Tupik dili ve edebiyatı eğitimi aldım üniversitede. Ardından Tupik dili ve edebiyatı öğretmeni oldum. Hem Tupikçeyi hem de mesleğimi seviyordum. Tupikiye’nin en ücra yerlerinde Tupikçeyi sonradan öğrenen öğrencilerime Tupikçeyle yazılmış edebî eserleri tanıtıyor, okuyor, Tupikçenin söyleyiş güzelliğini ve sistematik yapısını hissettiriyordum. Mutluydum fakat bu mutluluk bana yetmiyordu. Çünkü borçluydum. Tupikçenin güzelliğini hücrelerimize işleyen yazarlara, şairlere, hocalarıma, öğrencilerime; yaşadığım coğrafyaya, beni büyüten devlete borçluydum. Bu borcumu ödemek için daha çok çalışmalıydım. İçimdeki ses hiçbir zaman “alacaklısın” demiyordu. Hep borçlu…
Bu borçluluk psikolojisi bana sürekli eksik olduğumu fısıldıyordu. “Eksiksin, özürlüsün!” diyordu. Eksikliğimi ortadan kaldırmak için daha fazla çalışmalıydım. Tupik dili ve edebiyatında yüksek lisans yapmaya karar verdim. Tupikçe yazılmış metinlerdeki ayrıntıları bu zaman zarfında fark ettim. Ayrıntıları görmek, daha fazla araştırmaya, daha farklı kaynaklara bakmaya itiyordu beni. Tupikçe metinler üzerine yaptığım çözümlemeler bir dedektif gibi çalışmamı zorunlu kılıyordu. Çalışmalarda her daim tarafsızlık temel ilkemdi. İçimde yankılanan “eksiksin!” sesi yeni şeyler öğrendikçe daha da artıyordu. Bu sesi susturmak mümkün değildi.
İçimdeki “eksiksin” sesini bir nebze rahatlatmak için doktora eğitimine başladım. Yüksek lisanstan edindiğim dedektif gibi –kılı kırk yaran- çalışma azmini Tupikçenin eğitimi ve öğretimi alanında sürdürdüm. Tupikçenin geçmişte nasıl öğretildiğini, dedelerimin Tupikçe nasıl okuma ve yazma öğrendiğini araştırmak bana müthiş bir doyum veriyordu. Öğrendiğim her yeni şey bana başka bir kapı açıyor, her kapıdan yüzüme ışıklar vuruyordu. Kapılar açıldıkça canım güçleniyor, yaşam enerjim katlanıyordu.
Yaşam enerjimin katlanması için Tupikçe eğitiminde doçentlik unvanı yıkılması gereken bir duvar gibi önümde duruyordu. Zira Tupikçede doçentlik başvurusu için ön koşul İpukçeden belli bir dil düzeyine erişmek gerekiyordu. Birkaç yıl inkar ve isyan dönemiyle geçti. Kendi içimde yanıt veremediğim sorular, kendi kendime söylendiğim olgular vardı: “Müstemleke bir ülke miyiz kardeşim? Benden neden İpukçe istiyorsunuz? Hangi bağımsız ülke, akademik başarının ön koşulu olarak başka bir ülkenin dilini bilmeyi istiyor? Tupikiye’nin tam bağımsızlığı önce dilde tam bağımsız olmayı gerektirir. Bunun bir çözümü olmalı…”
İnkar ve isyan döneminin ardından çok daha fazla çalışmam gerektiği inancıyla önce İpukçeyi hallettim. Çünkü sadece kendime karşı sorumluluğum yoktu. Ailem, öğrencilerim beni bekliyordu. Ayrıca, yüksek lisansa başladığımda hocam, “Doçent olunca karada ölüm yok.” derdi. Bu sözün altı belki çok daha farklı gerekçelerle doldurulabilir fakat benim için önemli bir azim kaynağıydı.
İpukçedeki başarımın ardından önümdeki en büyük duvarı yıkmanın vermiş olduğu özgüvenle daha fazla çalıştım, çalıştım. Tupikçe eğitiminde doçentlik başvurusu için gerekli bütün çalışmaları tamamlayıp doçentlik başvurusunu yaptım. Yaptığım çalışmaları değerlendirecek jüri üyeleri, kendi özgeçmişlerine anahtar kavram olarak Tupikçe eğitimi yazan profesörlerden seçiliyordu. Bu seçimin yansız olmadığına ilişkin pek çok söylem dolaşmasına karşın bir güvensizlik yaşamıyordum. Fakat kendi uzmanlık alanlarını üst kurula bildirirken Tupikçe eğitimi alanında herhangi bir çalışması olmayan o kadar çok profesör vardı ki beni sıkıntıya sokan durum buydu.
Nihayet jüriler belirlendi. Yeni bir savaş alanı açılmıştı. Fantastik edebî ürünlerdeki gibi yedi başlı bir canavarla karşı karşıyaydım. Savaşta kullanacağım tek silahım çalışmalarım, savunma aracım ise kendime özgüvenimdi. Canavarlar için tek tek mücadele stratejileri geliştiriyordum. Zira “pırlanta gibi bir çocuk” şeklinde tecessüm etmiş gizil bir gücüm yoktu.
