Yaşamı Anlamlı Kılma Üstüne

Sayı 75-Temmuz 2022

Geçmişte, bir uzaktan söyleşide “bana göre yaşamın anlamının ne olduğu” sorulmuştu. “Yaşamın anlamı ne ola ki?”, “Yaşamı nasıl anlamlı kılabiliriz acaba?” diye düşündüğüm zaman belleğimde, bilim çevrelerince de benimsenip onaylanmış çok sayıda kişilik kuramı canlanmıştı. Soruya ilişkin düşüncemi, onlardan birkaçının ortaya koyduğu bilgi ve bulgulara gönderme yaparak belirtmiştim. Yaşamı anlamlı kılma konusuna ilişkin görüşümü bu yazımda da öne çıkan birkaç kişilik kuramına değindikten sonra, daha farklı bir yaklaşım çerçevesinde belirtmek istiyorum,

Psikanalize Göre Yaşam Nasıl Anlamlı Kılınıyor?

Psikanaliz, kişilik kuramlarının ön sıralarında yer alıyor. Sigmund Freud’un (1856-1939) belirlediği gibi ruhsal yapımız, ilkel benlik (id), benlik (ego) ve üst benlik (süperego) üçlüsünden oluşuyor.

İlkel benliğimiz, doğuştan getirdiğimiz, kişiliğimizin özü olan uçsuz bucaksız zengin bir deniz gibidir. Bu ruhsal bölgemiz ayıp, günah, yasa, yasak, suç nedir, bilmeyen cinsel içgüdümüz (öbür adlarıyla yaşam içgüdümüz, eros’umuz. Libido’muz) ile birincil türevi saldırganlık olan ölüm içgüdümüzün (tanatos’umuzun) deposudur. Cinsel içgüdümüz psikanalizde, dar anlamda bir cinselliği dile getirmiyor. Psikanalize göre, canlı-cansız her şey, bu içgüdümüz için sevgi nesnesi, haz kaynağı olabiliyor. Yaşam içgüdümüzün tek istediği, anında hazza ulaşmaktır. Ölüm içgüdümüz ise, eğer yaşam içgüdümüzü alt etmeyi başarırsa, bizi saldırmaya, yakmaya yıkmaya, yok etmeye yöneltiyor.

Zaman içinde ilkel benliğimizden ayrılan ruhsal enerjimizle, benliğimiz ve üst benliğimiz oluşuyor ve gelişim gösteriyor.

Benliğimiz, ilkel benliğimizin toplumsal-ruhsal (psiko-sosyal) gerçeklerle çatışan ya da çatışmayan, yaşamımızı aksatan ya da aksatmayan, üst benliğimizin tehlikeli gördüğü ya da görmediği isteklerine doyum yolları arıyor; üst benliğimizin karşı çıktığı isteklerimizi, üst benliğimize söz geçirebildiği ölçüde doyuma kavuşturuyor. Üst benliğimizin ayıp, günah, yasak, tabu sayılması nedeniyle doyurulmasına izin vermediği ve bu nedenle bizde, dayanılmaz ruhsal acılar yaratan isteklerimizi ise bilinçdışımıza bastırıyoruz. Bebeklik ve ilk çocukluk çağlarımızda bilinçdışı yolla gerçekleştirdiğimiz bastırma (repression) adlı bu temel savunma mekanizmasını kullanarak, çektiğimiz ruhsal acıdan geçici bir süre kurtuluyoruz. Çünkü bilinçdışımıza ittiğimiz bu doyurulmamış isteklerimiz, sürekli olarak bilincimize çıkmak, doyurulmak istiyor. Ancak, sansür edilmiş oldukları için çıkamıyorlar. Onun için kılık değiştirerek, gerçek isteğimizin yerine geçen davranış biçimleriyle bilincimize çıkıyorlar.

Nevroz türünden çeşitli savunmalarımız, bastırdığımız ve doyumsuz bıraktığımız bu isteklerimizin yerine geçen, gerçek dışı görüntüleridir. Çok daha derinlere bastırdığımız; yani şiddetle yasaklanan ya da bize öyle algılatılan konulara yönelik isteklerimiz ise en ağır ruhsal bozukluklar olan psikozlara yol açıyor.

