Eğitişim Dergisinin Ekim 2021 tarihli 72. sayısındaki “Geleneksel Söz Varlığımız” başlıklı yazımda, arkadaşım Nuri ile gerçekleştirdiğimiz düşsel söyleşiden bir kesit sunmuştum. O söyleşide, çok uzaklardaki acı-tatlı çocukluk yaşantılarımızla biçimlenip belleğimize sinen söz varlığımızdan örnekler vermiştik. Onlar, her kuşakta biraz daha gürleşip gürbüzleşerek yüzyıllar öncesinden Artvin yereline ulaşan; özellikle de Ardanuç ilçesine bağlı Aşağı Irmaklar köyünün gündelik konuşma dilini oluşturan sözcük, deyim ve ata-baba sözlerinin küçük bir bölümüydü. Andığım yazımın sonunda, “Eğer istenirse, bir başka zamanda yöremizin öbür işlek deyimlerinin ve ata-baba sözlerinin bir bölümünü daha dile getirebiliriz.” diye bir vaadim vardı. Şimdi, istek üzerine, o vaadimi gerçekleştiriyorum.
Nuri’yle bu kez de yöremize özgü aşağıda koyu yazılı sözlerin geçtiği yaşantılarımızı konuştuk.
“Nuri! Neyi anımsadım şu anda, biliyor musun?” dedim. “Bizim köyün büyükleri, bir olayı, olguyu, durumu dile getirirken, anlattıklarının ilgiyle dinlenmesini ve belleklerde, bir daha çıkmayacak biçimde yer etmesini kolaylaştıran bir yol izliyorlardı. Anlatımlarında, özellikle zengin anlam çağrışımları sağlayan Türkçe sözcükleri, deyimleri, ata-baba sözlerini kullanıyorlardı.”
“Evet,” dedi, Nuri. “Birçok kez ben de düşünmüşümdür, bu konu üzerinde. Bir anne, baba ya da bir nine, dede, arkadaşıyla ya da ahbabıyla konuşurken oğlunun, kızının, gelininin, damadının ya da önemsediği başka bir kişinin, bütün uyarmalarına karşın, sözünü dinletemediğinden, onların yanlışlarını ya da eksikliklerini gidermeleri konusunda gösterdiği çabaların boşa gitmesinden yakınınca, arkadaşı ya da ahbabı ona genellikle şu karşılığı verirdi:
“Kulak asma, Ahmet Çavuş (ya da) Sona Gelin! İnsanın içinde olacak, içinde! Sen ne yaparsan yap, boş! Koyma akıl, akıl olmuyor! Ne demişler? Deliye ver öğüdü; almazsa ver zılgıtı!”
“Şu konuda senin de deneyimin vardır sanırım.” diyerek sözü bana bırakınca, ben de şu olayı anlattım, Nuri’ye:
“Sonbahar gelince orman idaresinden, kış yakacağını hazırlamak için ruhsat alındığında, bütün köy halkı, iki hafta boyunca köyün yakınındaki ormana giderdi. Orada harıl harıl, kışlık odun hazırlar ve kızaklarla evlerine taşırlardı. O sürede, çoluk çocuk da içinde, herkes, her işi bırakır, gece demez, gündüz demez, yalnızca odun hazırlama ve taşıma işiyle uğraşırdı.
“Ruhsatın alınışının ilk günüydü. Bundan haberi olmayan Musa Dede, yol kenarındaki evinin önünde otururken, baltasını omzuna atmış olan, kendisine selam verip merhabaya durmadan, hızlı adımlarla uzaklaşan Enis’e şöyle seslenmişti:
“Hayrola Enis? Selam verdin; ama hâl hatır bile sormadın! Omzunda balta, nereye gidiyorsun böyle alelacele?”
