Hayatı elinden alınmış bir adamın umarsızlığıyla yürüdüm tüm gün. Tepemdeki kızgın güneş Tanrının da beni terk ettiğinin işareti sayılabilir miydi? Evet, bir şeyler kaybetmiştim. İnanç mı, umut mu yoksa; sadakat miydi beni terk edip giden…
İş makinelerinin çıkardığı gürültü ve toz içerisinde dar bir patikadan istasyona yürürken insanlar, konuşup yürüyen anlamsız biblolar gibi görünüyordu. Herkesin bir telaşı var. Telefonlar, toplantılar, ilk kez buluşan sevgililer, işportacılar, tanesi bir liraya gül satıcıları, 5: 15 vapuruna yetişmeye çalışanlar ve daha birçokları bu koşuşturmacanın içindeydiler. Yalnız ben değildim bir de o. Üç gündür hep burada aynı saatte karşılaşıyorduk. Boynundaki boncuk kolye renginde keskin deniz mavisi gözleri, uçlarına kadar ak düşen saçları ve her çizgisine bir şiir yazılacak keder dolu yüzü… Bir bankta oturmuş, kuşlar gibi cıvıldayan çocukları seyrediyordu.
Vücudumun ağırlaştığını hissediyordum, yine o pis koku başımı döndürüyordu. Gözlerime inen bu karanlık perdenin arasından fark edebildiğim tek şey onun Yunan heykelleri gibi bembeyaz elleriydi. İnsanlığa uzanan o öpülesi eller. Birazdan kendime geldiğimde
– İyi misin evladım, dedi.
Cevap vermedim, bu kadına karşı içimde tarif edemediğim bir his oluşmuştu.
– Gözlerin, dedi
– Gözlerin tıpkı Cemal’iminkine benziyor. Ama Allah esirgesin seni…
Yavaşça doğruldu, en az birkaç kez yamalandığı belli olan hırkasının cebinden ucu yırtık, incitmeye bile korktuğu eski bir fotoğraf çıkarıverdi, derin bir iç çekti. Yanı başımda ki bu kadın hakkında önlenemez bir merak ve heyecan duymaya başlamıştım. Nereden başlayacağımı bilemedim, ağzımdan çıkan tek söz
– Cemal kim’ oldu.
Yüzünde bir tebessüm oluştu elime tutuşturduğu fotoğraf dört beş yaşında bir oğlan fotoğrafıydı. Bu sıska oğlanın pırıl pırıl gözleri, altın rengi saçları vardı.
Uzun bir sessizlikten sonra içindeki bütün kederi oracıkta bırakmak istermiş gibi söze başladı.
‘Bilir misin evladım insan hayatında iki kez cesur davranır. Biri kaybedeceği hiç bir şey olmadığı andır.
13 yaşında, küçük bir köyde dünyanın bu denli acı olduğunu bilmeden yaşıyordum. Sıradan bir hayattı ama dünyada ki her kötülüğe kapalı gözlerimiz sadece güzelliğe dönüktü. Bir akşam babam artık okula gitmeyeceğimi söyledi, çok geçmeden akrabalardan biriyle baş göz etmeye karar verdiler beni. Hayal kuracak kadar bile vaktim olmamıştı.
O zamanlar Mehmet yeni serpilen bir fidan gibi uzun, zarif ve alımlıydı. Okuldan çıkınca eve kadar hiç konuşmadan birlikte yürürdük, sanki bu kadarı bizi mutlu etmeye yeterdi. Nişanlandığımı duyunca bir gece evimizin önünde gördüm onu. Yaklaştım ilk kez konuşacaktık.
– Benimle gel, dedi. Gözlerinin içine baktım.
Bir sözü yetmişti beni ikna etmeye. O gece kaçtık. Benim için yazılan bir senaryonun figüranı olamazdım.
Babam, nişanlım öfkeden kurdurmuşlardı, her yerde bizi arıyorlardı bulsaydılar.. İki hafta sonra Mehmet gurbete gitti orada amcasının yanında çalışacakmış. İlk mektubunu aldığımda boynumdan kalbime doğru ince bir sızı hissettim. Sonra bir kez daha yaşadım bu sızıyı fakat yüreğime öyle bir saplandı ki bir daha geçmek bilmedi.
Mehmet üç yıl sonra dönebildi köye. Dışı yüksek duvarlarla çevrili geniş avludan içeriye girdiğinde heyecandan kapının önünde taş kesildim sanki, göz göze geldiğimizde amansız bir sessizlik sarıverdi her yanı.
İşte onun sesi. Cemalim avludaki sessizliği bir anda bayram yerine çevirdi. Koşup birbirimize sarıldık. Bir aile olmuştuk bunu ilk kez hissettim.
Mehmet’in gelişinden sonra hayatımın en güzel günleri başlamıştı. Artık babam da yokluğunda bana eziyet eden Mehmet’in annesi de bizi rahat bırakmışlardı. Mevsimler hızla geçti Cemalim koca adam oldu, ilkokul çağına geldi. Babasıyla birlikte şehre inip alışveriş yapmışlardı, döndüklerinde büyük bir sevinçle bana koştu.
Dün gibi hatırımda
– Ana bak neler aldık
Okul önlüğü vardı üstünde, akşamdan işlediğim kenarı oyalı mendili koydum cebine
– Hah şimdi tam oldun. Okuyup da büyük adam olacak benim oğlum.
Cemal yeni kıyafetini arkadaşlarına göstermek için bayırdan aşağı göle koşuyordu. Bu onu son kez görüşüm olduğunu bilseydim kokusunu içime çekmez miydim…
Ötekisi ise her şeyini kaybettiği andır.
“Cemalin başına gelenlerden sonra; Sefil, düşkün ve bir o kadar da cüretkar olan kadın biraz düşündü ve anlam veremedi. Yaradılışından gelen o şeytani ruh haliyle bakındı etrafa, kelimeler birer birer döküldü ağzından. Eğer sen Tanrıysan yap bende sadece yaşayayım eğer yokluksa vaadin yarattıklarının tümünü yok et benliğinde, bitsin bu hayasız, adaletsiz düzen”
Duramaz oldum o evde o yerde. Koşup oynadığı yerlere, kıyafetlerine, yatağına bakamaz oldum. Nerede ne varsa şimdi hepsi onu hatırlatır bana.
– Gidelim Mehmet buralardan.
Göçüp geldik İzmir’e yukarıda kale mahallesinde bir gecekonduya yerleştik. Zamanla her acıya alışır mı insan?
– Alıştım ben en kötüsü de bu ya.’
Ve 5:45 treni geldi. Yavaşça doğruldu elimdeki fotoğrafı aynı özenle katlayıp yerine koydu. Elinin tersiyle gözlerinde ki son yaşları da sildi.
– Allaha sımarladık.
Neydi beni bu kadar üzen. Bir başkasının acısı mı, şikâyet edecek olamamam mı, yoksa bu yitiklik mi?
Bu şehirde tren istasyonları birçok şeyin habercisidir. Gidenler için umudun, kalanlar için gelecek güzel günlerin. Ve beklemek bu insanları yormaz çünkü onların sabırları da en az iradeleri kadar çeliktendir…