Nevrozlular, geliştirmiş oldukları nevroz türüne özgü ruhsal sorunları aralıksız yaşasalar da günlük işlerini güçlerini sürdürmeyi başarabiliyorlar. Psikozlular ise kişisel ve toplumsal gereksinimlerini kendi başlarına karşılayamıyor, bu konuda başkalarının yardımına, uzman desteğine gereksinim duyuyorlar.

Özellikle anne babamızın etkisiyle içselleştirdiğimiz olumlu ya da olumsuz toplumsal miraslar olan geleneklerin, göreneklerin, törel yasaların ya da içinde yaşadığımız dönemin toplumsal yasalarının, üç yaşından sonra oluşturduğu ilkel ruhsal yapımız olan üst benliğimiz ise, yapmamamız gerekenleri bize bildiren, içimizdeki polis, jandarma, savcı, yargıç, yasak koyucumuzdur. Bu ruhsal bölgemiz, yasakladığı şeyleri utandırma, suçlama, korkutma yoluyla benliğimizi uyararak ona baskı yapıyor.

Bu üçlü ruhsal aygıtımız, içgüdülerimizi ne ölçüde dengeli ve doyurucu düzeyde giderirse, o ölçüde anlamlı, değerli ve mutlu bir yaşam sürdürüyoruz. İsteklerimizi dengeli biçimde ve doyurucu düzeyde doyuma kavuşturabilmemiz, güçlü bir benlik ve esnek bir üst benlik geliştirmiş olmamıza bağlı bulunuyor. Sert, baskıcı bir üst benlik, doğal gereksinimlerimizin doyurulmasını bile engelleyerek bizi küpüne zarar veren ekşi sirke durumuna getiriyor; bizi herkesin ahlak, namus bekçisi olmaya bile zorlayabiliyor. Zayıf bir üstbenlik ise, uyulması gereken sıradan kurallar da içinde, hemen her kuralı çiğnememize yol açıyor ve bizi ne zaman ne yapacağını bilemeyen bir kişi durumuna getiriyor.

 Bireysel Psikoloji, Yaşamı Anlamlı Kılmayı Neye Bağlıyor?

Freud’un yakın çalışma arkadaşı olan ve daha sonra onunla yollarını ayıran Alfred Adler (1870-1937), bireysel psikoloji (individual psychology) kuramını geliştiriyor. Bu kurama göre, topluma yönelik bir yaşama eğilimi ile dünyaya geldiğimiz için gelişimimizi toplumsal süreçlerin etkisiyle gerçekleştiriyoruz.

Benliğimiz (bilincimiz), kişiliğimizin odağını oluşturuyor. Biz, davranışlarımızın nedenlerinin; eksiklerimizin, ulaşmak istediğimiz amaçların genellikle bilincindeyiz. Bizi en çok, geleceğe yönelik beklentilerimiz güdülüyor. Yaşadığımız ruhsal olayların öznel nedenleri, düşünsel amaçlarımızdır. Amaçlarımız, davranışlarımızı açıklayan tek gerçek nedendir. Sağlıklı bir kişi olarak gerçekle yüzleşirken düşlerimizin etkisinden uzak duruyoruz. Nevrotik bir kişi isek, bunu başarmada zorlanıyoruz.

Yaşam’a, olağan bir çaresizlik içinde başlıyoruz. O nedenle yaşamımız, kendimize, daha sonra da doğa güçlerine karşı gücümüzü kanıtlama, onlar üzerinde egemenlik kurma, kusursuz olma çabası içinde geçiyor. Bizi güdüleyen, eyleme zorlayan, bu duygudur. Üstün, güçlü olmayı zayıf, güçsüz gördüğümüz yanlarımızın yarattığı eksiklik (aşağılık) duygusu (inferiority feeling) denen duygunun bizi güdülemesi sonucunda amaçlıyoruz.

Üstün, güçlü olma çabasını ya eksikliğini duyduğumuz alanda ya da başka bir alanda gösterip kendimizi geliştirerek başarıyoruz. Örneğin bir bacağını yitirmiş olan genç, yoğun bir çalışma sonucunda, yüksek atlama rekorunu kırıyor. Çelimsiz bir beden yapısı bulunması nedeniyle, özlediği gibi başarılı bir sporcu olamayan kişi, zihinsel alanda üstün bir başarı elde ederek güçlü, yetkin olma amacını gerçekleştiriyor. Biz, hiçbir zaman her açıdan tam bir yetkinliğe ulaşamadığımız için bu ödünleme (compensation) çabamızı, yaşam boyu sürüyoruz.