Enis:
“Kusura bakma Musa Dede. Ormana, kırıntı kesmeye gidiyorum! Dün ruhsat alındı da! Elimizi çabuk tutmazsak, yetiştiremiyoruz, sonra. Biliyorsun: orman uzak. Bir de yağmur yağarsa bugünlerde, işimiz yaş demektir! Yağmurda, çamurda rezil oluyoruz.” demişti.
“Altı aydan daha uzun süren kışı kar altında geçiren köyümüz halkı, o yıllarda, evlerini ısıtmada odun yakıyordu, bildiğin gibi. Sonbaharda yalnızca ormandaki kırıntı denen yıkık dökük ağaçlardan yakacak hazırlamak için verilirdi ruhsat; ama o yıkık dökük ağaçlar kadar da ayaktaki genç çamlar, köknarlar, kimi de karaağaçlar kesilirdi. Çünkü kış boyu gerekli yakacağı karşılayacak kadar devrik, ağaç yoktu ormanda. Bunu orman idaresi de orman bakım memuru da bilirdi. Bile bile lades, demekti, bu. Gerçek böyle olunca, orman bakım memuru ile önceden görüşülür ve ruhsat süresince onun, yöreye olabildiğince az uğraması sağlanırdı.
“Köy halkı, o süre içinde en azından, kışı geçirecek kadar odun hazırlamak için gecesini gündüzüne katmak zorundaydı. Kestikleri genç ağaçları, sabaha dek eve ulaştırır ve göz önünden uzak bir yerde saklarlardı. Orman bakım memuru, kaçak kesimlere belli bir yere dek göz yumardı. Bağ bahçe çeperinde kullanmak üzere, çok sayıda genç ağaca kıydığını gördüğü kişiler hakkında tutanak düzenlemek gereğini duyardı.
“Çocuk ve gençlerin gözü önünde kotarılan bu doğruluğa, dürüstlüğe aykırı, gizli kapaklı işler, onların ahlak ve vicdan gelişiminde, sakatlayıcı izler bırakırdı.” diye ilettim, düşüncelerimi Nuri’ye.
Nuri, üzgün bir yüz anlatımıyla sözümü onayladıktan sonra, “İlkokul yıllarımda her yıl, o sözünü ettiğin ormanın yolunu ben de çok arşınlamışımdır.” dedi.
Ardından, şu anısını dile getirdi:
“Kocasının huysuzluğundan, inadından yakınan; ama kocasını da çok sevdiği anlaşılan gelinlere, deneyim zengini ninemin, şöyle öğütler verdiğini duyardım, zaman zaman:
“Kız! Sen de suyuna git, kocanın, biraz! Onun her sözüne karşı gelme! Bak, nasıl yumuşayacak kocan! Muma döner, muma! Bir dene de gör!
Bunun üzerine ben de benzer bir yaşantımı paylaştım:
“Bir gün Aslı Yenge, kapı komşusuna, ağzına geleni söylüyordu. Bunu duyan Ninem, koşarak Aslı Yengenin yanına gitmiş ve ona:
“Ağzını bozma Aslı! Ne dediğinin farkında mısın sen? Ağzından çıkanı kulağın işitiyor mu senin? Gülbeyaz, senin kapı komşun! Yarın bir gün, nasıl bakacaksın Gülbeyaz’ın yüzüne? yüzün kızarmayacak mı, söylediğin bu sözleri hatırlayınca? Hırs çıkar, göz kararır; hırs iner, yüz kararır!” demişti. Aslı Yenge, bu uyarı üzerine, susmak ve içeri girmek zorunda kalmıştı.
Evet!” dedi, Nuri. “Bizim köyde büyükler, genç insanların, yanlışlarını düzeltmeleri konusunda onları uyarmayı ihmal etmezlerdi. Bu yolla birçok kötülüğü önlemiş, köy halkının iyi geçinmelerini sağlamış olurlardı. Ben de tanık olmuşumdur, anlattığına benzer birçok olaya.
