır. İnsanlar dünyayı ve olguları açıklamada geleneksel ya da kulaktan dolma bilgileri, falcılar, medyumlar ya da şarlatanlardan edindiklerini veri olarak kullanmaktadırlar. Bilgi kaynağı bu olunca, (bilginin nasıl işlendiği bir yana) aldığı kararların isabeti de azalmaktadır.

Bilimsel Eğitim, Bilim Eğitimi

İkinci Dünya Savaşından sonra başlayan soğuk savaşın cephelerinden biri de uzaydı. Soğuk Savaşta ABD ve Sovyet Rusya uzayda yarışmaya başladı; ilkleri kim gerçekleştirecek, büyük adımları kim atacaktı? Büyük haber 4 Ekim 1957’de geldi. Sovyetler Birliği, ilk insan yapımı uydu olan Sputnik’i yörüngeye yerleştirmeyi başarmıştı. Sovyetlerin başarısı, Amerikalıların yörüngeye ilk insan yapımı uydu yerleştirme projesinin başarısız olmasının da etkisiyle ABD’de büyük bir şoka ve endişeye neden oldu. Sovyetler Birliği uzaya Layka adlı köpeği göndererek ilk canlıyı uzaya taşımanın ötesinde, Dünya’nın yörüngesinde uzay aracıyla tur atıp gelen kozmonot Gagarin, ilk kadın kozmonotu gönderen ülke olma, ilk uzay yürüyüşünü yapma ve Ay’a inen Sovyet uydusu Luna 9 ve o günden bugüne uzaya insan ve malzeme taşıyan Soyuz sistemi… Bu gelişmeler ABD için yenilgi anlamına geliyordu. Dönemin ABD Başkanı Kenedi öfkesinden çılgına dönmüştü. Senato ve Temsilciler Meclisi’nin bütün üyelerini ortak genel kurulda toplayan Kenedi, ABD’nin 1960’lar bitmeden Ay’a ayak basması gerektiğini ilan etti. ABD, nitelikli bilimsel eğitime daha fazla vurgu yapmaya başladı. Eğitim ve bilime yatırım yaptılar. Eğitim sistemine dört yılda milyarlarca dolar akıtacak bir yasa acilen Amerikan Meclisinde kabul edildi. Fen Liseleri açıldı ve üniversitelerde fen alanlarına büyük yatırımlar yapıldı. Sputnik’ten sekiz ay sonra ise ABD Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) kuruldu. Apollo projesine 2010 yılı değeriyle 150 milyar dolar harcandı. Bu para, atom bombasının icat edildiği Manhattan Projesine harcanan paranın 5, Panama Kanalı’nın inşasına harcanan paranın 10 katıydı. Uzay yarışının zirve noktasına, 20 Temmuz 1969 günü ABD astronotlarının Ay’a ayak basmasıyla ulaşıldı. Başarı, ABD’nin, bilimin ve bilimsel eğitimin hanesine yazıldı.

Gelişmek ve kalkınmak isteyen ülkeler Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Mühendislik, Felsefe gibi bilimlere ve bilim kültürüne yatırım yapıyor. Türkiye, 2000’li yıllarını bilimsel eğitim yerine inanca dayalı eğitime yatırım yapmayı tercih eden yönetimle karşıladı. İlahiyat ortaokul ve liseleri büyük teşvik görürken, birçok üniversitede geceli-gündüzlü eğitim yapan İlahiyat Fakülteleri yaygınlaştırıldı. 2015 yılında birçok üniversitenin Fen Edebiyat Fakültesi ise “işlevsizlikten” kapatıldı.

Darbe dönemlerinde aydınlar ve aydınlık yok edilmek istenmiş, eğitim ve bilim önemsizleştirilmiştir. Bilime ve aydınlanmaya değer vermeyen bir kültür oluşturulmuş ve hâkim kılınmıştır. Nitelikli okuyan ve yazan bir toplumun neden oluşturulamadığı konusunda ileri sürülen gerekçeler ikna edici değildir. Âdeta okumayan yazmayan bir toplum istenmektedir.

Bilimin ulusal ve toplumsal işlevini önemsemeyen, sadece evrensel işlevini dikkate alan ölçütler geçerli hale getirilmiştir. Bilimde araştırma gündemleri, emperyalist merkezlerin gereksinimleri doğrultusunda oluşturulup, bütün dünyaya evrensel gündem diye dayatılmaktadır. Koray’ın[22] saptadığı gibi, artık “bedenler göçmeden beyinlerin göçmesi”nin etkili bir mekanizması oluşturulmuştur.  Dünyanın her tarafındaki araştırmacıları, üstelik kendi ülkelerinin kaynaklarını kullanarak, merkezin belirlediği araştırma gündemi çerçevesinde çalıştırmanın yolu keşfedilmiş durumdadır. Bilim, ülke sorunlarının çözümüne değil, “merkez”lerin istediği yayınları yapacak biçimde araştırma ve yayınlara odaklanmıştır.

Ülkenin ciddi sorunları karşısında bilim ve bilginler kayıtsız kalmışlardır. Güneydoğuda yıllarca devam eden terör ve sonuçları konusunda ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Laiklik, öğretim birliği, yabancı dilde eğitim, Avrupa Birliği gibi konularda özellikle eğitim alanında yapılmış ciddi araştırmalar bulunmamaktadır. Üniversiteler sanki suya sabuna dokunmak istememektedir. Bilimin bıraktığı boşluk başka bilgi türleri hatta bilgisizlik tarafından doldurulmakta, eleştirel düşünemeyen insanlar kolayca yönlendirilebilmekte ve mankurtlaşmaktadırlar.

Araştırmaların kaynak ya da referanslarına bakınca da tuhaflık görünüyor. Türkiye’nin bilimde iyi olduğu bir alanda yazılan araştırma ve kitapların kaynakçalarına bakınca neredeyse tamamının İngilizce kaynak olduğu görülüyor. Aynı konuda Türkçe yapılmış onlarca araştırma olduğu halde alıntı yapılmıyor, görmezden geliniyor. Sanki ne kadar çok Batılı kaynak kullanılırsa o kadar kaliteli yayın yapmış olunuyor! Bazı eğitim bilimi kitaplarının kaynakçasında Türkiye’den bir tane bile kaynak bulunmaz; olmadığından değil, var ama tenezzül edilmiyor. Bu ülkenin çocuğunu yetiştirmek için yazılan bir kitapta ülkenin tarihi, kültürü, edebiyatı ve etik anlayışından söz edilmez mi? Haklarını yemeyelim; söz ediyorlar ama onu bile Batılı kaynaklardan alıntılıyorlar.

Aktarmacı, Avrupa-merkezli bir bilim anlayışı yerleşmiş, kendi toplumuna bile Batının gözlükleriyle bakan bilginler türemiştir. Örneğin Batıcı cinsiyetçilik anlayışıyla “töre cinayetleri”ne bakmak, sorunu çözmeyeceği gibi, ancak cehaleti ele verir. Tipik devşirme aydın tavrıdır. Tarım toplumu değerleriyle büyümüş ve o ortamda yaşayan birinin “töre” kavrayışı da tarım toplumunun değerleri olması doğal değil midir?