Adler’e göre, yaşam bizim için, duyduğumuz bedensel ya da toplumsal-ruhsal eksikliklerimizi ya doğrudan doğruya giderdiğimiz ya da başka bir alanda üstün, güçlü olmayı başardığımız ölçüde anlam taşıyor.

Eksiklik (aşağılık) karmaşası (kompleksi) (inferiority complex) geliştirdiğimizde ise, görece sınır tanımayan, doymak bilmeyen, sağlıksız bir üstün olma, güçlü olma özlemi duyuyoruz. Bu sağlıksız üstün, güçlü olma özlemimizin etkisiyle dünyaya hükmedecek bir güce erişsek bile bir türlü doyum sağlayamıyor, mutlu olamıyoruz. Çünkü eksiklik karmaşasına yol açan bastırılmış yaşantılarımız, içimizde öyle bir ateş yaratıyor ki o ateşin gücüne göre çevremizi, giderek dünyayı, her an bir yangın yerine çevirmek istiyoruz.

Eksiklik karmaşasının oluşmasına, özellikle bebeklik ve ilk çocukluk dönemlerimizde, annemizden koşulsuz sevgi ve kabul görmediğimizde, sevgisiz, ilgisiz büyütüldüğümüzde duyduğumuz dayanılmaz ruhsal acıdan kurtulmak için, bastırdığımız, unuttuğumuz dramatik yaşantılarımız neden oluyor.

Hitler ve onun benzeri tipler, eksiklik karmaşası geliştirmiş kişilerin uç örnekleri olarak gösteriliyor.

 Erikson’a Göre Yaşamı Anlamlı Kılmanın Koşulları Nelerdir?

Benlik psikoloğu olarak bilinen Erik Erikson’un (1902-1994) yaşam döngüsü kuramına göre insanda sağlıklı bir toplumsal-ruhsal gelişim, doğumla ölüm arasındaki aşama sıralı sekiz çağda tamamlanıyor.

İlk yedi gelişim evresinde sırasıyla temel güvensizlik, bağımlılık, utanç ve kuşku, suçluluk duygusu, yetersizlik duygusu, kimlik karmaşası, yalnızlık ve durağanlık adlı olumsuz öğelerin yerine temel güven, bağımsızlık, girişimcilik, çalışma ve yapıcılık, kimlik kazanımı, yakınlaşma ve üretkenlik adlı olumlu öğeleri geliştirmeyi başardığımızda, sekizinci olumlu evreye kendimizi hazırlamış oluyor ve bu evrede de benlik bütünlüğü adı verilen olumlu öğeyi geliştirerek yaşam döngümüzü mutlulukla tamamlamış oluyoruz.

Benlik bütünlüğüne erişmemiz için dinin, siyasanın, ekonomik düzenin, teknolojinin, soylu yaşamın, bilim ve sanat öncülerinin izleyicisi olmamız gerekiyor. Benlik bütünlüğüne kavuştuğumuzda, özseverliğin ötesinde, kendi benliğimiz ile birlikte tüm insanların benliğini de seviyoruz. Sonuçta kendi anne ve babamıza yönelik değişik bir sevgi anlamı yansıtıyor; uzak çağların ve değişik uğraşların yalın ürün ve değerlerinde beliren düzenlerine bağlanıyoruz. Kendimizi insanın uğraşlarını anlamlı kılan türlü yaşam biçimlerinin onurunu korumaya hazır buluyoruz. Çünkü bu sonuncu evrede, bizim yaşam sürecimizin, tarihin bir kesitiyle rastlantı sonucu çakışmış olduğu bilincine varmış oluyoruz. Ölüm korkusunu bu biçimdeki bir son çözüm sonrasında duymuyoruz. Benlik bütünlüğümüz, yalnızca bu korkuyu duymadığımız yerde var olabiliyor. Benlik bütünlüğü kazandığımızda, ölümü huzurlu bir ağırbaşlılıkla, yaşamın doğal bir parçası olarak değerlendirdiriyoruz.

Erikson’a göre, bu sekiz çağın toplumsal-ruhsal gelişim görevlerini başarıyla yerine getirdiğimiz ölçüde yaşam, bizim için anlamlı bir süreç oluyor.