“Benim Ninemin de bizim Nermin’e, benzer bir uyarısı olmuştu. Nermin’in, düşünüp taşınmadan, kârını, zararını hesaplamadan, aklına geldiği gibi davranma huyu vardı. O nedenle başı beladan kurtulmazdı. Bir gün Nermin, Nineme başına gelen kötülüklerden yakınmaya başlayınca, Ninem onu yanına çağırmış ve ona:
“Otur şuraya da beni dinle!” demişti. “Kırk (kez) ölç, bir (kez) biç! demişler, yavrum! Sen bu sözü duymadın mı hiç? Duymamış olsan da aklın yok mu sesin? İnsan, yanlışı bir kez yapar, iki kez yapar! bir daha, bir daha yapar mı, başını belaya sokan davranışı? Başkalarına verdiğin zararı düşünmüyorsan, kendine verdiğin zararı düşün, bari!”
Nermin, Ninemi ses çıkarmadan dinlemiş ve yaptıklarından ötürü çok utanmıştı.
Bu kez,ben aldım sözü:
“Doğru söylüyorsun! Senin de belirttiğin gibi, büyükler, köyde, anlaşamayan kimseleri, kardeşleri barıştırmaya özel bir özen gösterirlerdi. Çünkü o büyükler, feleğin çemberinden geçmiş, iyiyi, kötüyü görmüş; yaşamları boyunca neyin yarar, neyin zarar getirdiğine yüzlerce kez tanık olmuşlardı. O nedenle iki insanı barıştırdıklarında, dünyalar onların olurdu. Nineler, dedeler, sezdirmeden, kimlerin aralarının açık olduğunu izler ve uygun bir anı yakalar yakalamaz, birçok kez de birkaç büyük, birlikte o kavgalıları bir araya getirirlerdi. Kavgalılar, onların isteklerini dinler, onların sözüne uyarlardı.
“Ağzı iyi laf yapan büyük, örneğin, şöyle konuşurdu onlarla:
“Neyi bölemiyorsunuz, şu üç günlük dünyada, hay oğul! Kötülükten kime hayır gelmiş ki size de gelsin? Aranızda bir mesele olduğunda, bir araya gelin, konuşun ve halledin meselenizi. El seyre doymaz! Birbirinizle güzel güzel geçinerek düşmanlarınızı değil, dostlarınızı sevindirin, Çoluk çocuğunuz da sizin bu güzel geçiminizi görsün, onlar da yarın birbiriyle ve bütün komşularıyla iyi geçinsinler. Asıl, bu yakışır, size! Haydi, ikiniz de yanıma gelin bakayım! “Önce, bir tokalaşın ve sarılın birbirinize!” deyince onlar da söyleneni yapar ve aralarındaki kırgınlığı sonlandırırlardı.
Nuri, bir de şu yaşantısını anımsatmıştı:
“Olay, dün olmuş gibi duruyor aklımda, Rasim! Annem, bir bahar sabahının geç saatinde dört dönüyormuş. Hayvanları otlatmaya götürmem için yarım saat önce beni uyandırdığı halde, ben yataktan çıkmamış, bir o yana, bir bu yana dönüp durmuştum yatakta. Oysa hayvanlar, iyiden iyiye acıkmışlardı. Daha fazla dayanamayan annem, yanıma gelmiş ve omzumdan tutup sarsmıştı beni ve öfkeyle:
“Haydi kalk artık! Acından öldü hayvanlar, daha!” demişti. Ben, yine mırın kırın edince bu kez kolumdan tutar tutmaz, beni yataktan yere indirmiş ve “Çok oldun sen de artık ha!” demişti. “Sen ağzım gözüm diyene dek, gün öğle olacak!”
