Günümüz dünyasındaki yükseköğretim sistemi Selçuklu İmparatorluğu’nun Nizamiye Medresesi modeline dayalıdır. Elbette kurulduğu gibi kalmadı ama Nizamiye Medresesi’nin değişmeyen ilkeleri de oldu. En önemlisi bilimin özerkliğidir. Medrese (Batı’ya geçtikten sonra Üniversite) iktidar ile ilişkilerine mesafe koymuştur.
Bilimin doğruya doğru, eğriye eğri deme dürüstlüğü ve bilgiye olan hakimiyeti bilimi güçlü kılarken, bilgini de sözü geçen otorite haline getirir. Halk, politikacı bir şeyler yapıp ettikten sonra bilginlerin konu hakkındaki görüşlerine bakar. Bilginlerin doğru bulmadığı işler halkın da hoşuna gitmez. Böylece iktidardakiler halkı etkilemesi için bilginleri yanına almak ister. İktidar, bilimin saygınlığından yararlanarak onu icraatlarının noteri yapmak için bilginleri kontrol altına almak ister. Medrese devrimi, bilimi özerkleştirerek bilginleri iktidarın kontrolünden çıkarmıştır. Bilimdeki büyük gelişmeler bunun sonrasında kendini göstermeye başlamıştır.
Bilimin siyasetten özerkleşmesi bilginlerin de etik ilkeleri arasına girer. Ebu Hanefi “Sultan sofrasında oturan âlimin hükmüne itibar edilmez.” diyerek bu etik anlayışı ilke haline getirir. Yine de tarih boyunca politikacıların bilgiyi elinde tutanları yanların çekme, olmazsa ezerek cezalandırmaktan geri durmadıkları görülür. Bilimin yani rasyonalitenin aşağılandığı öyle zamanlarda toplumlar çöküş yaşarlar. Sorumsuz politikacıların kazanma hırsları yarattıkları felaketi görmelerine engel olur.
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Cumhuriyet döneminde de yükseköğretime olumsuz nitelikli önemli-önemsiz müdahaleler olmuştur. Ancak en büyüğü 12 Eylül 1980’den sonra başlayan ve sonuçlarını gördüğümüz siyasi müdahaledir. 12 Eylül ideolojisinin araladığı kapıdan giren kökü dışarıdaki Gülen cemaati devletin birçok kurumuna olduğu gibi yükseköğretim sistemine de saldırmış ve allak bullak etmiştir. Yıllardır lisansüstü eğitime girecekleri, yurtdışına gönderilecek olanları ve akademisyen adaylarını belirleyen sınavlarda kazananları bu örgütün belirlediği ortaya çıktı. Cevaplar sınavdan önce bu cemaatin militanlarına ulaştırılmıştır. Üstelik bu durum defalarca ortaya konulduğu halde hırsızlıklara göz yumulmuş, hak edenlerin haklarının gasp edilmesine ve mankurt militanların sistemi ele geçirmesine sessiz kalınmış, virüsün sistemi çökertmesinin sadece izlendiği ortaya çıkmıştır.
Yükseköğretim sistemine en büyük müdahale Gülen cemaat örgütlenmesinden gelmiştir. Mankurtlaştırdığı militanlarını sisteme yerleştirmiştir. Büyük bir kısmı halen kripto halde saklanan binlerce militan, bilgin kisvesiyle üniversiteye girmiş ve aynı gayrimeşru yöntemlerle yükselmiştir. Kendi içlerinde paralel-hayalet bir yükseköğretim sistemi kurdukları anlaşılmıştır. Sadece militanlarını sisteme yerleştirmekle kalmamış, kendileri gibi olmayanları sistemden atmak için her türlü entrikayı kullanmışlardır. Üstelik, 12 Eylül sonrası bazı yönetimlerin bu yapılanmayı görmezden geldiği hatta işbirliğine girdiği de açığa çıkmıştır.