 Özgürlükten Kaçış Yaklaşımı Yaşamın Anlamlı Kılınmasını Hangi Koşullara Bağlar?

Alman kökenli Amerikalı, psikanalizci, toplumsal felsefeci ve hümanist toplumcu Erich Fromm (1900-1980), özgürlükten kaçış yaklaşımı (avoiding freedom approach) diye adlandırılan bir kuram geliştiriyor. Fromm, Marx ile Freud arasında bir yerde, kendine özgü bir toplumsal düşünce oluşturuyor. Freud’un temel ilkelerini benimsemesine karşın, onun biyolojik-mekanik belirlenimciliği ile Marx’ın ekonomik belirlenimciliğini (tarihsel maddeciliğini) doğru bulmuyor. Onların yerine özgürlüğü, insanın özgür istenci ile seçim yapabilme yetisini, üretkenliği ve sevgiyi öne çıkarma yolunda çaba gösteriyor. Freud’un bireye uyguladığı ruh çözümlemesini (psikanalizi) Fromm, topluma uyguluyor. Bu yolla çeşitli kişilik yapıları ve genel yönelimler arasındaki ilişkileri çözümlüyor. Bu çalışmalarının sonuçlarını, çok sayıdaki yapıtı ile ortaya koyuyor.

Fromm’a göre insan kişiliğini belirleyen, toplumdur ve insan bir toplumsal kişilik oluşturmaktadır. İnsan, toplumsal kurallara bu kişiliğinin yardımıyla uyum sağlıyor. Kişiliğin oluşumunda en önemli işlevi ise, aile üstleniyor. Freud’un içgüdüler ve bastırılan istekler için bir depo görevi yaptığını belirttiği bilinçdışını da bilinç gibi, gereksinimleri doğrultusunda toplum belirliyor.

İnsan, doğadan bağımsızlaşıp bireyleştikçe etkin bir tutum sergilemeye, doğaya egemen olma yolunda önemli adımlar atmaya, sürekli bir şeyler üretip yaratmaya başladı. Doğanın içinde; ama ondan daha yüce bir varlık olduğunu kavradı. Ne ki bu aşama, onun aynı zamanda yaşadığı dramının da başlangıcı oldu. Kapitalist toplum yapısı, insan doğasının gereksinimleri ile çelişme yarattı. İlk baştaki doğa-insan birliği, insanın düşüncesini geliştirmesi ve kendini doğadan ayrı bir varlık olarak algılamasıyla ortadan kalktı. Daha sonra bu ikiliğe insan-toplum çelişkisi eklendi. Çağdaş kapitalist toplum, yapısı gereği, insanlar arasındaki ilişkileri, metalar arasındaki ilişkilere indirgeyince de bu çelişki daha da derinleşti.

Tarihin değişik dönemleri, zorunlu olarak farklı kişilik yapıları oluşturuyordu. Örneğin 19. yüzyılda, biriktirici toplumsal kişilik yapısı; 20. yüzyılda ise pazara yönelik bir toplumsal kişilik yapısı egemendi. Bu iki kişilik de üretici olmadığı için insanın yaratıcı doğasıyla çelişiyordu. 19. yüzyılda histerik (canlı, coşkulu) yaşam biçimi geçerliyken 20. yüzyılda, her türlü girişimden yoksun, içedönük (şizoid) bir yapı oluşmuştu. Bu yüzyılın insanı, normallik hastalığı gibi bir ruhsal bunalım yaşadı. 19. yüzyıl, “Tanrı’nın ölümüne”; 20. yüzyıl da “insanın ölümüne” tanık oldu. Canına kıymalar, alkolizm, yalnızlıklar, kayıtsızlıklar, bunalımlar, bu yüzyılda egemen psikiyatriyi de kendi doğasına yabancılaşan insanın çağdaş topluma uyumu için çaba göstermeye zorladı.

Toplumsal düzenin doğal diye algılandığı toplumlarda insanın ait olma ve güven gereksinimi doyurulabilirken, Rönesans ve Reform Çağının sonuna doğru ise, toplumların yapısı ve insan kişiliği değişime uğradığı için, bu gereksinim karşılanamaz oldu. Her sınıftan insan, Orta Çağ toplumsal yapısından kalma ait olma ve güven duygusunun yitimine yol açan bireyleşmeye yöneldi.