Sesimi çıkaramadan kalkıp lavaboya yönelmiştim. O sırada babam, bana bir şeyler söylemek isteyince, annem bu kez babamı haşlamıştı, aynı öfkeli sesle:
“Şimdi bir de sen akşam ettirme çocuğu! Bırak yüzünü yıkasın bir an önce!” demişti babama. Daha yüzümü yıkamayı bitirmemişken annem mutfaktan seslenmişti:
“Yiyeceğini mendile koydum. Hayvanları otlağa çıkardığında oturur, yaparsın kahvaltını! Duydun mu beni?” demişti.
Ben, cılız bir sesle “Duydum!” diye karşılık vermiştim.
“Çocukluk, işte!” dedim. Hepimiz kim bilir kaç kez yaşattık büyüklerimize o tür olayları!
“İlkokulda, öğle yemeği için size gittiğimizde, Peruze Ninemiz, beni nasıl karşılar, bana ne derdi, anımsıyor musun?” diye sordum, Nuri’ye ve yanıtı da kendim verdim:
“Canına öleyim senin oğul! Kurban olurum sana ben! Hoş geldin!” der, sıkı sıkı sarılırdı boynuma. Sonra da “Gelin, hadi! Size bir şeyler hazırlayayım da yiyin.” Der, az sonra kocaman bir sahan dolusu peynir erimesini koyardı önümüze.
Söyleşimizin sonuna doğru, Nuri’ye, çok üzüldüğüm bir durumu anlatmış; ardından da sıraladığım sözlerin anlamını bilip bilmediğini sormuştum. Üzüntüm şundandı:
“Daha küçük yaşlarımda oluşmasını çok isterdim, dil bilincimin! Erkence dil bilinci edinmiş olsaydım, birkaç kitap dolduracak zenginlikteki binlerce yıllık dilsel anlatım birikimimizi belleklerinde taşıyan büyüklerimizden, değer biçilemez derlemeler yapardım! Bizim orada, o binlerce yıllık dilsel zenginliği belleklerinde taşıyan yaşlılar vardı. Bunlardan birisi de senin ve benim de akrabamız olan Ekrem Altun’un baba annesiydi. Gerçek adını kimsenin bilmediği; herkesin, Kontromlu (Yolağzı köylü) Nine dediği Ninemiz, her olayı, her olguyu, her soruyu, ölçülü uyaklı bir deyişle ya da bir ata-baba sözüyle yorumlar, çevresindekilere derin bir hayranlıkla dinletirdi, kendisini. Ne yazık ki o bulunmaz hazine, benzeri birçoğu gibi, bir daha ele geçmemek üzere toprağa gömüldü!
O eşsiz zenginliğin, o renkli ve etkili anlatımların değerini, dil bilincim oluştukça daha iyi kavramaya başlamıştım; ama iş işten geçmişti! Öyle olmakla birlikte, o özel kişiler dışındaki yetişkinlerin de bu yerel dili kullanma becerileri, hiç de küçümsenecek gibi değildi.
“Bizim yöre insanının, belki de birçok yörenin insanı gibi, günlük konuşmalarında kullandıkları sözcüklerin, deyim ve atasözlerinin bir özelliği de bu söz varlığının büyük çoğunluğunun, öz be öz Türkçe olmasıydı. Örneğin, şu sözcük, deyim ve atasözlerine sen de yabancı değilsin.” dedim, Nuri’ye ve onları sıraladım:
Kırpıntı (Kırpılan ya da kesilen şeylerden çıkan, kalan parça ya da parçalar)
Boylama (Kadınların boydan boya giydiği tek parçalı giysi)
Burunlamak (Beğenmemek, küçümsemek)
Çocuk olma! (Çocuklaşma! Çocuk gibi davranma!)
Tıntınlanma! (Ağırdan alma! Başladığın işi zamanında bitir!)
Mum olmak (İstemediği bir şeyi benimsemek zorunda kalmak)
İnsanlıktan çıkmak: ((Bir durum karşısında) ölçüsüz, yakışıksız, çok çirkin davranışlar göstermek)
Kıtlıktan çıkmak (Yiyecek bir şeye birdenbire, aşırı biçimde saldırmak)
İnek almıyor, dana emmiyor! (Kendileriyle ilgili bir sorunun çözüm yolunu iki tarafın da kabul etmemesi durumu).
İki canlı (Gebe (kadın))
Karnı burnunda (Gebeliği iyice belli olmuş, doğumu yaklaşmış (kadın))
Gördüğünden göz kirası istemek (Her gördüğü şeyi almayı, her gördüğü yiyeceği yemeyi istemek)
Daldan dala atlamak (Kararsızlık göstermek; bir işi, bir konuyu bitirmeden öbürüne geçmek)
Canını boğazına çıkarmak (Bıktırmak, usandırmak)
Ağzına burnuna bulaştırmak (Ele aldığı işi düzenli bir biçimde çözüme kavuşturamamak, bozmak)
Büyüklenmek (Olduğundan daha önemli, değerli, güçlü gibi görünmek, öyle davranmak)
Aklını oynatmak (Aklını kullanamayacak duruma gelmek)
Karartısı kesilsin! ((Birisi) ölsün! Yok olsun!)
Eşeğin büyüğü ahırda kalmış! (Daha az önemli olanlar üzerinde durulurken çok daha önemli olan gözden kaçmış, görülememiş, atlanmış, unutulmuş.)
Al kaşağıyı gir ahıra, yarası olan gocunsun! (Olumsuz, yakışık almayan bir olay ya da durum anlatıldığında, o tür olaya ya da durumla ilişkisi olmayanlar, anlatılana herhangi bir tepki göstermezken, aldırış etmezken, o tür olaya ya da duruma karışmış olanlar, anlatılana karşı çıkarlar. Böylece kendilerini belli etmiş olurlar.)
Ben umuyorum bacımdan, bacım ölüyor acından. (Daha çok olanağa, güce sahip olduğu sanılan ya da düşünülen kişinin, yardım bekleyenden daha az olanağa sahip, daha güçsüz olduğunun anlaşıldığı durumda söylenen söz)
Gözü kesmek (Bir şeyi yapacağına inanmak)
Akıl edemedim. (Doğru olanı, doğru çözümü düşünemedim.)
İnsanoğlu çiğ süt emmiştir. (İnsanoğlundan her zaman iyi davranış beklenemez. O, umulmadık bir zamanda, yerde, umulmadık bir kötülük yapabilir.)
Dünya ile düz yaşamayacağım. (Ölümlüyüm; bir gün öleceğim.)
Ağaçtan adam yapmak (Çalışacak adama, kişiye çok gereksinim duymak)
(Birisine) horozlanmak (Birisine güçlü olduğunu gösterecek biçimde davranmak)
Çırpısızlık (etmek) (Düzensiz, terbiye dışı davranışta bulunmak)
Sakız açmak (köknar ağaçlarından sakız toplamak)
Bir çiğnem sakız (Çam, köknar ağacından elde edilip çiğnemek üzere ağza alınacak kadar sakız)
Sıkma (Sutyen işlevi de görecek biçimdeki ve bedeni iyice saran, önü düğmeli, yakasız, göğsü üçgen biçiminde açık bıraktıktan sonra düğme ya da kopça sıralanmış ve göbek hizasına dek inen bluz)
Uylamak (Bir şeyi, bir isteği yineleyip durmak)
Yüğürmek (Beşiği ya da onun gibi şeyi sallamak)
Yüğrüle yüğrüle yürümek (İki yana sallanarak yürümek)
Bu sözleri dikkatle dinledikten sonra, verdiğim bu örneklere ilişkin düşüncesini Nuri:
“Bilmez olur muyum? Değil yalnız bunları, bunlar gibi yüzlercesini duyarak, kullanarak büyüdüm ben! diyerek belirtti.
1 thought on “Yerel Dilimizin Anlam Zenginliği”