Sağlıklı bir kişilik geliştirme, toplumsallaşmış olma anlamını taşıyor. Toplumsallaşma, “bireyin, içinde yaşadığı toplumun normlarını, değerlerini, kendisine biçilen rolleri, tutumları, davranış yapılarını, toplumsal etkileşim için gerekli becerileri, benlik ve kimlik duygusunu kazanma, içinde yaşadığı kültürü içselleştirme süreci” olarak tanımlanıyor. Bu tanım, aynı zamanda “kültürel uyum” anlamına geliyor.
Kişiliğimizin temel yapısını ilkin, içine doğduğumuz ailemizden edindiğimiz derin ve silinmez izler belirliyor. Tarihin derinliklerinden süzüle süzüle bize dek ulaşan bu nitelikler, yerel kültürel izlerdir. Kişilik oluşumu burada bitmiyor; yakın, sonra da uzak çevrelerden edindiğimiz deneyimlerle kişilik gelişimimiz ve olgunlaşmamız; yani toplumsallaşma, sürüp gidiyor. Çünkü kişilik, duruk değil; dirik bir yapı özelliğindedir.
Birincil toplumsallaşmayı aile ya da ilk bakıcılar; ikincilleri ise okullar, kitle iletişim araçları (medya), dinsel kurumlar ve bunların benzeri toplumsallaşma araçları gerçekleştiriyor. Gelişim sürecinin değişik evrelerinde, çeşitli geçiş törenleri aracılığıyla bireye, yaşayagelen çeşitli toplumsal ilişkileri yeniden üretme, toplumsal yapıyı değiştirme de aralarında, belirli haklar veriliyor, belirli sorumluluklar yükleniyor.
Kültür kavramı, “toplumsal gelişim süreci içinde yaratılan bütün maddesel değerlerle bunları yaratmada, sonraki kuşaklara aktarmada kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümü”nü içeriyor. Başka bir anlatımla “bir toplumun dili, gelenekleri, inançları, sanatsal ürünleri, yaşam biçimi, tarihi, o toplumun kültürünü oluşturuyor.” Bu yaklaşımdan, bir toplumun kültürel birikiminin, o toplumun tarihi boyunca var ettiği tüm değerleri içerdiği sonucu çıkıyor.
Kültürel birikim adı verilen ve bir ulusun, bir dönemin, bir bölgenin, daha önce yerleşmiş temeller üzerinde yer alan inanç, görenek, sanat ve becerileri, daha sonra, insanlığın ortak malı olabiliyor
Bu bağlamda dil, hem bir kültür öğesi hem de kültürü, bir önceki kuşaktan, sonraki kuşağa aktaran birincil derecede bir araç işlevini görüyor.
Bu yazıda, Atabek Yurdu yerel kültürünün Artvin iline bağlı Ardanuç ilçesinin Aşağı Irmaklar köyünde yaşanan ve yaşatılan ve de benim kişiliğimde de derin izleri olan dilsel anlatım özelliklerine bir giriş yapmak istiyorum. Daha sonra da arkasını getirmeyi düşünüyorum.
***
Bizim köyde, ne tür durumlar, olay ya da olgular, nasıl değerlendirilir, ne tür bir tepki gösterilirdi? -di’li geçmiş zaman kullanıyorum; çünkü bugün, o gürül gürül yaşam yok artık bizim köyde. İç göç, köyümüzü sönmüş arı kovanına döndürdü. Benim çocukluğumda, köy halkının büyük çoğunluğu, yalnızca bir yıllık bir geçimi zar zor sağlayacak kadar ürünü ancak edinmesine karşın, üç mevsim boyunca, gece demez, gündüz demez, büyük bir çaba gösterirlerdi. Kış günlerini biraz daha dingin; ama canlarını bahara sağ salim atmak için her şeyi ölçülü tüketmeye özen göstermeyi de unutmadan yer içer ve ahırdaki hayvanların otunu samanını verir, altlarını kürür, onları su içmeye götürür, getirirlerdi. Uzun kış gecelerinde ara sıra da konu komşu bir araya gelerek söyleştikleri olurdu.
Biz, okula giden çocuklar ise her akşam, yüksünmeyi aklımızdan bile geçirmeden, beş numara lambanın kısık ışığında ya yere yüzükoyun uzanarak ya da bağdaş kurup tahtadan yapılı okul çantamızı dizlerimizin üzerine koyarak yazılı ödevlerimizi yapardık hem mutfak hem de oturma ve yatak odası olarak kullanılan odanın bir köşesinde. Okuyarak öğrenmemiz gerektiğinde de odadaki gürültüyü bastırmak için çoğu kez sesli okurduk.
Kimi zaman, lambaya konacak gazyağı tükenir, ilçeden ya da bir komşudan ödünç ya da ilçeden gazyağı alınıncaya dek, ocakta yaktığımız çıra ışığında çalışmak zorunda kaldığımız da olurdu.
İlginçtir, hali vakti yerinde olanların evinde de üzerinde ders yapılacak bir masa bulunmazdı. O evlerde ders ve ödevlerimizi, anlattığım biçimde hazırlardık. Varsıl evlerde oda sayısı çok olmasına karşın, kış günlerinde ikinci bir oda ısıtılıp çocukların orada ders hazırlığı yapmalarına olanak sağlama düşünülmezdi. Varsıl aile çocuklarının tek avantajı, çıra ışığında ders çalışma zorunda kalmamalarıydı.
Hiçbir ailenin, sessiz olalım da çocuklar, derslerine daha rahat çalışsınlar, diye düşünmek, akıllarından bile geçmezdi.
Biz çocuklar, bir yandan ders çalışırken, bir yandan da büyüklerin konuşmalarını dinler ve onların olay ve olgulara ilişkin değerlendirmelerine kulak verir, onların olay ve olguları anlatmada kullandıkları sözcükleri, deyim ve atasözlerini, anlatım biçimlerini dinler, onları içselleştirir ve yeri geldiğinde de kullanmayı denerdik.
Bunlar nelerdi? O denli varsıl ve renkliydi ki yerel dilimiz; o denli ilgi çekiciydi ki öğrendiğimiz anlatım biçimleri, duyar duymaz, belleğimize kaydeder ve bir daha asla unutmazdık onları.
Bir sonraki yazımda, hangi anlatım biçimlerinin ne tür durumlar içinde, nasıl kullanıldığını gösteren pek çok örnekten birkaçını sizinle paylaşmaya çalışacağım.