Gelişen kapitalizm, bireyi geleneksel sınırlama ve bağlarından kurtardı. Bu bağımsızlık, etkin eleştirel düşünceye sahip ve güçlü, sorumlu benliğin geliştiğinin kanıtı olan olumlu özgürlüğün artmasında, birincil etken oldu. Ancak öte yandan, insanın yalnızlık, güçsüzlük ve önemsizlik duygusuna kapılmasına yol açtı. Bu etkiler yüzünden insan, kendi benliğinin önemsizliğini duyumsamaya başladı ve kendi dışındaki güçlerin buyruğunu kabul etmek zorunda kaldı. Örneğin kendi ürettiği makinenin, ensesinde boza pişiren yetkelerin (otoritelerin) buyruğuna girdi.

Gelişen endüstri sistemi, ünlü küçük bir dişli olmakla övünen; ancak fazla soru sormayan, kendini yalnızca işine adayan insanlar yarattı. Kendi ürettiği ürünlere yabancı kalan bu insanlar, önemsizlik ve değersizliklerini ayrımsadıkça mal mülk edinme gereksinimi duydular. Bu insanlardan, işlerinde ve toplumsal ilişkilerinde başarılı olanlara sağlanan güvenlik, eğlenme, gezi yapma olanakları ile, bunların yalnızlık, güçsüzlük, önemsizlik ve değersizlikleri örtülüp gizlenmeye çalışıldı.

İşte, kendilerine ve çevrelerine yabancılaşan bu insanlar, söz konusu duygu ve durumların kendilerinde oluşturduğu acılardan kurtulmak için yetkecilik (otoriterlik), kendiliğinden uyma ve yıkıcılık diye adlandırılan, özgürlükten kaçış mekanizmalarını geliştirmek ve yaşamlarını öz doğalarına yabancı olarak sürdürmek zorunda kaldılar.

Fromm’a göre sağlıklı bir toplumda temel amaç, kâr ve özel mülkiyet yerine insanın hümanist güçlerinin özgürce gerçekleştirilmesidir. Sağlıklı toplumun insanı, çok şeye sahip olabilen insan değil; çok şey olabilen, tam olarak gelişmiş, gerçekten hümanist insandır. Yabancılaşmaya ancak, hümanist toplumcu sistemle son verilebilir.

İki ayrı varlık olarak kalanların bir olması olgusunun hazırlayıcısı ve sürdürücüsü olan sevgi, yalnızca özgür ortamlarda gelişebilir. Sevgi, başlı başına bir sevinç olan bir verme işidir. Verme, karşıdakini de verici kılar. Bu karşılıklı vermelerle ortaklaşa bir şeyler yaratmanın sevinci paylaşılmış olur. Bu duygu, anne baba sevgisi, kardeş sevgisi, arkadaş sevgisi, cinsel içerikli sevgi gibi birbirinden ayrı nitelikleriyle yaşanır.

Bu kurama göre, insanın olumlu özgürlüğü yaşaması ve sağlıklı bir benlik geliştirerek anlamlı bir yaşam sürdürmesi, ancak örgütlü bir toplumun üyesi olarak toplumsal ve ekonomik güçler üzerinde egemenlik kurduğu ve o güçlerin kölesi olmaktan kurtulduğu zaman sağlanabilecektir.

Kendini gerçekleştirme kuramına göre yaşamı nasıl anlamlı kılıyoruz?

Abraham Maslow’un (1908-1970) kendini gerçekleştirme kuramında (self-actualization theory’de) belirlediği gibi bizim, aşama sıralı beş gereksinimimiz bulunuyor. Bunların ilki yeme, içme, uyku, cinsellik, etkinlik, barınma gibi temel gereksinimlerimizdir. Onları, gelişim gereksinimlerimiz olan güvenlik (korunma) sevgi (sevme, sevilme, ait olma), saygınlık (onurunu koruma, anlama, bilgilenme, güzelduyu) ve en üstte, son aşama olan kendini gerçekleştirme (tam verimlilik, yaratıcılık) izliyor.

Her, bir sonraki gereksinimimiz, bir önceki gereksinimimizi doyuma kavuşturduğumuzda ortaya çıkabiliyor. Örneğin, temel gereksinimlerimizi yeterince doyuramadığımızda, güvenlik; onu doyuramadığımızda sevgi (sevme-sevilme); onu doyuma kavuşturamadığımızda, saygınlık gereksinimini duyamuyoruz. Bu ilk dört gereksinimimizi yeterince gideremezsek, kendimizi gerçekleştirme gereksinimini duymuyoruz.