Başkaya,[23] “dünyaya sömürgecinin gözüyle bakan” yerli eliti şöyle nitelemektedir: (...) beyinleri Avrupa-merkezli ideolojik safsatalar tarafından dağlanmış, kendi gerçekliğine, kendi toplumuna külliyen yabancılaşmış yerli azınlıklar, hep emperyalizmin, sömürge ve yarı-sömürgelerde, şimdilerde Üçüncü Dünyadaki adamları-ajanları oldular.

Altbach, üçüncü dünya ülkelerinde yer alan üniversitelerin hemen hemen tam anlamıyla yabancı bir model üzerine kurulmuş olmalarından ve yabancı kurumların değerlerini ve kurumsal örneklerini yansıtmalarından dolayı sömürgeci kurumlar olduğunu ileri sürmektedir.[24] Altbach devamında ise bu üniversiteler araştırma ve yaratıcı entelektüel çabaya ağırlık vermemişlerdir. Böylece yüksek eğitimin çoğunluğu Avrupa modellerini ve akademik normlarını yansıtır; fakat modern Batı standartları seviyesine çıkarılmadan.

Ülkede bilimsel bilgi üretimi âdeta yabancılar için yapılmaktadır. Yabancı dille (İngilizce) öğretim yapan üniversite ve fakültelerde yapılan bilim uzmanlığı ve doktora tezleri başta olmak üzere, neredeyse bütün yayınlar yabancı dilde yazılmakta, Türkçe bilen okur için değil, yabancılar için bilgi sağlanmaktadır. Ülkemizin kaynaklarıyla üretilen bilginin bu ülkede yaygın olarak dağıtılamaması ve kullanılamaması düşündürücüdür. Eğitimin yabancı dilde olmadığı üniversitelerde de birçok dalda yükselmek için yabancı dillerde yayın yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Genellikle yüksek standartta olan bu yayınlar da Türk bilgi kullanıcısına sunulamamaktadır.[25]

 

Yedinci ateş suyu: Mürtecilik veya teopolitik savaş

Doğuda, İslam’ın sahipleri, hakikat aşkından uzak, böyle bir anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar. Kendilerini sadece bir takım dinî örflerin teknikçisi sayan bu zümre, gerçek dinî vazifelerini yapmamaktadır.

Nurettin Topçu [26]  

Din, toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur. Toplumları etkileme ve bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir. Ancak, din adına hareket ettiğini iddia edenler siyasal bir amaç gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir. Kuşkusuz, bu dinden değil, mürteciden kaynaklanır. Dindar ile dinbazı iyi ayırt etmek gerekir.[27] Dindar ile kimsenin bir sorunu olamaz.

Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır.

Din konusu, farklı çıkarları olan başka ülkelerin de ilgi alanına girer. Ilımlı İslam projesinden sonra halkı Müslüman olan ülkelerde İslamcılar artarken dindar Müslümanların azaldığının gözlenmesi ilginç bir durumdur. Emperyalizmin sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması da yeni bir uygulama değildir. Afganistan ve Arabistan’da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar. Bunu İslam’a iyilik için mi yapıyorlar? Bunlarla hem din anlayışı değişir, din saptırılır, itici bir din ve gelişmeye kapalı bir toplum düzeni oluşturulur hem de yeni tarikat ve cemaatlerle bölücülüğe yol açılarak toplumsal çözülme sağlanır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir.

Cezayir’de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir’dir. O sırada Fransa tarafından Cezayir’e gönderilen ajan Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına başvurmuş ve arkasından Mısır’ın ünlü El Ezher medresesinin ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği “İslami itikada halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun eğmek caiz midir” sorusuna karşı “elcevap: caizdir” yanıtını almıştır. Hıristiyanlara geçici tutsaklık yüz yılı aşmıştır.[28]

İslamcılar[29] (dindarlar değil) aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman olmak ile ortaçağdaki Arap geleneklerini sürdürmek birbirine karıştırılmaktadır. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar âdeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunların görünmesini engellemiştir.

İslamcı okumuşlar birçok kavramı alıp başka bir içerikle çürüttükleri gibi mankurt kavramını da farklı sunuyorlar. Bu görüştekiler, özdeğerlerine göre hareket etmek, antiemperyalist olmak gibi kavramları başka mecralara taşımaya başladı. Örneğin emperyalist merkezlerle göbek bağını koparmak yerine modern, hatta uygar olan birçok şeye karşı çıkıp, bedevi ortaçağ anlayışına dönüşü, küfre (emperyalizme) karşı çıkış olarak göstermeye çalışıyor. Bunu hep yapıyorlar. Neopozitivizmin pozitivizme yönelik eleştirilerini, hata modernizme yönelik Batılıların özeleştirilerini bile alıp İslam’ın görüşü diye takdim ediyorlar.

Her toplumun dini algılayış, yorumlayış ve yaşayışında farklılıklar vardır. Türk toplumunun İslam’ı yaşayışı da kendine özgü ve kültürüyle uyumludur. Ancak Ortadoğu toplumlarının din anlayışını Türk / Anadolu İslam anlayışı üzerine yayılmaya başladığına tanık oluyoruz. Türk İslam anlayışı teokültürel bir saldırıya maruz kalmıştır. Laiklik üzerinden sürdürülen çekişme İhvancılık, Vahhabilik, Nurculuk bu teokültürel saldırının çeşitli görünümleridir. Anadolu-Türk İslam anlayışının demokrasiyle, cumhuriyetle, Atatürk’le ve laiklikle bir çelişkisinin olmadığı halde, Ortadoğu kültürü ve Ortaçağ töreleri “İslam’ın aslı budur” diyerek Türkiye’ye dayatılmaktadır. Ayrıca, Türkiye’de göründüğü haliyle İslamcılık ideolojisi, Türk kültürü düşmanlığı ve Arap kültürü hayranlığı ve taklitçiliği ekseninde ilerlemektedir. Bu dönüştürme mankurtlaştırma yönündedir.

 Dinsizleştirmecilik de bazen bir ateş suyu haline gelmektedir. Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür.[30] Din, manevi olduğu kadar stratejik bir güçtür. Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek, laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Oysa laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara meydan vermemesi gerekir. Nitekim teokratik ve ateist düzenlerde laiklik yoktur!... Dine kayıtsız kalan kişiler, laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri karşılarına almakta, iletişimi koparmakta ve toplumsal parçalanmaya yol açmaktadırlar.

Din duygusu; insana fedakârlık, sabır, ölürse şehit kalırsa gazi olma anlayışı gibi savaş gücünde çok değerli olan manevi bir dayanak verir. Bir toplumda bu değerlerin zayıflaması demek, yaşam enerjisinin kaybedilmesi demektir.[31]

Din ve dinsel alanda önemli kavram ya da simgelerin alaya alınması, küçük düşürülmesi ve önemsizleştirilmesi de dikkati çekiyor. Edebiyatta, sinema ve “bir kısım” medyada din adamlarımız küçük hesaplar peşinde koşan, çağdışı, yobaz ve aşağılık birçok niteliği kendinde toplayan karakterler olarak sunuluyor. Anadolu’da taşlayarak öldürme (recm) hiç olmadığı halde “vurun kahpeye” sahnelerini sık sık izliyoruz. Oysa engizisyon ve endüljans süreçlerinden geçen Batı toplumlarında din adamları medya ve sanatta âdeta evliya olarak sunuluyor. İslam’daki dinsel simgeleri aşağılamak laiklikle açıklanamaz. Olsa olsa din düşmanlığı, özellikle de İslam düşmanlığıdır. Zira laikliğin karşı olduğu din değil, yobazlıktır.