15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra deşifre olmuş olanlar sistemden uzaklaştırıldı. Ancak bu da devletimizin geleneklerine ve hukuk devleti normlarını zorlayarak olduğu anlaşılıyor. Bunlar kısa süre dönebileceklerdir. Daha şimdiden dönüşler başlamıştır. Bazılarının, başka üniversitelere atanmalarının yapıldığı duyuluyor. Masum iseler kendi üniversitelerine hem de özür dilenerek görevlendirilmeleri gerekmez miydi? Geçmişte sınav ve soru hırsızlığıyla, akademik mafya oluşturup entrika çevirerek belli yerlere gelenleri aklamaya kimin ne hakkı var? Bu saatten sonra fikirlerini mi değiştirdiler? Duymadık! Bu arada, bu militanların örgütlü olarak, kendilerinden olmadığı için sinsice zarar verdiği akademisyenlerin (birisi benim) yaşadığı sorunlar ve kayıpları ise telâfi dahi edilmeyecek gibi görünüyor! Bu adil değildir.
“Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz” diye bir deyim vardır. Üniversite çevreleri biliyor ki üniversiteden uzaklaştırılan malûm cemaat militanları buzdağının görünen kısmıydı! Militanların birçoğu yerlerindedir, idari görevlerine bile devam etmektedirler. Bazı üniversitelerde Gülencilerle sözde mücadeleyi de bunların yaptığına dair fıkralar basına bile yansımaktadır:
“… Üniversitesi FETÖ soruşturma komisyonu başkanı şüpheliye soruyor:
– Cemaat toplantılarına gitmişsin. Doğru mu?
– Evet gittim.
– Nasıl gittin?
– Arif götürdü.
– Arif kim?
– Yanınızda oturuyor.
Soruşturma şöyle devam ediyor:
– Arif bu adamı toplantılara sen mi götürdün?
– Başkanım, birlikte götürmüştük ya!..”
Birçok üniversitede durum yaklaşık olarak böyledir. 15 Temmuz darbe girişiminin üst düzey sorumlularından biri olduğu gerekçesiyle aranan ve yine bir üniversite mensubu olan A.Ö.’yü arayan polis ekibinin de aynı yapının elemanları olduğu ortaya çıktı. Hayalet bir örgütten söz ediyoruz! İçlerinden nedamet getirip toplumdan özür dileyenler çıkmamıştır. Daha profesyonel olan bu kripto mankurtlar kozalarına girmiş olarak yerlerini koruyorlar.
Normal demokratik düzende bir bölüm başkanının bile normal olmayan yollardan görevden el çektirilmesi sansasyonel olay olurken, darbe girişiminden sonra yükseköğretimdeki bütün dekanlar istifa ettirildi. Böylesi kapsamlı bir uygulama da daha önce olmamıştı. Kuşkusuz büyük bir tahribatla karşı karşıyayız, ayıklamak zor ama yönetici atamaları yapılamamakta, yüzlerce dekan görevlerini vekâleten yürütmektedir. Çoğu deneyimsiz olan ve açık eleştiri ve öneri ortamı olmadığı için rehberlik edenin de olmadığı, zaten danışma ve işbirliğine pek tenezzül de etmeyen bu yöneticilerin bir kısmı acemi berber gibi dümdüz gitmektedirler. Olağanüstü hal yönetimi birçok akademisyeni sessizliğe itmiştir. Sanki insanlar suskun biçimde not ediyor, eğer normal hukuk düzenine geçilirse üniversitelerde büyük bir öfke patlamasının yaşanacağını şimdiden söylemek kehanet sayılmamalıdır.
Askeri darbe dönemlerinde üniversiteye de dokunulurdu. Ancak hiç bu kadar kapsamlı olmamıştı. Sistem, kendi göz yumup yarattığı, işbirliği yapıp meşrulaştırdığı canavarı ortadan kaldırmaya çalışıyor. Yöntemlerinin samimiyeti ve başarı derecesini zaman gösterecek. Bu arada bilime ve bilgine saygının erozyona uğradığı da gözlerden kaçmıyor. En kötüsü de bu.
Sadece dilek dileyebiliyorum. Dileğim siyaset esnafının üniversiteyi bilim kültürü ile baş başa bırakıp üniversiteyi terk etmesi, “sultan sofrasında oturan âlimlerini” de yanlarında götürmeleridir. Endişeye gerek yok; bilim ahlakı ve kültürü üniversiteyi düzeltir.
Bir ağaç bulursam dileğimi ağaca bağlayacağım.
Kaleminize sağlık hocam