Az gelişmiş ülkelerden bilim insanlarının, sanatçıların çıkmamasının ya da devede kulak kadar az çıkmasının temel nedeni, bu ülke insanlarının, temel gereksinimlerini bile tam olarak karşılayamamalarıdır.

Maslow’a göre, işte bu beş gereksinimimizi doyurucu düzeyde ve dengeli biçimde gidererek tam verimliliğe erişebildiğimiz ölçüde, yaşamı anlamlı bir süreç olarak algılayabiliyoruz.

 Varoluşçular, Yaşamın Anlamını Nasıl Yorumluyorlar?

Varoluşçu yaklaşımda, içinde var olduğumuz kendimize özgü dünyamızda anlaşılmamıza ve sorunlarımıza bu yönde bir anlayışla çözüm bulma amaçlanıyor. Varoluşçuluğa göre her insan, kendine özgü bir mucizedir.

Yaşadıklarımızın nedenlerini ve yaşamın anlamını gerektiği gibi kavrayabilmemiz için, yaşamakta olduğumuzu tümüyle kendi istencimizle seçebilmemiz gerekiyor.  Buna göre yaşamın anlamı, olması gerekeni yaşamakta değil; olmakta olanı yaşamakta gizlidir.

 Öbür Belli Başlı Kişilik Kuramları Nelerdir?

Yaşamın anlamını zihnimizde tam olarak belirginleştirmek ve yaşamı anlamlı kılmak için, başka birçok kurama daha kulak kabartmamız gerekiyor. Bunların belli başlıları analitik psikoloji, benlik psikanalistlerinin yaklaşımı, bütüncü yaklaşım, davranışçı psikoloji, logoterapi, ayırıcı özellik kuramı, biyoloji temelli faktör analitik ayırıcı özellik kuramı, faktör analitik ayırıcı özellik kuramı, alan kuramı, danışan odaklı yaklaşım ve bilişsel gelişim kuramıdır.

 Sonuç

Her psikanalistin, her psikoloğun, kişiliğimizin bir ya da birkaç boyutuna ışık tuttuğunu görüyoruz. Öyleyse benim de sizin de onların da yaşamımızı anlamlı kılan etkenlerin neler olduğuna ilişkin görüşümüzü, bu kişilik kuramlarının ortaya koyduğu bilgi ve bulguların ışığında, kim ve ne olduğumuzu tanıdıktan sonra doğruya yakın bir biçimde açıklayabiliriz. Bizi, ortaya konmuş olan bu bilgi ve bulgulardan hangileri var etmişse, bizim için yaşamın anlamı, o bilgi ve bulguların sınırlılıkları içinde, başkalarının konuya ilişkin görüşlerinden ayrılacaktır. Yeryüzündeki insan sayısı kadar birbirinden farklı kişilik olduğuna; özdeş ikizlerinin bile yüzde yüz birbirine benzemediğine göre, bu ayrım doğaldır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki doğuştan getirdiğimiz bedensel ve toplumsal-ruhsal gizilgüçlerimizi doğamıza uygun (kendimize özgü) biçimde ne kadar geliştiriyorsak; bireyliğimizi, özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı ne kadar gerçekleştirebiliyorsak; başka insanlarla sevgiye dayanan birliktelikler kurmada, üretici ve yaratıcı gücümüzü ortaya koymada ne kadar başarı gösteriyorsak, yaşamı kendimiz için o ölçüde anlamlı kılmış oluyoruz.

Eş deyişle her birimiz için yaşam, kişiliğimizi yukarıda kısaca değindiğimiz kişilik kuramları ile bunların benzeri öbür kişilik kuramlarında belirlenen özelliklerden hangileriyle belirleyip dinamik bir bütün durumuna getirebilmişsek, yaşam, her birimiz için o düzeyde bir anlam taşıyor.

­­­­­        _______________

Not: Burada değinilen kişilik kuramları ile yalnızca adları anılan kişilik kuramlarına ilişkin ayrıntılı bilgi edinmek için, yazarın Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğünün geliştirilmiş ve genişletilmiş 2. Baskısına da başvurulabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir