Sanayi öncesi haraçlı topluluklarda, gruplar, mekansal olarak birbirinden kopuk yaşamaktaydı. Büyük bir bütünün parçası olan bu toplulukların gelenekleri ve yaşam tarzları birbirinden farklı olmakla birlikte, tek ortak yanları, vergi ödemeleridir. Topluluklardan birinin dağılması diğer toplulukları doğrudan etkileyen bir olay değildir.
Sanayi toplumunun ortaya çıkmasıyla birlikte, farklı topluluklardan olan, farklı kültürlere sahip insanlar bir araya gelmeye başladılar. Genellikle fabrikalarda çalışan bu insanları vasıflı kılabilmek için verilen eğitim daha yoğun bir benzeşme sürecini başlattı. Bu da, ortak bir kültürü ortaya çıkardı. Eski toplulukları belirleyen mekanlarken, yeni toplumları belirleyen kültür olmuştur. Dolayısıyla fertler de bir mekana göre değil, daha çok kültüre göre tanımlanmıştır. Dolayısıyla, bir ülkeyi yıkmak için topraklarını işgal edip fertlerini yok etmeye gerek kalmamıştır.
Bir ülkeyi belirleyen, dil, din, ekonomi gibi kültürel unsurlarıysa, ülkenin eğitim sistemine girmek, onu yıkmanın en kolay ve verimli yöntemlerinden biri olmuştur. Grupların karmaşık bir ağ dokusu oluşturmaları, zamanla sosyolojinin ortaya çıkmasını ve şekillenmesini sağlamıştır. Sosyolojinin gelişim dönemlerinde Amerikalı ve Avrupalı bilim adamları bu konuda farklı tutumlar geliştirmişlerdir. Avrupalı bilim adamları, yerleşmiş bir düzene sahip olduklar için, sosyal bilimler alanındaki çalışmaları daha çok teorik olarak geliştirmişlerdir. Oysa yeni kurulmuş ve henüz bir düzen sağlayamamış olan Amerika da ciddi projelere ihtiyaç vardır. Bundan dolayı sosyal bilimler alanındaki çalışmalar da uygulamaya yönelik olmuştur.
Bu konuda daha çok Avrupa’dan etkilenmiş olan Türkiye’de, sosyal bilimler alanındaki çalışmalar, daha çok teori geliştirmeye yönelik olmuştur. Bu sebeple Türkiye’de sosyal hayatı düzenlemeye yardımcı olacak, ulusal kültürün beşeri yapısına uygun sistemler üretilememiş; uygulama için aile, din, sanat, ahlak vb. konularda hep başka toplumlar örnek alınmış ve bu durum da uyum problemini ortaya çıkarmıştır.
Eğitim programları konusunda da yetersiz olan Türkiye, uygulamalar için diğer ülkelerin, iyi niyetli eğitim uzmanlarının (ajanlarının) yardım talebini kabul eder ve bunun için de hiçbir masraftan ve fedakarlıktan kaçınmaz. İlk yardım, örgün eğitim konusundadır: Başarılı öğrenci düşüncelerini rahatça ifade edebilen öğrencidir (güzel bir fikir). Hemen çalışmalara başlanır. Bu konuda ilk önce öğretmenler ve veliler bilgilendirilir.
Çocuklara hiçbir şekilde baskı yapmamaları ve davranış, düşünce ve tutumlarına müdahale etmemeleri istenir. Öğretmen ve veliler de buna göre davranırlar. Öğrencilere uyarılarda bulunan, onları yönlendirmeye çalışanlar ayıplanır. Çünkü aydın öğretmen, çocuğun önünü açan öğretmendir. Çocuklar ise deneme yanılma yoluyla, düşe kalka doğruyu bulacaklardır. Öğrenciler artık okulda, sınıfta; evde, sokakta; çarşıda pazarda daha rahattırlar: istediklerini söyleyebilirler, alabilirler, istedikleri yere gidebilirler.
Velileriyle, öğretmenleriyle, arkadaşlarıyla istedikleri gibi konuşabilirler. Çünkü ne söylerlerse söylesinler, yanlış da olsa, onlara aittir ve onları doğruya taşıyacak tek araçtır, yanlışlar.
Bu tip tutum ve davranışlar değişik araçlarla desteklenir. Gazetelerde çocuklara baskı yapan, onları sınırlandıran öğretmen ve veliler yazılır ve taşlanır. Televizyonda bu tip haberler ekrana yansıtılır. Yine televizyon dizilerinde ve çeşitli programlarında olgun ve kendi yolunu çizmiş bilge çocuklar (ukalalar) gösterilir. Karşılarında ise hiç kimsenin örnek almaması gereken, “ dediğim dedik; çaldığım düdük ” diye bağıran, dengesiz bir büyük vardır.
Evrensel değerlere sahip, bütün dünyayı kurtaracak fakat kendilerine hiçbir faydası olmayan bir nesil yetişmektedir. Bunun için de bütün gelenekler, örf ve adetler; kişisel sorunlar ve ahlak bir kenara bırakılmalıdır. Öğretmenlerin, ebeveynlerin özellikle de yaşlıların söylediği ve hatta toplumun ürettiği her şey dayatmadır ve yanlıştır. Vicdan, ahlak, uzlaşma, saygı gibi toplumsal değerler lanetlenir ve terk edilir. Tek bir doğru vardır: bütün doğrular yanlıştır.
Okul kurumu gerekli kabul edilmekle birlikte, işlevini yerine getirememektedir. Be nedenle okul, öğretmenler ve yöneticiler dikkate alınmaz ve dışlanırlar. Bir gün, ideal bir eğitim veren sistem oturacaktır yerine. Tek teselli budur. Eğitim uzmanlarının yaptıkları yardımların sonuçları ortaya çıkmaktadır.
Düşe kalka bir şeyler öğrenmesi, kendini bulması beklenen öğrenciler düşerler, ama kalkamazlar. Bu şekilde yetişen çocuklar, toplumsal bir değer olan sorumluluk duygusunu tanımadan büyürler. Ailelerine ve okullarına karşı bu sorumsuz tutumları işlerine ve evliliklerine de yansır. Artık toplumu sorumsuz işçiler, memurlar, işverenler, esnaflar, doktorlar, politikacılar, avukatlar vs. meslek gruplarına dahil fertler çekip çevirmektedirler.
Bütün normlar işlevini yitirir. Hiç kimse ötekini sevmez ve güvenmez. En yüksek meslek gruplarında dahi beyinler dumura uğramış, insanlar kas gücüyle ve refleksleriyle hareket etmeye ve tepki vermeye başlamışlardır. İnsanlar farkında olmadan, bir değeri savunmaktan vazgeçmiş, bir etiket altında, neyi savunduklarını bilmeden kin gütmeye başlamışlardır.
Yabancılar Türklerden bir şey öğrenmişlerdir: “Körün istediği bir göz, Tanrı verdi iki göz”. Artık dışsal bir etki gerektirmeksizin iç mekanizma kendi döngüsünü sağlıyordu. Maddi manevi hiçbir şey üretemeyen Türkiye, her şeyini dışarıdan almaya başlamış, hem ekonomik hem de kültürel bakımdan dışa bağımlı hale gelmiştir: Dışarıda yenilen, içilen, giyilen (yenildiği, içildiği, giyildiği söylenen) her şey Türkiye’de yok satmaya başlar.
İnsanlar durmadan kendilerini ve başkalarını tüketmeye başlarlar. Hiçbir şeyin değeri veya anlamı sorgulanmaz. Her şey geçici ve anlıktır. Tıpkı kağıt mendiller gibi…
Artık ortada yıkılacak bir bütün kalmamıştır. Sadece bir insan topluluğu, yığını vardır. O da, bir süre sonra kendi kendine yıkılmaya mahkum etmiştir kendini.