Zaman hızla ilerliyordu. Ben kendimce savunma stratejileri geliştirirken canavarlardan birinin hile yaptığı bilgisi resmî bir dille ulaştırıldı. Zira söz konusu canavara göre ben savaşırken etik davranmamıştım. Bu suçlama kafamda ve yüreğimde onmaz yaralar açtı. Aylarca kendi kendimi sorguladım. Uyuyup uyanıp bu suçlamayla boğuşuyordum. Bana böyle bir suçlama nasıl yapılabilirdi? Nasıl olurdu? Bir türlü aklım almıyordu. Başkasına ait bir sözcüğü dahi alıntılarken tırnak içinde yazan ben nasıl etik ihlali yapabilirdim?
Savaşın gözlemcileri kimin etik davranmadığını tespit edememişlerdi. Bu durumun tespiti için kim olduğu, kimin yanında yer aldığı bilinmeyen üç kişiden oluşan hakem heyeti belirlemişlerdi. Bu zaman zarfında canavarın ataklarına karşı yeniden savunma hamleleri yapmam istendi. Saldırılara karşı savunma zırhımı tekrar giydim. Onun yaptığı atakların hepsinin hileli olduğu tüm hakem heyeti tarafından tespit edildi. Savaşın sonunda galibiyetim açıklanırken haksızlık, adaletsizlik karşısında susan korkak hakemlerin olduğunu da öğrendim. Bu hakemlerin tutumu savaştığım onca canavarın açtığı yaradan daha büyük yaralar açtı yüreğimde.
Sonradan öğrendim bu savaş, sadece benim savaşım değildi. Onlarca bu tür savaştan galip çıkanları tanıdım. Yaralarımız, acılarımız ortak… Ve sonradan öğrendim ki bu tür canavarların ellerinde hileli etik silahlarının ya da daha doğrusu etikle kamufle edilmiş silahlarının bulunduğunu. Gözlemcilerin bir an evvel bu silahı bu canavarların ellerinden alması gerekti. Öldürmeyen güçlendirir ilkesi beni ayakta tuttu. Bu benim değil Tupikçenin zaferiydi. Tupikçenin, İpukçeye, Fupikçeye, Apukçiye karşı zaferi. Savaş devam ediyordu…
İçimde sönmeyecek yaşam enerjisi kendi şahsımın değil ama Tupikçenin düşmanlarını gördükçe kimi zaman sekteye uğruyordu. Bu düşmanlar o kadar çoktu ki hepsiyle mücadele edemiyordum. Her birini yaşama farklı bir açıdan bakış açısının bir parçası olarak kabullendim. “Tupikçeyle bilim, felsefe yapılamaz” söylemini dillendiren politikacılar, bilim adamları, sanatçılar başı çekiyordu. Bunlar da kendi aralarında ikiye ayrılıyordu. Yönlerini Batı’ya dönen, klasik Tupik dilinde edebî eserler veren yazarların söylemiyle snop’lar. Diğerleri ise geçmişe, eski Tupikçeye özlem duyan ölümsever züppe’ler. İki kesimin de olumsuz yönde hizmet ettiği ortak nokta ne yazık ki Tupikçenin varlığıydı. Bunların nicelik olarak üstünlükleri Tupikçenin ilkokulda öğretiminden tutun da doçentlik düzeyindeki çalışmaların değerlendirilmesine kadar her alanda nüfuzlarını hissettiriyordu. Tupikçe eğitiminden mezun ettiğiniz herhangi bir lisans öğrencisinin Tupikçe bilgi düzeyinden çok daha düşük bilgi düzeyine sahip insanlardı bunlar. Bunlar eğitim programlarını hazırlıyorlar, aradan üç yıl geçiyor hazırladıkları programlara gerekçeler yazıyorlardı. Oysa eskiler böyle miydi? Eskiler, programla birlikte “esbab-ı mucibe lahiyaları” yayımlardı. Bir de ayrıca bunlara Tupikçeyi satanları eklemek gerek. Meta için değer kabul etmeyenleri, Tupikçenin sözcüklerini para karşılığı satanları…
Hiç kuşkusuz bütün bu düşmanlar karşısında “yaşı, en pinti hesaplara göre 8500” olan Tupikçe kendi öz savunma gücünü kendi yaratarak mücadelesini sürdürecekti. Bu mücadelede çoğu kez ona yardımda kendimizi Sisifos gibi hissettiğimiz olmadı değil. Ama kayayı her yüklenişimiz bir yeniden dirilişin habercisiydi.
Tupikçeye bilabedel hizmet edenlerin nicelik olarak artmasıydı hayalim. Bu hayalin gerçekleşmesi Gyges’in karşıtı kişiliklere bürünmüş Tupikçe sevdalılarla gerçekleşmeliydi. Görünmezliğin arkasına sığınmayan, aklı ve yüreği saf adalet duygusuyla bezenmiş, ahlak kuralları birilerinin doğrularına göre değil kendine göre biçimlenmiş bireylerin yükselişi bu gidişata dur diyecek hasreti dindirecekti…
Kurmacanın ilham kaynağının Prof. Dr. Ahmet İnam’ın anlattıklarının olduğunu beyan ederim. Burada anlatılanlar hayal ürünüdür…