Laikliği savunanların insan haklarının bir gereği olarak bu savunuya devam etmekle birlikte, son tahlilde bu toplumun Müslüman bir toplum olduğunu unutmamaları gerekir. Modernleşme adına Batılı davranışlar beklemek kimsenin hakkı değildir, doğru da değildir.

Toplumu yönettiği/yönlendirdiği iddiasında olanların öncelikleri iyi belirlemesi gerekir. Ülkeye yönelik “görünen ve açık bir emperyalist tehdit” hatta saldırı varken, tarafların incir çekirdeğini doldurmayacak konuları bir tarafa bırakmaları gerekir. Bu durum evleri yanarken yorgan kavgasına tutuşan karı-kocanın durumuna benzemeye başladı. Laiklik tartışmalarında kimilerinin geldiği nokta burasıdır. Sağduyu geliştikçe bunların da kaybetmeleri kaçınılmazdır.

 

Sekizinci ateş suyu: Yapay gündem

“Bir kısım” medya toplumu bilgilendirme değil, biçimlendirme görevi üstlenmiş, böylelikle görevinin dışına çıkmıştır. Basındaki zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmemeyi sağlamaktadırlar. Bu durum özellikle ülkenin başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır. Hava puslandırılır ve kurtlar ortaya salınır. Dikkatler başka tarafa çekilerek asıl yapılacak olanlar yapılır. Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur. Dinleyici/izleyici/okuyucu yönlendirildiği sonuçlara ulaşır. Böylece zihinler yeniden inşa edilir.

 Son yıllarda gündemimizin yoğunlaştığı konulara bakar mısınız: Türban/başörtüsü, kadınlar cenaze namazı kılar mı, Cuma namazı kadınlara farz mıdır, ünlü olmak için rezalet çıkaranlar, Cumhurbaşkanının Resepsiyonu, YÖK, popstar ve evlenme/çiftlenme yarışmaları ve elbette futbol, futbol, futbol... Kitleler bunlarla oyalandırılıyor [32]. Bu tür işe yarar sonucu olmayan konuları konuştuğumuz için neleri konuşamadığımızın farkında mıyız? Toplumun gündemi ve konuştuğu konular aynı zamanda bunları izleyen çocuklarımızı eğittiğimiz konulardır. Çocuk ve gençlerimizi bunlarla eğitmek istediğimizden emin miyiz? Onlara öğreteceğimiz, haberdar edeceğimiz başka derdimiz, davamız, hedefimiz yok mudur?

Yapay gündem demokratik gelişmenin de önünde bir engeldir. Demokrasi eğer “halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini yönetmesi” ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler! “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” Bilgi sahibi olmak için de ilgi sahibi olmak gerek. İlgiyi medya yaratmalıdır. Bunu da sorumlu biçimde yapmalıdır.

 İzlenen kültür politikalarıyla ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanır. Bunu yapmak için önce toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır, toplumsal özgüven ortadan kaldırılır. “Bir Amerikalı, bir Alman ve bir Türk” diye başlar fıkra ve en salakça eylemi Türk olan yapar! Oysa aynı durumlar Amerikalı için de, Alman için de söylenebilir. “Burası Türkiye, burada her türlü yanlış olağandır!” ifadeleri klişe haline gelmiştir. “Türklerin zekâsının düşük olduğu” safsataları manşetlere çekilir.[33] Basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana çıkarılır. Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür. Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı ve sık kullanılarak var olan eğlence kültürü değiştirilir. Batı ülkeleri karşısında aşağılık duygusu uyandırılır. Kendine güveni azalmış topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak isterler. 30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır. [34]

Eğer eleştirici düşünmeye sahipseniz ve bu salyangozların neden bu mahallede satıldığını biliyorsanız, bundan etkilenmezsiniz. Bunun farkında değilseniz emperyalizm ve işbirlikçi kapitalizmin tuzağına düşmüşsünüz demektir.

 Türkiye’deki egemen sınıf ya da güç, yukarıda sıralanan birçok hususta etkili ve bazen belirleyici olmaktadır. Onlarda dikkati çeken ise âdeta kanaralaşmış[35] olmalarıdır. Hepimiz için çalıştığı varsayılan bazı kurum, kuruluş ya da bunların içindeki bazı kişilerin aslında başkalarına fayda sağladığını çok sonradan fark etmek düşündürücü olmalıdır. Kemal Tahir, “Emperyalizm o kadar açık bir namussuzluktur ki ancak yerli alçakların aldatma ve saklama ustalığıyla yutturulabilir. Bunu en iyi uygulayan emperyalist ajanların en yamanları da bizdedir diye haklı olarak öğünebiliriz” demekteydi.[36]

 

Dokuzuncu ateş suyu: Tarihi çarpıtmak

Birisine kırk gün “delisin” de, deli olur. Atasözü

Göçebeymişiz. Uygarlığa neredeyse hiç katkımız olmamışmış. Her şeyimizi Batı’ya borçluymuşuz. Tarihle yüzleşmemiz gerekiyormuş… Sanki kimimizin Osmanlı ile kimimizin Cumhuriyetle ve Atatürk’le bırakın yüzleşmeyi, hesaplaşmadığımız gün varmış gibi. Geçmişi konuşmaktan geleceği düşünmeye vaktimiz kalmıyor.

Çocuklarımıza Avrupa merkezli bir tarih ve sosyoloji öğretiyoruz. Bütün uygarlık onların eseriymiş. Kendimize Batılıların bize baktığı gibi bakıyor, çocuklarımıza da bunu böyle öğretiyoruz. Batıcı tarihçi ve sosyologlarımız “biz eskiden de etkisiz bir toplum idik” düşüncesini yerleştiriyor. Müfredatını dışarıdan ithal eden, aydınlarının çoğunu dışarıda yetiştiren ve kendi değerlerini aktaramayan bir ülkede ne beklenebilir ki?

Millet kendini kahraman olarak algılıyorsa mankurtlara göre bu değiştirilmelidir. Tarihteki kahramanlık örnekleri unutturulmalı, korkaklık, çekingenlik ve ihanet halleri öne çıkarılmalıdır. Bir bakarsınız ki zaferleri unutmuş, hezimetleri öne çıkarmışsınız. Böylece Kutül Amare zaferini toplumun gündemine bile getirmezken, Sarıkamış felâketini “kutlarsınız!” Kahramanları unutur, unutturursunuz. Sonradan görme bir kişinin “pot kırarlar” diye akrabalarını saklaması gibi mankurt okumuşlar da kendi kültürel değerlerini, tarihini, kahramanlarını saklayarak efendilerine şirin görünmeye çalışırlar.

Osmanlı’dan gurur duyan kitleler mi var, “Padişah Anaları” diye bir kitap yazar, onların aslında yabancı olduklarını yüklersiniz beyinlerine. Atatürk toplumun ortak ve toparlayıcı bir kişiliği mi, onu da Mustafalaştırır, sıradanlaştırırsınız. Özel hayatıyla ilgili çirkin söylentiler yayarsınız, toplumsal ortaklıkları bozarsınız. Tarihimizin çocuklarımızda bağımsızlık bilinci yeşertecek sayfaları mı var, gizlersiniz, gündeme getirmezsiniz. Ne okul ne de medya onlardan bahseder. Türk adını yasalardan çıkarmak gibi özel bir gayretiniz olur. Son yıllarda mevzuat güncellemelerinde en çok dikkati çeken husus, nedense, Türk adını mevzuattan çıkarmak oldu. Ulusal kültür ve ulus-devlet ümmetçi bir anlayışla ele alınsa bile bunun Türk merkezli olması gerekmez mi? Yine de silemiyorsanız geçmişte kalan kavramları kirletirsiniz. Yakın bir zamanda siyasi entrika çevirdikleri iddiasıyla tutuklanan subaylar ve bir grup aydının davasına “Ergenekon Terör Örgütü” kod adı verildi. Emniyet birimleri bu ad altında bir örgüt kaydının olmadığını açıklıyor, yargılananlar bu örgütü kabul etmiyor ama ısrarla bir kısım medya ve politikacılar bu adlandırmayı kullandı, yıllarca! “Ergenekon” ve “terör” kelimelerini yan yana kullanarak ne yapmaya çalıştılar? Velev ki böyle bir oluşum var, toplumun ortak bir kavramını hınçla kullanmak ırkçı bir tavır değil midir? Toplumun hafızasında yer alan ve kimseye zararı olmayan “Ergenekon” adının neden seçildiği, kimin adına kime ne anlatılmak istendiğini kaç kişi sorguladı? En çok saldıranlar, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra açığa çıktı: Bu operasyonun lokomotifi Nur hareketinin ABD’de yaşayan Gülen kanadıydı.

Tarihimize Batılıların baktığı gibi bakıyor bazı mankurt okumuşlar. Peki, Batı Türkiye’yi nasıl görüyor? Batı Türkiye’yi bulduğu ilk fırsatta büyük bir devlet olarak karşısına dikilecek iflah olmaz bir rakip, güvenilmez ama yedekte tutulması gereken, müttefiklikle kandırılması gereken bir ülke olarak görüyor. Büyümemesi için sürekli budanması gereken, yoluna engeller konulması, kontrol altında tutulması gereken bir ülke!

Batı bizi ne kadar ve hangi niyetle tanıyor? Türkoloji araştırmalarının Batı’da başladığı bir gerçektir. Başladığı dönem ise aynı zamanda Osmanlı ve Türk coğrafyasının yağmalandığı dönemdir ve âdeta bu yağmalamayı meşru kılacak şekilde bir Türkoloji ortaya konmuştur. Ancak zamanla mızrak çuvala sığmamıştır. Gerek öntürk tarihi araştırmaları, gerekse İslamiyet sonrası düşünürlerin eserleri, tarihte Türklerin Batılıların öğrettiği gibi etkisiz bir toplum olmadığını gösteriyor. Aslında bunun için büyük araştırmalara gerek yok. Tarihte en çok devlet kuran bir toplumdan söz ediyoruz. Devlet kurabilmek üst düzeyde örgütlenme yeteneği ve bu da iyi işleyen bir eğitim geleneğini gerektirir. Örgütlenme üst düzey bir soyutlamanın ürünüdür. Bunu başarmış bir toplum tarih yapmada etkisiz olamaz.

Mankurtlaşan bireyler mankurt bir toplumu oluşturur. Böyle bir toplum tarihsel özgörevini kaybetmiştir. Tarihin bir öznesi değil, nesnesidir. Tarihe nasıl katılacağını bilmez, unutturulmuştur. Tarih yapan bir aktör olarak tarihe katılmak gibi bir derdi de yoktur. Efendilerinin müttefiki olarak onlara hizmette bulunmak ve sadakatini her fırsatta kanıtlamak onlara gereken mutluluğu sağlamaktadır. Aydınlardan söz ediyoruz, halktan değil. Halk hala kendinde, şimdilik!

Tarihimize Batının gözlükleriyle bakınca ne mi olur? Kısa yanıt; ulusal benliğimiz aşınır ve değişir.

Bir Kızılderili masalı[37]

Bir zamanlar muzip bir Kızılderili bir kartalın yuvasından aşırdığı yumurtayı kuluçkaya yatan yaban tavuğunun yumurtaları arasına katmış. Zamanı geldiğinde yumurtanın içindeki kartal yavrusu kabuğunu kırmış ve dünyaya gelmiş. Kendisinin biraz farklı olsa da çevredeki yüzlerce tavuktan biri olduğunu düşünmüş. Oradaki tavuklarla birlikte, bir tavuk gibi büyümeye başlamış. Sadece o değil, etraftaki tüm tavuklar da onu bir tavuk olarak görüyor ve ona bir tavukmuş gibi davranıyormuş. Zaman zaman içinden; “ben çevremdeki tavuklara benzemiyorum... Acaba ben kimim?” diye soruyormuş.

Bir gün öteki tavuklarla birlikte eşelenirken, yukarılardan birkaç kartalın uçtuğunu görmüş. Kendini tutamamış, yüreğinde bir anda oluşan coşkuyla haykırmış:

“Ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmak istiyorum.” Tavuklar, onun bu sözlerine hep birlikte gülmüşler. “Sen bir tavuksun ve tavuklar asla kartal gibi uçamaz.”

Kendini yaban tavuğu sanan kartal her gün: “Ah tanrım, ne olur, ben de onlar gibi uçabilsem... Ben de onlar gibi özgürce kanat açabilsem göklerde.”

O böyle konuştukça çevresindeki tüm tavuklar her zaman söyledikleri sözleri bir kez daha, bir kez daha yineliyorlarmış: “Vazgeç düşlerinden. Sen tavuksun ve hep tavuk olarak kalacaksın.”

Küçük kartal, çevresindeki tavukların her gün birkaç kez yineledikleri bu sözlerinden öylesine etkilenmiş ki sonunda bir kartal gibi göklerde özgürce kanat açmak düşünden vazgeçmiş, hayatını bir tavuk gibi sürdürmüş ve bir tavuk gibi ölmüş.

Benlik kavrayışı: Benlik bireyin kendisiyle ilgili algısıdır. Benlik, çeşitli deneyimler sonunda öğrenilen ve sürekli olarak gelişen, bireyi kendi içinden gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlar üzerinde düzenleyici ve yönetici bir etkisi olan olgu ve süreçtir. İdeal benlik ile algılanan benlik birbiriyle çakıştığı ölçüde birey kendisiyle barışık, tutarlı ve bağımsızdır. Tersi durumda ise birey huzursuz ve kaygılı olur. Benlik “ben akıllıyım, çalışkanım, çekiciyim, büyük hedeflerim var ve bunları gerçekleştirecek güçteyim, herkes tarafından beğenilen ve saygı duyulan biriyim vb” gibi kişinin kendine ilişkin tanımlamasıdır. Bu ifadeleri hisseden kişinin olumlu bir benlik kavrayışı olduğu söylenebilir. Benlik kavrayışı olumsuz da olabilir. “Ben aptalım, tembelim, iticiyim, hiçbir şeyi başaramam vb”. Bireyler benliklerini çevreden aldıkları dönütlere dayanarak etkileşim halinde biçimlendirirler. Kişi akıllı, çalışkan, başarılı ve çekici olduğu halde çevreden bunları destekleyecek veri alamıyor, takdir ve teşvik göremiyor hatta sürekli tersleniyorsa kendi benliğini olumsuz olarak tasarlayacak ve olumsuz benlik kavramına ulaşacaktır.

Yukarıdaki açıklamada birey yerine ulus konulduğu zaman ulusal benlik kavramı açıklanmış olur. Ulus, güçlü ve zayıf yönlerini, yeterliklerini, yapabileceklerini ve geliştirmesi gereken yanlarını, geçmişte neleri başarıp neleri başaramadığını, diğer uluslar karşısındaki durumunu değerlendirerek kim olduğunu belirler. Bu belirleme olumlu, olumsuz ya da gerçekçi olabileceği gibi olumluluk veya olumsuzlukları abartılı biçimde de algılayabilir. Abartılı olumluluk ırkçılığa götürebileceği gibi abartılı olumsuzluk da ulusu edilgen, silik ve sömürge durumuna düşürebilir.

Ulusun kendini kavrayışı ne kadar gerçeğe yakın ise gelecek tasarımında o kadar isabetli kararlar verir. Türkiye’de gözlenen durum gerçekçi olmayan biçimde topluma olumsuz bir benlik tasarımı yüklenmesidir. Bunun sakıncası yukarıda aktarılan Kızılderili masalındaki kendini yaban tavuğu sanan kartalın durumuna düşmektir. Ulusun kendini olumlu olarak tanımlaması kendisiyle barışık olmasını sağlayacağı gibi özgüveni olan bir ulus olarak geleceği daha iyi kurmasına yol açacaktır.

İzlenen mankurtlaştırıcı eğitim ve kültür politikalarıyla Türk ulusu yakışıklı, çalışkan, onurlu ve başarılı olduğu halde sarhoş babası tarafından sürekli aşağılanan ve horlanan delikanlının durumuna düşürülmüştür. Bu delikanlı olumsuz bir benlik tasarlayacağı için özgüveni olmayacak ve girişim gücü bulamayacaktır. Mankurtlaştırma süreci buna hizmet etmektedir. Batıdan ithal edilen eğitim ve kültür politikaları ve mankurt okumuşlarla olumlu benliğe sahip insan imal etmek mümkün değildir.

 

Onuncu ateş suyu: Cahilleştirmek

Eğitimde sanki bilimsel bilgiyi değil, cehaleti yayma politikası izleniyor. Ezberci öğretim uygulamaları, ders kitabındaki malumatı öğrencilerin belleğine yüklemeye odaklanmış eğitim, kaliteyi tek başına bile düşüren anormal ikili eğitimin normal hale gelmesi,  içeriği boşaltılmış dersler, meslek ya da beceri kazandırmayan okul, kurs ve dersane ile oyalama, sık sık değişen eğitim uygulamalarının ortaya çıkardığı kaos, moral motivasyonu düşürülmüş, meslek aşkını yitirmiş bezgin öğretmenler, öğretmenlik ve müdürlüğün saygınlığının zayıflatılması, kurslarla öğretmenlik formasyonunu sözde kazandırma, müdür atamaları… Eğitimde okullardan daha etkili olmaya başlayan televizyon ve medya ile değerlerin içini boşaltma ve cehaleti yayma…

Bilgisiz-bilinçsiz bırakmak mankurtlaştırıcılar için önemli bir hedeftir. Bilgisizlik güçsüzlüğe ve çaresizliğe, bilinçsizlik ise kör olmaya, yön bulamamaya ve kolay teslimiyete yol açar. Bunu bilen mankurtlaştırıcılar, eğitim ve kültür politikalarını bu hedef doğrultusunda sürdürür. Ders içerikleri ve okullardaki eğitim faaliyetlerine bu gözlükle bakılınca bilimdışı yüklemelerin ne amaçla yapıldığı daha iyi anlaşılır.

Son yıllarda bilimsel bilgi kullanımından uzaklaştırılarak tarihsel bilincini yitirmiş, cahil bırakılmış ve üstelik cehaleti fazilet sayan bir kitle üretilmiş, bu kitlenin cüretkâr cehaleti meşrulaştırılmıştır. Sahte ve uydurulmuş bir tarih yazarak kumanda edilen algılarla harekete geçirilen bu kitleye bilim kültürünü yıkma, kaliteli eğitim almış olan seçkin kitleleri düşman sayma anlayışı yerleştirerek kitleleri cehalete yönelterek yeni moda mankurtlaştırma faaliyeti sürdürülmektedir.

Bilimsel bilgiyi değil, inanç ve ezberi merkeze alan bir eğitim, had safhada ilahiyat okulu, Yanlış anlaşılmış veya güncellenmemiş din bilgisi ile cehaleti sürdürme, Ortadoğu kültürlerinin din telakkilerinin Türk din telakkisiyle çatıştırılması, dine eklenmiş doğruluğu tartışmalı çağdışı örf ve gelenekleri, “dinin aslı budur” diye dayatmak, öğretmek, dindar kitleleri eski ve geçerliği kalmamış bilgiye hapsetmek, Müslüman toplumları bilim kültüründen uzaklaştırmak hatta bilimsel ve felsefi bilgi düşmanı haline getirmek… Emperyalist saldırganlığı göremeyip, üstelik Ortaçağ örflerinden dine yaslanan bir ideoloji üretip emperyalizme karşı çıkıyormuş gibi yapmak.

Bunlara bir de mantık ayarı bozuk olup sürekli safsata düzeyinde konuşan, üstelik televizyon ekranlarını gasp etmiş politikacıların toplumun düşünme disiplinini, akıl yürütme ve mantık ayarını bozan konuşma, yayın ve propagandalarını ekleyince, sonucun toplumu cahillikle aptallaştırarak mankurtlaştırmaya açtıkları sonucuna ulaşılıyor. Sonuçların bazı göstergelerini genel sınavlarda sıfır puan alan öğrenci oranlarında, uluslararası PİSA sonuçlarında ve medyada en çok izlenenlere baktığımızda görüyoruz. Cehalet ve mankurtlaşmanın başka sonuçlarını ise demokrasi adına 19. yüzyıl Avrupası ile Arap Ortaçağının din anlayışını sentezleyerek Türk milletini buna razı olmaya ikna etmede görüyoruz.

***

Ateş suyu etkisi yapan başka şeyler de sıralanabilir. Dikkat edilirse, bütün bunlar toplumu belleksizleştirmek, kimliksizleştirmek, kişiliksizleştirmek ve oyalamak yoluyla toplumsal örgüyü çözme, ulusal idealleri etkisizleştirme ve nihayet toplumu imha etme sonucuna yol açmaktadır. Küresel sömürge haline getirmek istedikleri ülkemizde, yurttaşlarımızı mankurtlaştırdıktan sonra zihinleri yeniden inşa edilip kimlik kazandırılıyor. Oluşturulmaya çalışılan kimlik, bizim olmayan, yapay, emperyalizmle dost veya ona hizmet eden dolayısıyla onun uşağı bir kimliktir.

Mankurtlaştırıcı güç, hedeflediği ülke ve insanları başta algılama yönünden olmak üzere muazzam bir dönüştürücü etki yaratarak gerçeklerden, yaşam tarzından, ulusal değer ve özlemlerden ayırarak yalnızlaştırma, kimliksizleştirme ve kişiliksizleştirmeye yöneltir. Toplumlarda mankurtlaştırmaya maruz kalan ilk kuşak şaşkınlık içinde bocalarken, yeni nesil tam da mankurtlaştırıcı ortamın içinde doğduğundan şaşkınlığı yoktur ve her şeyin olması gerektiği gibi olduğu iyimserliği içindedir.

Yalnızlaştırma-kimliksizleştirme-kişiliksizleştirme ve bunların sonucunda ortaya çıkan yabancılaşma olarak mankurtluk hali, kültürel belleğin yitirilmesinden kaynaklanır. Kültürel bellek yitiminin yarattığı kişiliksizleşmeyle kişinin iradesi ve özgürlüğü yok olur. Kendisi olamamak başlı başına özgürlüksüzlüktür.

Mankurtlaştırıcılar özgürlüksüzlüğün yarattığı şok ve depresif sarsıntıyı ortadan kaldırmak için sahte serbestlikler tanıyarak kişiyi rahatlatır ve mankurt imalatını sürdürür. İrade ve bilinçlerini yitirmiş mankurtlar kişisel, ulusal ve insanî değerlerini hiçe sayan serbestlikçi bir kurgu içinde büyük ölçüde kişisel, ulusal ve insanî değerlerini kemirerek yaşar ve bu kemirgenlikle tatmin edilirler.

 

Neden mankurtlaştırıyorlar?

Mankurtlaştırma işini mankurtlaştırıcılar yapar. Mankurtlaştırıcı olabilmek politika belirleme gücünü gerektirir. Mankurtlaştırma eğitim ve kültür politikalarını belirleyebilenlerin yapabileceği bir ahlâksızlık ve insanlık suçudur. Sorumluları sözü geçen ve sesi çıkanlar arasında aramak gerek.

Mankurtlaştırmanın hangi araçlarla ve nasıl yapıldığının bir kısmı yukarıda açıklandı. Ama neden? Neden birileri ötekilerini mankurtlaştırır? Kısa cevabı şu: Etkisiz hale getirip sömürmek için! Bunu biraz daha açıklamak gerekirse şu sınıflama yapılabilir:

Sebeplerden ilki uluslararası rekabettir. Daha etkili olan devletler (emperyalist devletler de denilebilir) sömürge haline getirmek istedikleri ülkelerin eğitim ve kültür politikalarını bir şekilde tahrif veya tahrip ederek onları etkisizleştirir. Böylece hem muhtemel bir rakipten kurtulur hem de zihnini sömürgeleştirdiği insanların aslında sömürge olduklarının farkına varması engellendiğinden sömürü süreklilik kazanır, toplumlar kurtulma çabasına giremez.

Mankurtlaştırma sebeplerinden ikincisi sınıflar arası rekabetten kaynaklanır. Ülke içinde ekonomiye hâkim olan sınıf büyük ölçüde sosyal politikaların belirlenmesinde de etkilidir. Etki ve gücünü sürdürmesi diğer sınıfların mankurtlaşmış olmasına bağlıdır. Bu hâkim sınıf komprador[38] olduğundan mankurtlaştırmayı işbirliği halinde olduğu emperyalist merkezlerle birlikte yapar.

Bir başka sebep toplum tasarımı mühendisliği yapanların cehaleti ya da yanlış bilgi kullanımıdır. Tuna[39] bu mühendislere köprübaşları adını veriyor. Ona göre “bu köprübaşları (yerine göre aydınlar, bir kısım bürokrasi, yönetici kadrolar vs) başka türlü olmasının mümkün olmadığına inandıklarından bilinçli veya başka bir akla hizmet ettiklerinin bilinçsizliği içinde ama bilim adına, vatan millet adına bu işe koşulurlar. Neticede Batı ile sürdürmek zorunda olduğumuz ilişkiler çerçevesinde bir sistem oturtulmak istenir.” Genellikle az gelişmiş aydınlardan kaynaklanır. Bunlar ya aydın olma niteliklerini taşımadıkları halde o sıfatı edinmiş ya da devşirilmişlerdir. İyi niyetli olanları yarı cahildir. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki bağlardan habersizdirler ve çağın ortaya çıkardığı gelişmeleri ülke çıkarları açısından irdeleyemezler. Ötekiler ise zaten içinde bulundukları ülkeye hizmet etmek gibi bir dertleri yoktur hatta yıkmaya çalışırlar. Bu aydın (!) grubu ekonomi, siyaset, toplumsal hayat vb konularda düzenlemelerin nasıl yapılması gerektiğini tasarlayıp toplumun geleceğini biçimlendirirler. Niyet bozuk ya da yetenek yoksa yanlış planlamalarla insanları yanlış yönlendirirler.

Bir de gayretkeş mankurtlar vardır ve bunlar da toplumun geri kalanını mankurtlaştırma çırpınışındadır. Mankurtlaştığının farkında değildir ve herkesin kendisi gibi olması için elinden geleni yapar.

Ne yazık ki ülkemizde yukarıda anlatılanların hepsinden bol miktarda bulunmaktadır.

 

Mankurtlaşmamak için ne yapmalı?

Aytmatov’un anlattığı mankurtlaştırma öyküsünde insanlar zorla mankurtlaştırılmaktadır. Mankurtlaştırmaya dayanamayanlar ölmektedirler. Günümüzde eğitim ve kültür politikaları öyküdeki devenin boyun derisi halini alabilmektedir. Mankurtlaşmaya direnenler meşruiyet dışına çıkarılarak yok edilmektedir. 68’li Devrimciler önce meşruiyetleri kaybedilip sonra dağıtılmışlardır. Aynı şey Ülkücüler ve İslamcılar için de uygulanmış mankurtlaşmaya direnenler yok edilmiş, fidanlarımız budanmıştır.

Mankurtlaşmayı önlemek millî bir eğitimle mümkündür. Bu bağlamda Atatürk’ün millî bir eğitimin nasıl olması gerektiği konusundaki görüşü fikir verebilir:

“Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür [40] kastediyorum... Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.” [41]

Ülkemizde yaşanan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara baktığımızda, Atatürk’ün önerdiği insan tipini ne kadar yetiştirdiğimiz tartışmalıdır. Toplumun geleneksel eğitim (terbiye) müfredatıyla onun doğrultusunda olması gereken “millî” eğitimin amaç ve uygulamaları birçok yönden farklılaşmış hatta ters düşen uygulamalar yürürlüğe sokulmuştur. Millî bir eğitim, aile ve toplumun değerleri üzerine ulusal hedefler ve çağın yeni değerlerinin sentezinde ortaya çıkar. Süregelen süreçte ise ulusal/millî olmayan, ithal eğitim ve kültür politikaları kültür kodlarını zedelediğinden toplum zihnen teslim alınmaktadır. Kültürel yönden teslim alınan bir ulusun bağımsız yaşama iradesi de yok olmaktadır.

Eğitim, sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir. Millî Eğitim Temel Kanunu sadece okul ve öğretmenleri bağlamaz. Kanunun 17. maddesi “millî eğitimin amaçları yalnız resmi ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır” demektedir. Toplumda herkes herkesin öğretmenidir ve yapıp etmelerini millî eğitimin amaçlarına uygun olarak sürdürmelidir.

Her millet, bir “futbol takımı” gibidir. Takımdakiler eşgüdüm halinde takımın başarısı için mücadele ederler. Birey ve kurumlar görevlerini doğru ve eksiksiz yaparsa ancak o zaman ulusal hedeflere ulaşılır. Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey kalmaz. Kitle iletişim araçları, aileler, sokaktaki insanlar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, kamu görevlileri... Her kurum ve herkes yapıp etmelerinde “millî eğitimin genel amaç ve temel ilkelerini” dikkate almak zorundadır. Bu amaç ve ilkelerden birçok kesimin bihaber olduğu da bir gerçektir.

Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler, eğitim başta gelmek kaydıyla, millî hedefler söz konusu olduğunda birbirini desteklemelidir. Öte yandan medya ve internet, kültürün yeniden üretilip aktarılmasında okullar kadar etkili olmaya başladığı gözden kaçmamalıdır. Çocuk aile, okul ve çevrenin ürünüdür. Medyanın bunların hepsini etkilemede üstünlükleri vardır.

Akla dayalı bilimsel bir eğitimle kültür kodları bireylere tüm eğitim süreçlerinde öğretilmelidir. Bütün bunları toplumca tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır. Medyamızın önemli kısmı bu konuda iyi bir sınav vermemektedir.

 

Haşlanmış kurbağa

Bilinen öyküdür: İçi su dolu bir tencereye bir kurbağa atar ve ocağı yakarsanız kurbağa yavaş yavaş ısındığından dolayı haşlanacağını düşünemez. Sıcaklık rahatsız edici boyuta ulaşınca, o kadar gevşemiş ve mayışmıştır ki, tencereden çıkacak gücü kendinde bulamaz ve ölür. Oysa kaynayan bir tencereye bir kurbağayı atarsanız tüm gücünü toplar, oradan sıçrar ve hemen kurtulur. Kurbağanın çıkamayışı hayatına yönelen tehdidi algılayan iç düzeneğin kurbağanın çevresindeki ani değişikliklere göre programlanmış olmasındandır, alıştıra alıştıra olan değişime göre değil. Bu öykü, insanlara azar azar zehir bile içirilebileceğini anlatmaktadır; şu sıralarda Türk toplumuna içirildiği gibi!

 Her toplum zaman zaman rehavete kapılabilir. Uçurumun eşiğine de gelebilir. Türkiye, uçurumun kenarına gelmiş ama rehaveti üstünden atarak İstiklal Savaşında destanlar yaratmış bir toplumun devletidir. Türkiye, genç ve eğitimli nüfusu, köklü devlet geleneği, üstün coğrafyası, zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarıyla geleceği parlak olan bir ülkedir. Bunu bilerek, mankurtlaştırma araçlarına karşı uyanık kalarak tarihsel rolümüzü oynayabiliriz.

Toplumsal sorunlarda çözümsüzlük yoktur: Bilimsel bilgiyle bilgilenmek, karar vermek için bilimsel bilgileri veri olarak kullanmak, tarih bilinci filtresi edinmek ve felsefi sorgulamayla bilinçlenmek! Gerçekten millî olan bir eğitim ve kültür politikası geliştirilmelidir. Mankurtluktan kurtulmak ve mankurtlaştırılamayanları yetiştirmekle işe başlanabilir. Bu görev, başta devlet, eğitim kurumu ve öğretmenler olmak üzere tüm toplumundur. Görev sadece bir kesime (eğitimcilere) yüklenmemelidir. Savaşlar sadece cephede askerler arasında olmaz. Kültürel yayılmaya karşı da mücadele yürütmek gerek. Asıl savaş zihinlere karşı açılmış durumdadır. Ulusal bilinci yükseltmek, emperyalist sömürüye karşı acil bir insanlık görevidir.

Yukarıda yazılanlardan toplumun dünyayla ilişkisini kesmesi, kendi kabuğuna çekilmesi ve atalarını taklit etmesi gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Toplumlar başka toplumlardan kültür aktarma ve sentez yapma yoluyla gelişir. Her şeyin sürekli değiştiği bir dünyada değişmeden kalınmaz. Bu bölümün önerisi kendi ayakları üzerinde durarak değişmek ve gelişmektir.

Sonuçtan önceki son sözlerden biri olarak söylenmelidir: Mankurt kavramı Manas Destanında geçer. Birçok Türk destanı, bilgeler, hatıratlar, atasözleri ve türküler gelecek kuşaklara mankurtlaşmamaları hususunda uyarılarla doludur. Mankurtlaşmak büyük ölçüde tarih bilinci kaybı yüzünden dostunu düşmanını ayırt edememek ve düşmanın kontrolüne girmektir. Bundan ötürü Türk toplumunun tarihte başı büyük belalara girmiş, kurtulmak için büyük kayıplar vermek zorunda kalmıştır. Orhun anıtına unutkanlığının ve bilinçsizliğinin sonuçları taşa kazarken zihinlere kazmak istenmiş gibidir. Atatürk de öyle. Türk Tarih Kurumunu kurmasından millete yol ve hedef göstermesine varıncaya kadar birçok söz ve eylemi mankurtlaşmama uyarılarıyla doludur. Manas destanında anlatılan mankurt hikâyesi de öyle.

Manas destanında anlatılan mankurttan başka bir tip daha vardır: Gözkaman (közkaman). Manas’a göre ikisi de istenmeyen, olumsuz tiptir. Aralarındaki fark gözkamanın her şeyi bilerek yapan bir hain, mankurtun ise aklını yitirmiş, ne yaptığını bilmeyen şaşkın bir zavallı olmasıdır. İkisi de iflah olmaz. Lâkin gözkaman açıkça düşmandır.


[1] Bu yazı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık (2012, 2018) tarafından yayınlanan “Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz” adlı kitabın ilk bölümüdür.

[2] Mankurt sözcüğünün yerine, muhtemelen onun değişmesiyle Türkiye’de “mankut” kelimesi kullanılır. Mankut, “kut”unu (kutsalını) yitirmiş, bedbaht kişi anlamındadır.

[3] “Aydınlar” yerine “okumuşlar” demek daha doğru olacaktır. Aydın mankurtlaşmaz, mankurtlaşırsa zaten aydın olmaktan çıkar. Aydın; uygarlık tarihini bilen, çağın değerleriyle donanık, her şeyi ulusal bilinç ve insanlık idealleriyle sorgulayan, toplumu karşılaşabileceği fırsat ve tehlikeler konusunda uyaran, toplumuna karşı ebeveynin çocuğuna yaklaştığı gibi sevecen biçimde yaklaşan ve toplumu etkileyen bir düşünce ve kanaat önderidir.

[4] Aytmatov, Cengiz. Gün Olur Asra Bedel. İstanbul: Ötüken Yayınları. 2001. Aytmatov da “mankurt” kavramını Manas Destanı’ndan almıştır.

[5] Ampirizm, empirizm veya deneycilik; bilginin duyumlar aracılığıyla edinilebileceğini, bu yüzden tek kaynağının deney olduğunu savunan felsefi görüştür. Bu görüşe göre dünyaya gelirken insan zihninde hiçbir bilgi yoktur; zihin boş bir levha gibidir.

[6] Jacoby, Russell. Belleğini Yitiren Toplum. (Çev. Hakan Atalay) İstanbul: Ayrıntı. 1996. s. 29.

[7] Yürükel, Sefa M. Soykırımlar Tarihi I: Batının İnsanlık Suçları. Mersin: Near East Publishing. 2005. s. 22.; Diamond, Jared. Tüfek, Mikrop ve Çelik-İnsan Topluluklarının Yazgıları. (Çev. Ülker İnce) Tübitak Popüler Bilim Kitapları. Ankara. 2002.

[8] Keith, Jim. CIA’den Medya’ya Kitlelerin Kontrolü. İstanbul: Nokta Kitap. 2005. s. 26.

[9] Yürükel, agy. 2005. s. 30.

[10] Jansen, Katherina. “Amerikalı Yerlilerin Eğitim Yoluyla Asimilasyonu” Sömürgecilik ve Eğitim. (Çev. İbrahim Kalın) İstanbul: İnsan Yayınları. 1991. s. 101.; Bartolomeo de las Casas. 2009. Yerlilerin Gözyaşları: Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi. (Çev. Oktay Etiman) Ankara: İmge Yayınları.

[11] 21 Aralık 1999. Hürriyet Gazetesi (Yener Süsoy)

[12] Altbach, Philip G. “Üçüncü Dünya İçinde Bilginin Dağıtımı: Yeni-Sömürgecilik Üzerine Bir Durum Araştırması” Sömürgecilik ve Eğitim. (Çev. İbrahim Kalın) İstanbul: İnsan Yayıncılık. 1991. s. 155.

[13] Teletubbies (Teletabiler) gibi.

[14] Küçük, Yalçın. Şebeke/Network. Üçüncü Baskı. İstanbul: YGS Yayınları. 2002, s. 174.

[15] Altan, Ahmet. Geceyarısı Şarkıları. 23. Basım. İstanbul: Can Yayınları. 2001. s. 72-76.

[16] Kızılçelik, Sezgin. “Küreselleşme, Beden ve Şizofreni” C. Ü. Tıp Fakültesi Dergisi 25 (4), 2003. s. 90.

[17] Keith, agy. 2005. s. 65.

[18] Keith, agy. 2005. s. 67.

[19] Ozankaya, Özer. Toplumbilim Terimleri Sözlüğü. Üçüncü basım. Ankara: Savaş Yayınları. 1984, s.  41.

[20] Ozankaya. agy.  s. 40.

[21] Nebi, Malik bin. İdeolojik Savaş Ajanları. (Çev. Cemal Aydın) İstanbul: Timaş. 1997, s. 106.

[22] Koray, Semih. “Üniversitelerimizin Önündeki Tehlike: Ülkesizleşme ve Bilimsizleşme” Bilim ve Ütopya Dergisi. Mayıs, 2004. Sayı: 119.

[23] Başkaya, Fikret. Çığırından Çıkmış Bir Dünya. Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı. 2004. s. 30.

[24] Altbach, agm. 1991.s. 159.

[25] Bu yayınların duplikasyona dönüştürmeden Türkçe olarak yurt içinde de yayınlanması ya da Türkçe ve Türk okuyucusunun kolayca erişebileceği bir merkezde toplanması sağlanmalıdır.

[26] Topçu, Nurettin. 2006. Türkiye’nin Maarif Dâvası. Beşinci baskı. İstanbul: Dergâh Yayınları. S. 12.

[27] Dindar, inancının gereklerini uygulamaya ve yaşamaya çalışan, imanı güçlü olan kimsedir. Dinbaz ise dinini yaşama kaygısı olmadığı halde diğer insanları kendisinin anladığı biçimde dinin kurallarına uymaya zorlayan veya çıkarları için dindar Müslüman olarak görünmeye çalışan, münafık kimsedir. Dindarın eylemleri Allah’ın rızasını kazanıp sevap almak, dinbazınki rant (para, makam, statü, oy) elde etmekle kendini gösterir.

[28] Çavdar, Arif. “Türklerin Suudi Arabistanlılaştırılması” Cumhuriyet Gazetesi, 20 Eylül 1994, s. 2

[29] İslamcılık, İslam veya Müslümanlık değildir. İslamcılık da diğer ideolojiler gibi bir ideolojidir.

[30] Çınar, İkram. “Laiklik, Laik Eğitim ve Siyaset”. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. Sayı 9. 2005.

[31] Tarhan, Nevzat. 2002. Psikolojik Savaş. Timaş Yayınları. İstanbul. s. 27.

[32] Son otuz yılda Türkiye ürettiklerinin bir kısmını çaldırdı. Körfez krizi, terörü önlemek için harcananlar, içi boşaltılan bankalar, yapay ekonomik krizler, Batıdan alınan fahiş faizli borçlar, emperyalizm destekli terörü önlemek için yapılan harcamalar, gümrük birliğinden kaynaklanan zararlar... Yaklaşık 2 trilyon dolar ediyor. Bu paralar bu halkın çalışkanlığıyla kazanılmıştır. Paramız çalınırken, bizim gündemimizde Batı’nın veya içerideki işbirlikçilerinin pişirip önümüze koyduğu içi incir çekirdeğini doldurmayacak konular vardı.

[33]Tosun, Murat. “Aptallık Tartışması Bölüm 2” Hürriyet Gazetesi. 26.07.2005.

[34] Tarhan, Nevzat. Psikolojik Savaş. İkinci Baskı. İstanbul: Timaş. 2002, s. 59.

[35] Kanaralaşmak; Orta Anadolu’da kullanılan bir deyimdir. İşlevinin tersini yapmak anlamında kullanılmaktadır. Örneğin, köpeğin görevi sürüyü kurda, çakala karşı korumak iken, köpekte bir tabiat bozulması olur ve giderek koruması gereken koyunları kendisi yemeğe başlar. Bunun anlaşılması da uzun sürer. Zira köpeğin görevi normal olarak sürüyü kurtlardan korumak olduğu ve genel olarak da bu görevi yapageldiği için sürüde eksilen koyunların köpeğin işi olduğu zor ve geç anlaşılır. Anlaşıldığında ise birçok koyun kaybedilmiş olur. (http://www.ercuemend-oezkan.com/kanar.htm)

[36] Tahir, Kemal. Notlar/Batılılaşma. Yayına Haz.: C. Yazoğlu. Bağlam Yay. İstanbul, 1992. s 43.

[37] Kızılderili masalı (internetten)

[38] Komprador: Bazı sömürge ve bağımlı ülkelerde, dış ticareti elinde tutan ve yabancı sermaye ile iç pazar arasında aracılık yapan, burjuvazinin (özellikle büyük tüccarlar) en tepesinde bulunanlardır (Aşukin vd 1979). Ülkenin emperyalist ülkelerce sömürülmesine aracılık ederler. Çıkarları emperyalist ülkelerin çıkarlarıyla örtüştüğü için çelişki halinde onların yanında yer alırlar.

[39] Tuna, Korkut. Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine. 4. Baskı. İstanbul: İz Yayıncılık. 2011. S. 27.

[40] Atatürk, burada “kültür” sözcüğünü “eğitim” kavramı karşılığında kullanmaktadır.

[41] Atatürk, Mustafa Kemal. Atatürk’ün Bütün Eserleri. Cilt: 11, İstanbul: Kaynak Yayınları. 2003. s 236.

 

You have no rights to post comments